Yazar: 14:17 Anlatı

Herhangi Bir Deniz Otobüsündeki Herhangi Bir Adam

Dalgalar, hüzünlü bir piyano sonatı dinlermişçesine hareket ediyordu. O ise, dalgaların korkunç yükselişlerini ve nahif alçalışlarını deniz otobüsünün camından bakarak dikkatle izliyordu. Önündeki camdan engelin, onu rahatsız ettiği halde, kendisi için güvenli bir sığınak oluşturduğunu hissetti. Hayatındaki bu çeşit engeller ona bir yandan tuhaf bir rahatlık da veriyor gibiydi. Dikkatini düşüncelerinden sıyırıp tekrar engele yöneltti. Camda ona göre sol üstte kalan ve incecik çizgilerin meydana getirdiği lekeler vardı. Baktığı lekenin ondan uzun bir adamın uyuklarken başını yaslayıp saçlarının yağıyla oluşturduğu iz olabileceğini düşündü. Yağlı saçlı adamın, hiç ufuk çizgisine kadar sıralanan bu mavi dansçılara bakmadan kafasını yasladığı gibi uyumuş olduğunu hayal etti. Hemen ardından da adamın içini kemiren, o an içinden çıkamadığı bir sorunuyla yüzleşmek zorunda kalarak gözünü kırpmadan maviliğe ve düşüncelerine dalıp gittiğini düşledi. Kafasını silkerek başka bir iz daha aradı camda. Böyle tahminler üzerinden hikâyeler uydurmak oldu olası hoşuna giderdi. Gözüne bir iz daha ilişti. Küçük bir el izini andırıyordu. Aynı alanda hareket ederek bir el izi meydana getiren parmak uçları gibi… Kim bilir belki de dalgaların dansına eşlik ederek ritim tutan parmaklardı bunlar. İze takılı kalan gözlerini kırpıştırıp maviliğe tekrar odaklandı. Nefes aldı. Nefesi bütün vücudunda hissederek alıp geri verdi. O an hayattaki alma verme döngüsünü düşündü. Bir insana her anlamda bir şeyler verebilmenin ve bunu yaparken aynı zamanda da karşılık alabilmenin zorluğunu düşündü. Alma verme dengesi üzerine kurulan hayatları düşündü. Almak ama verememek, vermek ama alamamak… Zamandan ve mekândan yavaş yavaş koptu. Dalgaların lirik dansına eşlik eden Chopin’in “Cenaze marşı” sonatıymış gibi kulaklarında müziği canlandırmaya başladı. Böylesine etkileyici canlandırmaları kulaklıkla müzik dinlemeye yeğlerdi. Sanki önünde serilen bu maviliği ölümün eşsizliği karşısında tıpkı bir orkestra şefi gibi dans ettiriyordu. Yukarı ve aşağı… Sağa ve sola… Gördüğü her dalgayı bir notayla eşliyor ve gözlerini hızlı hızlı dalgalar arasında kaydırarak ritim oluşturuyordu. Gerçeklikle dans ediyordu dalgalar, hem de tüm dehşet verici güzellikleriyle.

Cam kenarında oturabilmek için haftalar öncesinden bilet almıştı. Bütün senenin yorgunluğunun bir çırpıda atılacağına inandırıldığı ve ona bir hediyeymiş gibi verilen yıllık izninde ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Neredeyse on yıldır tanımlayamadığı bir döngünün içerisine girmişti. Ama artık ne bir otele hapsedilmek istiyordu ne de yanındakilere ayak uydurmak zorunda kalacağı bir tatil yapmak. Onu zihinsel olarak tatmin edecek bir tatil kâfiydi. Bu yüzden öncelikle hangi araçla yolculuk yapmak istediğini düşündü. Nasıl bir yolculuk yapacağı onun için en önemlisiydi. Çünkü o, gideceği yola kapılmadan yolu inşa etmeyi sevenlerdendi. Sadece ev diye adlandırdığımız yerler değil yollar da mesken tutulmalıydı. Kendi yolunda yürüdü. Deniz yolculuğuna karar verdi. Oturduğu şehre dört-beş saatlik mesafede, dalgalara dokunabileceği bir yer seçti. Yolculuk günü geldiğinde evden çıkmadan hemen önce toparlandı. Çocukluğundan beri valiz hazırlamayı hiç sevmezdi. Bütün eşyalarını gitmeden hızlıca toplamak âdetiydi. Son ana bıraktığı için de ne bulursa doluştururdu valizine. Nereye giderse gitsin hep ağır bir yükü olurdu yanında böylece. Deniz otobüsünün kalkacağı iskeleye ulaştığında gitmeye daha bir saatten fazla vardı. Beklerken karton bardakta satılan, demleme olduğu halde poşet çaydan hallice olan bir de üstüne üstlük paketinin dörtte biri pahalılığında satılan çayı almış bulundu. “Üstüne üstlük” kelimesini birkaç kere tekrarladı sesli şekilde ve ne kadar anlamsız geldiğini hissetti. Sürekli tekrar edilen her şeyin anlamından yavaşça uzaklaştığını düşündü. İlk birkaç yudumda aklından geçen bunlardı. Tatsız çay onun da tadını kaçırdı. İskeleye doğru, bastığı yerdeki çizgilerle bir oyun yaratarak yürüdü.

