Yazar: 17:00 Öykü

Müdürü Öldürmek

Yağmurlu ve çamurlu, sonbaharla kış arasında kalmış mevsimin nimetlerinden yararlanarak işe geldi. Üstü başı ıslanmış, bir yandan şapur şupur su damlatıyorken bir yandan topuğu erimiş çizmesinden siyah siyah kauçuk topakları düşüyordu. Sıçrattığı su ve dökülen kauçuk topakları sayesinde kendi çamurunu etrafa kendi saçarak ağır aksak masasına doğru ilerledi. Çantasını masanın gerisindeki koltuğa koydu. Ardından paltosunu asmak için masanın dibinde duran ağzı gözü eğilmiş paltoluğa yöneldi. Paltoluk dediği, üç ayağı ile yere tutunan, demirden uzunca bir sopanın üstüne monte edilmiş dört yöne ve yukarıya eşit mesafede saçılmış kısa kollardan oluşuyordu. Demir bir askılık, adeta modern zamanlara ait bir işyeri korkuluğuydu. Eski zamanların insanı taşa çeviren yılanlarla dolu Medusa kafasıydı. Garip bir teferruat, kimi neden korkutuyordu, niye taşa çeviriyordu şu an düşünecek zamanı yoktu. İşe en erken gelenlerden biri olduğu için paltolukta yer vardı ama bir saat içinde paltoluk üstüne abanan palto ve çantalar yüzünden dengesini yitirecek ve sağa sola en çok da sola devriliverecekti. O zaman masasına düştü diye sinirlenecek ve paltoluğu tek ayaküstünde olmasa da, sırtüstü duvara döndürüp dayayarak cezalandıracaktı. Belki mesai arkadaşları imdadına yetişip, çeşitli moment hesapları ya da deneme yanılma yöntemleri ile doğru açıyı bulup yükü dengede ve paltoluğu dimdik ayakta tutabileceklerdi. Ama o zamana daha vardı.

