Yazar: 13:11 Öykü

Mümkün mü Artık Dönmek

Bir ormandayız. Onun evi burası. Yanında misafir miyim, bilmiyorum. Lüzumundan fazla konuşmuyor, hatta gereğinden de az konuştukları. Varlığıma bir tanımlama getirmiyor. İsmimi dahi sormadı. Benim de işime geldi, söylemedim. Konuşurken “sen” diyor. Bir gün seslenmek icap ederse ne diyecek bilmiyorum. 

Onun yanına bile isteye geldim, o ise hesapta yokken yer verdi bana.  Bu yüzden sonunu da o belirlemeli. Anlaşmamız bu. Eşitlik adına uymam gerekli.

Küçük kulübesinde kendisi ve köpeğinden başkasına yer yok. Yan taraftaki, üstü tenteli, depodan bozma kısma öteberiyi çekip bir yatak serdi. Kışa kadar idare eder burası. Belki de güz bitmeden gönderecek beni.

Kendine “Yalnız Kurt” dedirtiyor.

Bir gün, “Yanında ben varım şimdi. Demezler mi nasıl yalnız?” diye sordum.

“Sen yoksun ki,” dedi bana. “Kendini var ettiğinde zaten gitmiş olacaksın buradan.”

Kütük kulübesinin önünde kendine sebze yetiştiriyor. Arada yiyecek getiren koruculara kendi yaptığı şaraptan veriyor. Zamanı hatırlamak için eski bir kol saati, bir de pilli radyosu var. 

Yattığı yatağın altında fişekli av tüfeği durur. Bazen onu alıp köpeği Keş ile ortadan kayboluyor. Tüfeğin sesi yankılanıyor bir zaman sonra. Döndüklerinde yanlarında ya keklik ya da tavşan oluyor. Ava çıkarken henüz yanına almıyor beni. Sanırım bunu hiç istemediğimi anlıyor.

Ben çalı çırpı topluyorum gündüzleri etraftan. Bir de nehirden su taşıyorum. Omzundan yük aldım mı veya bana verdiklerine yeter mi bu karşılık? Merak ediyorum. Yine de sormuyorum, o da bana bir şey söylemiyor. 

Kendiliğinden gelişiyor her şey. Çoğu kez söze gerek duymadan olgunlaşıyor bağımız. Birbirimize anlatmasak da memnunuz bu halden. Hatta bu dengenin bozulma olasılığı beni korkutuyor. Otuz küsur yıldır yoksun olduğum gereksinim bu tabiilikmiş, yeni farkına varıyorum. 

Yine de bilhassa geceleri konuşmak geliyor içimden. Bu hevesi, kopup geldiğim o kasabada hiç duyumsamamış olmama şaşırıyorum. Belki de onun sessizliği sağlıyor bunu. Kalabalık bir uğultudan susarak kaçmışken, suskunluk içinde birikmiş bir iştahla konuşmak istiyorum.

Bazen sırtını dayadığı koyu gölgeli bir ağaç altında Keş ile uykuya dalıyor. Keş henüz alışık değil bana, gözlerini kapatmadan kuşkuyla beni süzüyor. Köpeğin tüylerini usulca okşayarak daldığı gündüz uykusundan çoğu kez bir saksağan ötüşüyle uyanıyor. Civarda mıyım diye kısa bir kontrol edip ormandaki ağaçları anlatmaya koyuluyor. 

“Şu aşağıdakiler Halep çamı. Hızlı büyür ama iyi yanmaz odunu. Şunlar Ardıç. Bak bu mucize ağaçtır. Ardıç kuşunun tohumunu yiyip pislediği yerde çıkar yalnız.”

Kendimi de oldum olası bir ağaca benzettiğimi anlattım bir kez ona. Çürümüş, olduğu yerde kurumuş, ardak… Müstehzi gülümsedi.

“Toprağını değiştirmek için geldiğine göre hâlâ umudun var büsbütün kurumadığına.”

Lacivert ciltli bir defteri var. Çoğu ikindi vakitleri bir şeyler yazıyor. Ara ara meşeden yapılma kutusundan birkaç fotoğraf çıkarıyor. Birini kazara görmüştüm, yastığın yanında unutmuş; henüz gençken, güzelce bir oğlan çocuğu onun elinden tutuyor. Sanırım en çok da o resme dalıp gidiyor. Rahatça ağlaması için yalnız bırakıp ormanın derinliklerine yürüyorum.

Hava kararmaya yakın döndüğümde çoğu kez ateşin başında gün aşırı yaptığı çorbalardan birini kaynatıyor oluyor. 

“İçeriden kaşık al, iki de soğan kap. Ananın elinden bile içmemişsindir böylesini.”