“Bakar mısınız? Pardon? Yanlış oturmuşsunuz sanırım…” 

“…”

Bir biletine bir onun oturması gereken yerde kucağında çocuğuyla oturan kadına bakıyordu. Kadın oturduğu yerin kendine ait olduğunu anlatan cümleler kurmaya çabaladı. Kadına oturma düzenini göstererek cam tarafına değil de koridor tarafına oturması gerektiğini anlattı. Böyle yanlış anlaması normaldi çünkü koltuk numaraları koridor tarafını ya da cam tarafını belli edecek şekilde yazılmamıştı. Neyse ki kadın anlayışlı çıktı. Kadın ona biraz itiraz etse haftalar öncesi aldığı yeri bile verecek biriydi. Yeter ki dışarıdan kötü görünmesin. Kadın kucağında çocuğuyla birlikte aslında oturması gereken yere, o da kendi yerine geçti. İşte böyle küçük bir mücadele sonrasında kapmıştı yerini.

Tekrar camdan dışarıya bakmaya başladı. Maviliğin gökyüzüyle birleşimi müthişti. Güneş onu rahatsız edecek konumda değildi. Ne gözlük takmasına gerek vardı ne de sıcaktan sıkılmasına. Çayın kaçırdığı tadı yavaş yavaş yerine gelmeye başlamıştı. Dalgaların dehşet verici danslarına kendisini bırakmıştı bile. Uzun bir süre geçmiş gibi hissetti. Saatine baktı. Neredeyse yarım saattir kulağında canlandırdığı sonatla birlikte pür dikkat maviliğe karışmıştı. Deniz otobüsünün hareket etmesine birkaç dakika kala yanındaki koltuğun hala boş olduğunu fark etti. Bu koltuğa gelecek olan kişinin çocuksuz, çok yer kaplamayan ve eşyası olmayan biri olmasını umut etti. Yemek yemek için bile olsa ağzını açmak istemiyordu. Yanına onunla konuşmak isteyecek birinin oturma düşüncesi bu yüzden onu korkutuyordu. Huysuz muydu yoksa huzursuz muydu kim bilir. Sadece etrafını gözlemleyerek dingin bir yolculuk geçirmek istiyordu, hepsi bu. 

İletişim kurmama isteği ona, bir görünmezlik pelerini giymiş gibi hissettiriyordu. Peleriniyle etrafı gözlemlemeye başladı. İnsan, gerçekten de görüldüğü zaman vardı. Bu vapurdaki yolculuk eden herkes vardı. İçlerinde o da vardı. Yalnızdı. Hepsi yalnızdı. Sesler vardı. Koridorda koşturan küçük çocuk sesleri, bağıran ebeveyn sesleri, telefonla konuşma sesleri… Bakışlarını yanındaki boş koltuğu deniz otobüsü kalkmadan hemen önce dolduran adama çevirdi. Koşturduğu her halinden belli olan adam yerine yerleşmeye çalışırken deniz otobüsü de hareket etti. Koşturmayı seven adamın gelir gelmez, hemen sağ koltuğunda oturan turuncu saçlı kadınla bir şeyler konuşmaya başladığını duydu. Merakına yenilip bakışlarını onlara doğru yöneltti. Göz ucuyla baktığı için onları dinlediği de anlaşılmazdı.

“Merhabalar, kusura bakmayın nefes nefeseyim! Geç kaldım. Sizi de rahatsız ettim yerime geçerken ama.”

“Olur mu öyle şey, ne rahatsızlığı. Buyurun. Geç kalmış olsaydınız burada olmazdınız. Ne güzel son anda geldiniz işte. Ben çok erken geldim de.”