Çantasını koltuktan alıp masaya koydu. Çantanın içinden bir poşet, poşetin içinden de mor beyaz şeritli bir çift lastik terlik çıkardı. Haşat olmuş ayaklarını haşat olmuş çizmelerden kurtarmanın bedeli giyim kuşamını baltalamak anlamına geliyordu. Üstündeki petrol yeşili etek ceket takım, giydiği bu terliklerle havasını kaybetmişti. Dokuzuncu dereceden başladığı küçük memuriyet hayatına geri dönmek gibiydi. Sanki bunca yıl hiç geçmemiş, sanki hiç çalışmamış, kıdem almamış, para kazanmamıştı. Amatör ruhla çalışıyor desek “Evet,” der, inkâr etmezdi. Hep hercaiydi, hep bir sallapati, hep sakar bir umursamazlıkla çevriliydi. Halbuki aradan dokuz sene geçmiş, büyümese de yaşlanmıştı. İki ay sonra memuriyet derecesi üçün birine düşecek ve yeşil pasaporta hak kazanacaktı. Tüm çile zaten yeşil pasaporta kavuşup vizesiz seyahat etmek için değil miydi? Yok yok nankör olmamak gerek. Aslında işini seviyordu ya da işini sevmiyor değildi. Sadece işe gitmek, işte olmak, iş yapmak gün geçtikçe daha zor geliyordu. Emek ve çabalarının gayya kuyusunun diplerinde anaforlandığını, müdürün tatminsiz bakışlarının da üzerinde gezinmesiyle iyice anlıyordu. En son izin istemek için üst kattaki odasına gitmişti. “Bahar Hanım neden hafta sonları da izin yazıyorsunuz? Beş gün yazsanız yeterli. Yedi gün yazınca yıllık izinleriniz iki gün daha azalıyor,” demişti. Adı Bahar’dı. Hep düşünürdü ilkbahar mı sonbahar mı ama bir yerden sonra umursamaz, omuz silkerdi. İlkbahardan sonbahara ömür uzanıyordu, gençken kendisini ilkbahar olarak düşlerdi ama şu an önemli olan yazın çabuk geçmemesiydi. Tanıdığı en neşeli ay temmuz, mevsimse yazdı. Yaz çabuk biterse sonbahara katlanabileceğini düşünemiyordu. Hatta sonbaharı hiç düşünmüyordu. Usulca izin dilekçesini müdürün elinden almış ve “Peki o zaman beş gün yazayım,” demişti. Odasına geçip bilgisayarında izin dilekçesini tekrar, bu sefer beş gün olacak, sadece hafta içi günleri kapsayacak şekilde düzenlemiş ve üst kattaki müdür odasına çıkmıştı. Müdür kısa süreli bir amnezi yaşar gibi dilekçeye boş boş bakmış “Aslında yedi gün almanın da avantajı; hani yedi gün içinde bir durum, aciliyet olursa gelmeniz gerekmez. İzindeyken çağrılmazsınız yani. Malum şartlar sürekli değişkenlik gösteriyor.” Bu sefer şaşırma ve boş boş bakma sırası Bahar’a geçmiş, “Ben, siz siz beş gün dediniz diye?” lafları boğazında boğulmaya yüz tutmuştu. Müdürse sözünü bıraktığı yerden daha pişkince alıp “Deprem olur, yangın belki, ayaklanma, kalkışma, darbe,” diyerek muzipçe gülümsemişti. Elinde dilekçesine bakakalan Bahar aynı kelimelerde bozuk plak gibi takılı kalmış: “Ben siz dediniz diye? Yoksa ben neden,” diyerek müdürün ters tarafında, beş metre ilerisindeki müdür odasına zimmetli ve tahsisli üst kat korkuluğu- paltoluğu- Medusa başının sadece tek kolu dolu yılanlarına yardım istercesine bakmış ama herhangi bir destek alamamıştı. Kendi odasındaki paltoluğun daha az yıpranmış, az kullanılmış kardeşiydi bu. Geniş müdür odasında sefa sürüyor; sadece ve sadece tek bir kişiye, haşmetliye, hizmet veriyor; taşıyabileceğinden fazla yük taşımıyor; gereksiz vandallığa ya da cezaya maruz bırakılmıyordu. Kaderin varlığına bir kez daha inandığına kanaat getirerek müdürün dengesizliğinin kendisinde yarattığı bönlükten sıyrılıp gözlerini ona dikti: “Ne yapayım? Tekrar yedi gün mü yazayım?” Müdür duraksadı, önce Bahar’ın gözlerindeki aleve sonra ellerinde titreyen dilekçeye odaklandı. Yeterince oynamıştı artık cevap vermesi mi gerekiyordu? Hiç cevap vermeden de geçiştirebilmeliydi yoksa neden müdür olmuştu ki? Neden onca emek ve yıl vermiş, kıdem, torpil, sınav vs. için uğraşmıştı. O sadece uyarmıştı iyilikle, sonra tekrar aynı iyilikle aksi yön ve durum için de uyarıda bulunmuştu. Hem sorumlu hem yetkiliydi. Çünkü müdürdü. Müdürlük mülakatında sormuşlardı, müdür ne demekti? Müdür Arapçada çeviren, döndüren anlamına geliyor, “idare” kelimesinden köken alıyordu. Cevap vermişti, bilmişti, böylece de müdür olmuştu, çeviren, döndürendi. İnsanların bilhassa çalışanlarının ve güzide ailesinin iyiliği için çeviriyor, döndürüyor, çabalıyor ama ne ötekine ne berikine yaranabiliyordu. Sonuçta seçim yapma hakkı Bahar’ındı. Bahar karar vermedikçe dilekçeyi teslim almayacaktı. Israrlı bakışlardan rahatsızlık duymuş olmalı ki usulca bir “Yani,” kıvrıldı ağzından. Bahar kontrollü bir ses tonuyla “Tamam tekrar yedi gün yaparım ama o zaman neden değiştirdiniz ki? Zaten en başta da yedi gündü,” dedi. Ardından cevabı bile beklemeden elinde hışırdattığı dilekçesi ve kontrolsüz bir hışımla merdivenleri ikişer üçer indi. Birkaç dakika içerisinde yeni dilekçe ile tekrar müdürün huzuruna çıkmıştı. Müdür yaşananları telafi eden bir sükûnetle dilekçeyi almış, Bahar ise yalandan bir gülümseme ve ast olmanın bilinciyle üstüne olan itaatini perçinlemişti. Şimdilik sular durulmuş, Bahar yıllık izninin yedi gününü almış müdürse hem onay vermiş, hem de müdürlüğünü yaşamış ve yaşatmıştı. Akşam eve gidince müdürlüğüne kaldığı yerden kızı üzerinden devam eder, aynı tutarsızlıkla çocuğunu eğlerdi: “Simgecim makarna yeme, sonra kilo alıyorsun! Ayva tatlısından yesene, o güzel.” Çocuk sanki kendisinin bir uzantısıydı, tombik olamazdı ve tombik olmamalıydı. Kontrol edilmekten bıkan isyankâr her ergen gibi Simge de makarnaya saldırır, ayva tatlısını gözden ve gönülden uzak bir köşeye atardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde de mutfağa uğrar, gizlice makarnalardan tıkınırdı. Annesi gece tıkınmalarını fark ettiğinde ve onun mutfağa ayak basmasını yasakladığında, Simge de başka bir çözüm buldu; odasında kraker stoklamaya başladı. Yatakta, yastıkta, dolapta sürekli yer değiştiren krakerler odayı dört dönerdi. Simge için yemek yemek mutluluktu, hazdı. Başka haz bilmiyordu. Hem tombikleşmiyor bilakis boya gidiyordu. İlerde velev ki tombikleşmeye başladı, bunlar annesinin hüsnükuruntusuydu, kendisinin değil. Büyümek, öğrenmek, gelişmek, hayatı doyasıya yaşamak istiyordu.