Her nasıl olduysa yeniden yüzüne yerleşen metaneti yankısız bırakmıyorum. Koşarak alıyorum içeriden istediklerini. Soğanları yumruğumuzla kırıyoruz, birer tas çorba içiyoruz. Bir tütün sarıyor. İçmediğimi bilse de önce bana uzatıyor, gülümsüyorum. 

Sırtını kulübesinin ahşap direğine dayayıp gökyüzünü süzüyor sonra. Tanımadığım insanların tanık olunmaya değer bulunmamış zamanlarında geçen hikâyelerden anlatıyor. Çoğunun içinde yoksulluk ve ölüm var. Çoğu, o mutlu ve muteber azınlığın çarkına sövdürtüyor.
Arada bir geceleri sayıklıyor. Kesik kesik inliyor ardından. Dışarıda da olsam duyuyorum. Derken, bağırarak uyanıyor. Hemen uykuya dalması zor, dışarı çıkıp yine bir tütün sarıyor. Varlığım rahatsızlık vermesin diye uyuyormuş gibi yapıyorum. Uyumadığımın farkında, bunu adım gibi biliyorum.

Ona ne vakit delirdiğini sordum bir keresinde. Cüretimden olacak, önce şaşırdı sonra da esaslı bir kahkaha koyuverdi. Uzamış sakalları ateşin harıyla kızıla çaldı kahkahasıyla öne eğilirken.

“Ne bileyim. İnsan bilir mi delirdiğini? Bilse de kestirebilir mi zamanını?”

Sonra birdenbire silindi yüzünden o beklenmedik neşe. Emaneten gelip oturmuş gibi kalktı yürüdü içinden nadiren çıktığı deliğe.

“Söz ettiğin uzaklaşmaksa eğer, epey zaman oldu sanki.”

“Ben de uzağım o zaman,” diyorum kendime o gün bugündür. Oysa delirdiğimi sanmıştım. Uzak olmanın esrarı ruhumu zinde bir inançla kuşatıyor. Yadırgayan bakışlardan, olağandışı sayılmaktan, zoraki sohbetlerden, kasaba minibüsleri, muhasebe defterleri, satmam icap eden kiremitler ve servet arttırma gereksinimlerinden uzak olmak eşsiz geliyor.

Hiçbir zaman geçmişten bahsetmiyor. Konu oraya seyrederken o davetsiz neşe gibi ansızın kendi kabuğunun içine giriyor.

Böyle zamanlarda suskunluğu bir bıçak gibi. Yavaş yavaş içini kanatıyor suskunluğuyla. Elinden çekip almak istiyorum. Tam yelteneceğim, aramızdaki kavil geliyor aklıma, vazgeçiyorum. 

Gecenin içinde, aya ve bulutlara dalıp şarap içiyoruz bazen. Onun kadar alışkın değilim, birkaç kadehi geçtim mi sersemliyorum. O vakitler ki özlemle doluyorum. Neye dair olduğunu tanımlayamadığım bir özlem bu.  Uzak olmanın burukluğu çöküyor. Uzak olmak, yalnızca o vakitler zorumuza gidiyor.

Rüzgâr iyiden iyiye hızlanıyor kimi gece. 

“Döner mi bu hava yarına?” diye soruyorum.

“Birkaç günü var. Belki de bir hafta.”

Ağaç dallarının gök gürültüsüne benzer çatırdamaları duyuluyor rüzgârlı gecelerin bir vakti. Sanki koca orman üstüme yıkılacakmış gibi ürküyorum. Uyumak ne mümkün. Seslenemiyorum ama ödüm kopuyor. Anlar gibi sabaha karşı kulübeden çıkıyor. 

“Mantar toplamaya çıkacağım. Geç içeri birkaç saat de sen yat.” 

Evrenin uzak bir köşesine ilişmişiz. Koskoca evrene sığamıyoruz. Ne var ki onun geniş düzlüklerde gözü yok. Ben ise dönmenin cazibesine kafa tutuyorum.

Birkaç kitap verdi bana. Okumak iyi geliyor. Okudukça anlattıklarını bütünleştirmeye başlıyorum kafamda. Bu sessiz ortaklık bize iyi geliyor. “Dönmek” ise geride bıraktığım evren gibi giderek zihnimden uzağa düşüyor.

Bazen fark ettirmeden izlemeye koyuluyorum onu. Onun macerasını bildiğimi sezmesinden korkuyorum. Bir gün sorsa onu nasıl bulduğumu, yalan söyleyemem. Anlaşmanın bir parçası da bu. Konuşmadan gözlerimizle attık imzayı altına. Yalan olmayacak aramızda. Sorarsa anlatmak zorundayım ona.