Adam bir süre koltuğuna yerleşmeye çalıştı. Sırt çantasını ayaklarının arkasındaki boşluğa koyarken de kadınla sohbet etmeye devam ediyordu.

“Koltuk pek rahat değilmiş. Kimler için yapıyorlar bu koltukları anlamıyorum ki. Siz de tekrar kusura bakmayın oturmak için sizi de kaldırmak zorunda kaldım böyle. Epey de eşyanız varmış.”

“Gerçekten hiç önemli değil.”

“Sağ olun. Peki, siz neden erken geldiniz?”

Ne çabuk sohbet etmeye başladıklarını düşündü. Kendisi bu kadar hızlı bir şekilde konuşmaya başlayamazdı hiçbir zaman. En azından tanımadığı kişilerle…

“Zamanında bir yerde bulunmam gerektiğinde geç kalma korkusuna kapılıyorum. Bu yüzden de çok erken geliyorum şimdiki gibi. Geldiğimden beri de düşünebildiğim tek ama tek şey deniz otobüsünün bir an önce hareket etmesi! Ne kitap okuyabildim ne müzik dinleyebildim. Ne kötü değil mi?”

“Neden böyle hissediyorsunuz?”

“Kafanızı şişirmek istemem ama bilmiyorum ben hep böyleyimdir. Hiç yerimde duramam. Duran her şey de beni çok kaygılandırır. Her şey sürekli hareket halinde olmalıymış gibi ben de durunca telaşa kapılıyorum.”

Turuncu saçlı kadının belli ki konuşmaya ihtiyacı vardı ya da görünmeye. Kafanızı şişirmek istemem deyip de tanımadığı birine kendisini böylesine açması… Öylesine sarf edilmiş bir cümleydi bu gerçekten de. Kafa şişireceğini düşünen insanın konuşmayı tercih edip etmeyeceğini düşündü. O an cevap bulamadı.

“Hiçbir şey durmaz ki. Siz de, ben de, deniz otobüsü de dâhil. Her şey her zaman hareket halindedir.”

“Nasıl durmaz, duruyoruz ya işte? Deniz otobüsü de hareket etmiyor. Biz de bekliyoruz öylece?”

Görünmez kalmaya ihtiyacı vardı ama o, yanında edilen bu ilginç sohbete kayıtsız kalamadığını hissetti. Dayanamadı ve göz ucuyla dinlediği sohbete doğru kafasını da çevirdi bu sefer. Sohbete asla dâhil olmak istemiyordu aslında fakat merakı yine onu alt etmişti. Onun kafasını döndürmesiyle turuncu saçlı kadın da dinlendiğini fark etti. Koşturan adamın ise sadece ensesi ona dönüktü. Kadına karşı yakalanmış hissetti. Pelerin palavraydı demek. Görünmez olamayacağını anladı o an. Hiç duramayan kadın, bakışlarıyla onu da sohbete dâhil etmek istedi. Fakat o konuşmak istemiyordu. Kadın, onun bir dinleyici olarak kalma isteğini hissetmiş olacak ki sohbete dâhil olması için daha başka bir çaba sarf etmedi. Bayılırdı böyle halden anlayan insanlara. Çünkü halini anlatmakta çok da yetenekli değildi. Turuncu saçlı kadın, ona, veda eder gibi gülümseyerek koşturan adamı dinlemeye devam etti.

“Herakleitos’un da dediği gibi, ‘Her şey hareket eder ve hiçbir şey sabit değildir.’ Bizler hiç durmadan hareket eder ve hiç durmadan bir şeyleri bekleriz. Hayat, hiç duramayacağını bile bile sürekli durmaya çabalamakla geçer. Fakat bizler duramayız. Ne kadar çabalarsak çabalayalım hareket etmeye devam ederiz.”

“Hiç durmadan nasıl beklenir ki? Duruyorken nasıl hareket edebiliriz? Bunlar birbirine zıt şeyler değil mi?”

“Belki de durmak da bir hareket etme biçimidir, ne dersiniz?”