Bahar, müdürü sevmezdi, ilk gördüğünde de sevmemişti, son görüşünde- yıllık izin isteyişinde- de. Müdür de Bahar’ı sevmezdi, onunkisi ilk görüşte gıcık kapma belki ilk görüşte nefretti. Sanki Simge’nin büyümüş haliydi. Canlı, renkli, haz peşinde, eğlenceli… Ama yediğine dikkat eden Bahar, kilo almaktan korkar gibiydi. Yemekhanede karşılıklı ya da yan yana olmasa da çapraz oturduklarında müdür sorardı: “Diyette misin Bahar? Pilavdan da baklavadan da almamışsın?” O ana kadar yemeğin başından kafasını kaldırmamış olan Bahar afallamış olarak müdüre bakar, diyette olmadığını ama tatlı sevmediğini söylerdi. Bahar’ın annesi de kilo almazdı. Müdürse sanki hep aynı hastalıklı zayıflıktaydı. Bahar müdürün soluk renkli resmiyetinden hoşnutsuzdu. Kazulet biriydi, otorite zayıflığı ile her köşe başından çıkar, yanlış doğru bir şeyler sayıklar, bir söylediğini iki dakika sonra, tekzip dahi etmeden başka bir söyleme geçerdi. Fiziksel ve ruhsal zıtlıklara sahip bu ikilinin 657’li olmak dışında ortak bir noktaları yoktu. Bu ortak nokta ise aralarındaki yoğun husumeti ortadan kaldırmamakla birlikte hiç değilse birbirlerine zarar vermekten alıkoyuyordu. Bahar’ın ilk kez o zaman aklına gelmişti; onaylanmış yıllık izin dilekçesi elindeyken, ilk o zaman düşünmüştü; merdivenleri inerken, maruz kaldığı bu saçmalık, bu ast-üst ilişkisi başka nasıl bitebilirdi?

Terlikten boşalan poşeti ıslak çizmelerle doldurdu. Koltuğunu yükseltip masaya doğru çekti, bilgisayarı açtı. “Ah,” deyip bir anda eliyle kafasına vurdu. Sanki çok önemli bir durumu aniden hatırlamıştı! Sanki bir şeyleri unutmuş, atlamış, yapmamış, sanki Afrika’daki çocukların açlığı, sanki buzulların erimesi, iklim krizi, savaş, göçler gibi bir şeye sebep olmuştu. Duygu durumunu toparlayıp ayağa kalktı, koridorun solundaki tuvalete gidip birkaç parça kâğıt havlu aldı. Onları ıslattı ve yerlere dağılmış kauçuk çizme topuğundan dökülen siyah noktaların üstüne bastırarak toplamaya koyuldu. Elinde viledası kapı önünde şaşkınlıkla duran temizlik görevlisi Zeynep’i görmesine rağmen bir şey demedi; kimseye iş yükü olmak, kimse tarafından suçlanmak istemezdi. Kendi işini kendi görmeli, pisliğini kendi temizlemeliydi. Zeynep ise “Ben yine iyiyim. İlköğretim okudum, İstanbul’a beş yıl oldu geleli ama gözüm açık kendimi böyle ezdirmedim. Yine iyi alıştım,” diye düşündü. Düşündüklerinden çekinip viledasını da alıp, delil bırakmadan ortamdan sıvışmayı uygun gördü. Bahar’ın yerle ve siyah topaklarla işi bitiyordu ki mesai arkadaşları üçer beşer gelmeye başladı. “Günaydın,” deyip masalarına kurulmadan önce paltoluğa ıslak paltolarını ve şemsiyelerini astılar. Paltoluk birkaç saniye sağa sola yalpaladı, derken yerinde kaldı. Vefat eden çizmenin şanssızlığını stabil kalan paltoluk eşitleyecekti belli ki. Bahar topladığı topakları tuvaletin çöpüne attıktan sonra masanın arkasındaki koltuğa geçti.

 Sonbahar başlarında kendinden korkup psikiyatriste gitmiş ve yeni bir ilaç kullanmaya başlamıştı. Biri merak edip nasıl olduğunu sorsa “Kendimi kötü hissediyorum. Sanki çok hızlı düşünüyorum sanki sürekli hareket halindeyim. Bu beni fiziksel olarak yoruyor. Kendimi yorgun hissediyorum,” derdi. Bu esnada zerre hareket etmez, göz kapaklarını bile kırpmazdı. “Peki ya neden?” deseler, “Annesel, otoriteye dair mevzular,” diye cevaplar, “Hep aynı kiloda kalmak zor zanaat,” diye gülümserdi. Gerçi kimse sormuyordu ama biri sorsa böyle derdi. İşte ikinci kez de o zaman aklına geldi: Müdürü öldürmek, müdürü öldürmek acaba nasıl bir şey olurdu?

Editör: İlknur Sıdar Gülbay

Ayşe Yektamur
Latest posts by Ayşe Yektamur (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close