“O fotoğraftaki çocuğu biliyorum,” demem lazım. “Kasabaya yerleşen eski dostun Atıf Hoca’dan dinledim Kerem’i. Kayıplara karıştığında her köşede ondan bir iz aradığını, her cumartesi o lisenin önüne fotoğrafıyla gittiğini, on yıl önce buraya çekilip Kerem’in gelmesini veyahut Kerem’e varmayı beklediğini…”

Akıbetini seziyor, sebep olanları biliyor hâlbuki. Yine de çizgilere karışmış yüzü, çatallaşan sesi ve bölünen uykuları ile inatla Kerem’i bekliyor.

Umudu ne kadar taze emin olamıyorum. Dev bir sarkacın ucunda o umuda tutunur gibi. Bıraksa, kaybın bıraktığı boşlukta düşüp kaybolacak; hissediyorum. 

İkimizin de içinde koyu bir hınç var; varlığından ürküyoruz. Yine de ruhumuzdaki barındığı yerden söküp atmamız imkânsız. Belki de o hıncın aleviyle donmadan hayatta kalabiliyoruz.

Çok şey anlattım sonrasında. Ateşi karıştırarak dinledi geceleri. Bıçakla ağaç dalı yonttu kimi zaman ben anlatırken. Dinlediğinden şüphe ettim bazen. Yine de durmadım, gücenmedim, anlattım.  Büyüdüğüm evi, içimi sanki bir mengeneyle sıkıştıran kasabayı, hatta Hacer Yenge’yi ve her Allah’ın günü anamın kulağına fısıldadığı bana dair tenkitlerini, usulen evlendiğim kadını, üzerime parmaklık gibi çöken çeyizlik perdelerini… Çevremde nasıl halka olup sağıma soluma çeki düzen vermeye gayret ettiklerinden bahsettim. Kıymıklarımı törpüleyip, çapaklarımı alıp, bir de güzelce cilalayıp şirince bir bibloya çevirme heveslerini sayıp döktüm. 

Ama en çok da Roni’yi anlattım ona. “Manası aydınlık,” diye açıkladım ismini, onu tanıdığım o kasvetli pavyonun inadına. 

“Daha çok gençtim. Kapıldım gittim rüzgârına.”

Tanıdık birinden bahsediliyor gibi dinliyor Roni’yi.  

On beşinde öz amcasının tecavüzüne uğradığını, yüz karası addedilip köyden canını zor kurtararak kaçtığını yılgın küfürlerle anlatırken esir oluyoruz bu âleme dair duyduğumuz utanca.

 “Müsaade etmediler ki kavuşalım. Çok sonra duydum ki şu aşağıdaki şehre göçmüş. Günahına girmiş itin biri, kıymış canına.”

Kadere teslim oluşuma kızıyor mu yoksa kahırlanıyor mu kestiremiyorum. Anlattığım günden beri, “Neden geldin de buraya sığındın?” diye sormasından korkuyorum. 

Bir sorsa, mümkündür ki zincirlerimden boşanmış gibi konuşacağım. 

“Öyle ya da böyle Yalnız Kurt… Fahişe dedikleri bir garibin başı için bırakarak onca şeyi, şu aşağıdaki ışıklı çukura vardım. Yakın da değil, nice zaman oldu haberini okuyalı gazeteden. Elim kolum bağlandı başta, sanki felç oldum. Böylesi bir gece çaktı kafamda şimşekler. Babamın nalbur dükkânını, alelacele baş göz ettikleri karımın akça koynunu,  akşamdan ütülenmiş gömleği, sabah elime tutuşturulacak sefer tasında yemeği, ertesi gün yine dükkâna borç istemeye geleceğini adım gibi bildiğim hovarda Sacit itini, tüm doğmuş ve doğacak hadiseleri geride bırakarak geldim,” diyeceğim. 

Günü gelecek bu konukluğu değiştirecek bir şeyler olacak. O vakte kadar burada ateş yakıp bekleyeceğiz. Ara sıra radyoda çalan hüzzamla sabahı getirene kadar şarap içeceğiz. Belki Keş bana alışır, ben de ava. Yalnız Kurt’a sen dinlen deyip ormanın derinliklerine ineceğiz.

Bir ormandayız. İkimize de bağrını açmış bir sığınak burası. Toprağına yaralarımızdan fışkıran irini akıtıyoruz. Henüz vakti var sağalmanın. Belki de şifası yok bunun, kestiremiyorum. Sonu o belirleyecek, anlaşma böyle. Tekrar “var olmak” istemesem de bir gün dönmem gerektiğini söyleyecek, biliyorum.


Editör: @metekaragol

Başar Yılmaz
Latest posts by Başar Yılmaz (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close