Gözlerini yumdu ve dinlediği bu doyurucu sohbetten biraz uzaklaşarak tekrar maviliğe doğru bakmaya başladı. Koşturan adamın son söylediği cümleyi kafasında istemsizce tekrarladığını fark etti. “Belki de durmak… Durmak… Durmak da bir hareket etme biçimi…” Kendisinin de durmaya çaba gösterip göstermediğini düşündü. Şu an gittiği tatil bile bu amaca hizmet ediyordu sanki. Biraz olsun durabilmek için… Ama adamın dediği gibi durma eylemi bile gerçekten hareket içeriyordu. Bu yolculuk… Gideceği yerde yaşayacakları… Gitmek… Kadının verdiği veda gülümsemesi aklına geldi. Normalde böyle bir sohbete katılmak için heyecan duyardı aslında. Duymadı. Belki de hayatının sadece alma döneminde bulunuyordu. Öyle ya her zaman dengede duramazdı insan. Vermek gerçekten güç isteyen bir şeydi. Kalbini kocaman hissetti, sanki her şeyi içine alabilirmişçesine kocaman. Aynı anda da kendini bu kalbi taşıyamayacak kadar küçük hissetti. Kadın ile adam konuşmaya devam etti. Ama o artık onları dinleyemiyordu. Sesleri bir uğultuya dönüşmeye başladı. Onların sohbetinden payına düşeni almıştı. Maviliğe gözlerini daldırarak sohbetten tamamen uzaklaştı.

***

Hiç beklediği gibi bir tatil geçirmediğini hissetti dönüş biletini almaya çalışırken. On beş gün nasıl da hızlı geçmişti. Döndüğünde tatilini soracak olanlara sanki anlatabileceği hiçbir şeyi yoktu. Ne edilen harika sohbetler ne denizde geçirilen keyifli saatler ne de eğlenmekten yorgun düştüğü geceler… Gidiş biletinin aksine dönüş biletini döneceği gün almıştı. Cam kenarında oturma isteği bile yoktu bu sefer. Rahatlayacağını düşündüğü tatilden bir o kadar rahatsız hissederek dönüyordu. Karnı acıkmıştı. Deniz otobüsünün kalkmasına bu sefer iki saatten fazla vardı. Geliş yolculuğunda yanına oturan turuncu saçlı kadınla koşturan adam geldi aklına. Elinde valiziyle önüne gelen rastgele bir büfeye oturdu. Çok fazla insan yoktu. Hava, öğlen sıcağıyla insanları denizden çıkartmak istemiyor gibiydi. Menüdeki gözüne ilk ilişen tostu sipariş verdi. Yanına bir de çay istedi. Karşı masasında oturan ve onun gibi valiziyle bekleyen bir çift vardı. Kadın ve erkek yan yana durdu mu akla ilk gelen bu olurdu. Kızdı içinden kendi kendine belki de arkadaşlardır diye. Belki de abla ve kardeş… Dumanı üstünde gelen tostundan bir ısırık aldı. Sıcaklığına rağmen tostun olmayan tadını duyumsadı. Tostu da yaptığı tatil gibi yavandı. Evet doğru kelime buydu. Yavan bir tatil geçirmişti. Tostun sert ve kurumuş olan kenarlarını yemeden bıraktı. Yalnızlığı aklına geldi. Yavanlığa sebep olan şeyin belki de yalnızlık olabileceğini düşünmeye başladı. Çayını yarılamıştı. Kaç yudumu kaldığını hesaplamaya çalıştı. Aklı onunla oyun oynuyordu sanki. Ya yalnızlığı üzerine düşünecekti ya da çayını kaç yudumda bitireceğini… Karşısında oturanlara baktı bu sefer dikkatini dağıtmak için. Kadın da erkek de suratlarında donuk bir ifadeyle oturuyorlardı. Erkek nereye doğru bakarsa kadının da göz göze gelmemek için tam tersi bir yöne doğru baktığını fark etti. Bir bıraktığı tost artığına bir karşı masaya bakarak çok dikkat çekmeden inceledi kadınla erkeği bir süre. Konuşmuyorlardı. Masalarındaki tek hareket, erkeğin sıcaktan alnında biriken terleri peçeteyle silişiydi. Saatine baktı. Zaman da hiç geçmiyordu. Neyse ki iskeleye yakın bir yere oturmayı tercih etmişti. Deniz otobüsünün kalkmasını burada bekleyebilirdi.

“Konuşacak bir şeyimiz olmadığına emin misin!?”

Ses adamdan çıkmıştı. Belki biraz titrek ama kendinden de emin, konuşacakları bir şeyleri olduğundan oldukça emin bir sesti bu. Kafasını tabağına doğru eğdi ve bakışlarıyla kadının ne diyeceğine bakmaya başladı meraklı gözlerle. Adamın da onun da gözü kadının üstündeydi. Etrafta duyulan ise sadece maviliğin dinginleştiren sesiydi. Belki de ölüm sessizliği…

“İletişim kurmamız gerek ve bunun için de konuşmamız gerek ve bunun için de cevap vermen gerek!”

Adam bu sefer biraz daha öfkeli bir ses tonuyla konuşmuştu. Sesindeki öfke onun da bakışlarını başka yöne çevirmesine neden oldu. Bakmaması gerektiğini hissetti. Ama kulağı gerginliğine rağmen masadaydı.

“Benim anlatacak hiçbir şeyim yok. Senin konuşmanı bekliyorum.”

Bu sefer konuşan kadındı. Bir an kadınla sesini eşleştiremedi kafasında. Başka birinin sesiymiş gibiydi kadının sesi. Ve hiçbir çıkarım yapamadı kadının ses tonundan. Oysa oldukça başarılıydı bu konuda. Çok donuktu kadının sesi. Havanın sıcağına buz gibi sesiyle karşı koyarcasına donuk…

“Benim ne konuşmamı bekliyorsun ki sen konuşmazken? Ne yaptım ki sana ben? Hiçbir şey yapmadım!”

 “Evet! Hiçbir şey yapmadın. Sorun da budur belki ne dersin? Her zaman sadece konuşmamı bekledin bir şey yapmak için. Hatta yaptığın tek şey beklemek oldu tam da beklememen gereken tüm noktalarda. Bu bekleyişlerin bizi bu hale getirdi işte.”

“…”

“Ben de senin beklememeni beklemekten sıkıldım artık. Buna tahammül edemiyorum. Senin bir şey yapmamana tahammül edemiyorum! Bu hareketlerin seni de beni de giderek yalnızlaştırdı. Bizi, biz olmaktan çıkarttı.”

Çayının kalan kısmını yudumlarken bakışlarını çiftten uzaklaştırdı. Sanki kadının son cümlelerindeki hüzün tüm etrafını sarmıştı. Kötü hissetmeye başladı kendini. Başta çifte üzüldüğünü zannederken aslında kendini düşünmeye başladığını fark etti o an. Hayatında biri yoktu. Ama olsaydı da yokmuş gibi yalnız hissedebileceğini görmek onu ürküttü. Bunca zaman durup birilerini bekleyip beklemediğini düşündü. Beklerken hiçbir şeyi durduramadığını düşündü. Ne zamanı ne olayları ne de kendini… Her şey gidiyordu da sanki o inatla durmaya çalışıyordu. Belki de bu kadar durmaya çabalama hali onu öylesine yormuştu ki bu sefer de durmanın yorgunluğunu atabilmek için bir tatile gitmek istemişti, kim bilir.

Kadınla adamın sesleri uğultuya dönüşmeye başlamıştı bu sefer de. Kollarıyla sandalyesinden destek alarak doğruldu. Onları orada bırakarak hesabı ödedi ve iskeleye doğru yürümeye başladı. Temiz havayı içine çekti. Aynı anda sanki güneşi de denizi de içine çekmiş hissetti. Biletini görevliye gösterdi. Valizini diğer valizlerin yanına yerleştirdi. Alırken yerini hiç önemsemediği koltuğuna doğru yöneldi. Biraz uzağında da kalsa deniz yine ona gösteriyordu kendini. Kendini maviliğe bıraktı. Şimdi anlıyordu, yalnız kalabilmenin ayırdına varabilmek için deniz otobüsünden inmesine, kalacağı yere biraz endişe duygusuyla gitmesine ama akabinde de kalacağı yere uzun süredir kalmışçasına alışmasına ve denize girip çıkarak bu yavan döngünün içerisinde bir on beş gün geçirmesine hiç gerek yoktu. Yalnız kalmak için tek başına kalmak gerekmiyordu. Büfedeki çift aklına geldi. Tek başına olmamak da yalnız olmadığın anlamına gelmiyordu. Oysaki o yalnız kalabilmek için insanlardan kaçarak bir tatile çıkmıştı. Şimdiyse kimseyle geçirmek istemediği vakti kendisiyle de geçiremeden döndüğünü hissediyordu. Kendiyle kalamayan kişi sürekli insanlardan uzaklaşarak yalnız kalmaya çabalıyor olabilirdi. Ama kişinin her istediğinde de kendisini alıp karşısına oturtması epey güç bir eylemdi. Yalnız kalmak ya da kendiyle kalmak… Tatili boyunca yanında kimsesi yoktu, kendisi de dâhil.

Deniz otobüsü ıssızdı bu sefer. Cam kenarı dışındaki koltuklar neredeyse boştu. Herkes kalmış da o dönüyordu sanki. İşte tam da şimdi bir sohbete dâhil edilmek ve sohbeti devam ettirmek isterdi. Zamanı geri döndüremiyordu işte. Şimdi yanında değil sohbet eden birileri hiç kimse yoktu. Geri getirememenin gerçekliğiyle hüzünlendi. Deniz otobüsünün durmasına az kalmıştı artık. Motorların güç kesmesiyle maviliğin üzerinde süzülür gibi hissetti. Zamanın bütün taşıtlardan hızlı olduğunu düşündü. O, daha tatile gidiş yolculuğunda, elini bırakmıştı zamanın. Ya da belki zaman onun elini bırakmıştı. O, tatile giderken sanki zaman çoktan tatilini yapmış ve geri dönmüş de evde onu bekliyordu. Yaşı öngörülen yolun yarısına gelmişti işte, ama o hala zamanın yanında yürümeyi beceremiyordu. Ya ilerisinde dururdu zamanın ya gerisinde, hiç şaşmaz.

Saç teli inceliğindeki kollarını ovuşturan sinekle göz gözeydi. Sineği tüm tüylerine varıncaya kadar izlemeye başladı her zaman yaptığı gibi. Sol omzuma tünemiş, o kıpırdamıyor diye gitmiyordu sinek. Bir süre bakıştılar. Sineklere “Acaba şu an, tam bana bakarken bir şey hissediyorlar mı?” düşüncesiyle bakardı her zaman. Sanki sinekte bir bilinç varmış gibi… Bir kıpırdasa sineğin uçuvereceğini biliyordu. Deniz otobüsünden inmesine çok az bir zaman kalmıştı. O, mavilik, boş koltuklar ve sinek… Sinekle birlikte maviliğe bakıyordu şimdi. Sinek omzundaydı hala. İkisi de kaskatı kesilmişti. Böyle hareketsizken durmak kolaydı belki. Sineğin, o gitmesini istemediği için gitmediğini düşündü yine. Belki de kendisini sevebileceğini düşündü. Bazen bu deliden hallice düşüncelerini yazmak isterdi. Sineği kişileştirdiği bir hikâye yazsa nasıl olacağını düşledi. Ama kalemi oynatabildiği tek yer kafası olurdu her yeltenişinde. Vazgeçti. Deniz otobüsü iskeleye yanaştı. Kalkmak istemedi. Kalktığı an sineğin gideceğini biliyordu. Ama yapacak da bir şeyi yoktu. Gitmek istemese kalır diye düşünerek ayaklandı. Bakmadı bir süre omzunda sinekten kalan boşluğa. Sineğin orada olup olmadığını görmekten korktu. Gittiğini biliyordu. Valizini bıraktığı yerden almak için koltukları geçerek valizlerin bırakıldığı yere ilerledi. Valizini aldı ve sürüklemeye başladı. İçinde taşıdığı yükler valizinden ağır geldi o an. Yüklerini taşıyan tekerlekler dönmeye devam ederken korkakça omzuna baktı. Korkarak ama bir o kadar da cesaretle… Sinek yoktu. Gitmenin ne kadar kolay olduğunu düşündü. Bir yandan da bütün tatil boyunca yapamadığını artık yapabildiğini hissetti. Sineğin gidişiyle kendine geldiğini hissetti. Hareket etmeye başlamıştı. Daha doğrusu hareket edebildiğinin farkına varmaya başlamıştı. Kendi olarak dönüyordu çıktığı bu yolculuktan. Deniz otobüsü iskeleye iyice yanaşıp durdu. Otobüsten kendisiyle birlikte indi. Bu sefer yerdeki çizgilerle oynayarak yürüyen yalnızca o değildi. Yalnız değildi. Eve dönerken valizinin hafiflemeye başladığını hissetti. Tek taşımıyordu artık. Üçüncü kattaki evinin zilini çaldığında zamandan gelecek olan “Kim o?” sorusuna “Biz!” diye bağırmak,Biz geldik! cevabını vermek istedi. Zamanın yanına varabilmişti. Zaman, o ve kendisi… Artık yalnız değildi.

Editör: Mete Karagöl

Buse Karabulut
Visited 24 times, 1 visit(s) today
Close