Yazar: 23:20 Öykü

Bir Ölünün Mektupları

“Ada Hanım, hakkınızda özel hayatın gizliliği ilkesini ihlâl ederek, Kenan Bey’e ait mektupları, izinsizce, haksız çıkar sağlamak için sosyal medya hesabında paylaştığınızla ilgili Begüm Hanım tarafından yapılan şikâyet var. Nedir olayın aslı? İfadenizi alalım, sonra savcılık gerekli görürse tahkikat başlatılacak, siber suçlarla mücadele birimine sevk edeceğiz sizi. Buyurun sizi dinliyoruz hanımefendi.”

“Nereden başlayacağımı bilmiyorum baş komiserim. Ben sadece rahmetli Kenan abinin manifestosunun sesi olmak istedim, onun kelimelerinin, cümlelerinin kâinatta bir yerlerde yaşamasını istedim.”

“Nedir bu manifesto falan ne demek istiyorsunuz?”

“Bağıra bağıra ölmesini kastediyorum.”

“Ne demek bağıra bağıra ölmek?”

“Kenan abi kendini asarak intihar etti. İsteseydi zaten kullandığı antideprasanlarla çok daha kolay yoldan sessizce ölmeyi seçebilirdi. Ölümünü herkesin, en çok da Begüm ablanın gözüne sokmak istediği için bu yolu seçtiğini düşünüyorum.”

“ Eee, intihar etmesinin şikâyete konu olan durumla ne alakası var?”

“Açıklamaya çalışayım: Kenan abi, çevresine, insanlara karşı duyarlı, olabildiğince hassas, güler yüzlü, bir o kadar da kültürlü, harika bir insandı. Üç sene önce bizim apartmana taşınmıştı. Yks’ye hazırlandığımız sene bana ve üst kat komşumuz Yusuf’a, sınava hazırlık motivasyonumuzda ve ders çalışmada çok destek olmuştu. Hatta Yusuf’un ailesine dershane taksitlerini ödemelerinde de yardımcı oldu. ” 

Neyse uzatmayayım, hep yeni bir şeyler öğrenirdik onunla konuşmalarımızda. Geleceğimize dair kurduğumuz pek çok hayalde onun izi var. Bize göstermeye çalıştığı mutlu yüzünün ardına sakladığı derin bir melankolik tarafı vardı ki ney üflediği akşamlar neyle beraber ağlardı sanki.  Kederinin sebebini çok merak ederdik, onu incitmekten korktuğumuz için sormaya çekinirdik. Trajik şekilde ölü bulununca hem çok şaşırdım hem de hiç şaşırmadım.

“Bekliyordunuz yani intihar etmesini öyle mi? Enteresan bir kişiymiş demek ki Kenan abiniz. Siz de bayağı bayağı hayranmışsınız rahmetliye…”

“Yani…”

“Devam edin lütfen.”

“Katılacağı çok önemli bir proje toplantısının olduğu günün gecesinde asmış kendini. Ajanstan arkadaşları telefonla bir türlü ulaşamayınca eve gelmişler, yaşlı annesinin ve ağabeyinin de kendisinden haberdar olmadığını öğrenince çilingirle kapıyı açtırdılar. Onu, kullandığı ipin boyundan, taburesi düştükten sonra boynuna ne kadar basınç uygulanacağını filan her şeyi ince ince hesap ederek hazırladığı mekanizmaya asılı bulunca bir anda her şey anlamını yitirdi. Ben o haline hiç bakamadım bile.

Sonra polisler, savcı, bütün apartman sakinleri, akrabalar derken ev bir anda taziye evine döndü. Begüm ablayı ilk kez o akşam tanıdım. Kenan abinin annesi Nezahat teyzenin yanında biraz oturduktan sonra öfkeyle “Seni affetmeyeceğim hiçbir zaman, bana hayatı zindan etmek için kendini öldürdün” diye bağırmaya başladı. Ablası apar topar koluna girip dışarı çıkardı ‘ölü evinde ne yaygara koparıyorsun, ayıptır, günahtır ‘diye.”

Definden sonraki hafta Ahmet abi, veraset işlemleriyle ilgilenirken, Nezahat teyze hatıra birkaç parça eşyasını, fotoğraf albümlerini, neyini aldı. Evdeki eşyalar için komşulara ihtiyacı olan istediğini alabilir dediler.

“Artık mevzuya gelsek hanımefendi!”

“Haklısınız, anlaşılabilmek isterken iyice detaya girdim. Kusura bakmayın. Bazı komşular alıcı gözle evdeki eşyalara bakarken dikkatimi çekti bir kutunun içindeki zarflar. Kargaşada kaybolmasın diye hemen aldım. Müsait zamanında Nezahat teyzeye gösterdim, “Bizim gücümüz yok okumaya, evladım gönlümüzdeki gibi kalsın, Begüm’e bir sor isterse o alsın” deyince birkaç gün sonra kutuyu Begüm ablanın iş yerine götürdüm.  Beni görmekten rahatsız olduğunu anlayacağım kadar soğuk davrandı. Şöyle bir baktı zarfların üzerine Kenan’ın yazısı dedi, kendine yollamış. Beşiktaş’tan Üsküdar’a. Kim bilir ne saçmalıklar yazmıştır. Okumak ve iyice çıldırmak istemiyorum. Çöpe at gitsin sen de beynini bulandırma dedi.

Oradan çıkarken içim elvermese de yapacak bir şey kalmadı diye mektupları yakmaya karar vermiştim. Eve gelince öylece dolabıma koydum. Orada unutmuşum. Birkaç ay sonra kutu elime geçince tekrar baktım içinde son iki ayda her pazartesi günü gönderilmiş sekiz mektup vardı. Bir göz atayım ondan sonra yakarım ne olacak ki zaten dedim. Merakıma engel olamadım. Okuduktan sonra rüyalarımda onu görmeye başladım, sanki bir şeyler anlatmak istiyordu. Bu duygusallıkla, Kenan abinin varlığını sığdıracak bir yer bulamadığı bu koca dünyada bari sözleri kalsın istedim. “birölününmektupları” diye instagramda bir hesap açtım, pazartesileri mektupları yayınlamaya başladım. Üçüncü mektuptan sonra hesap ilgi çekti. Beğeniler, yorumlar, sorular, pazartesiyi bekleyenler derken takipçi sayısı gün geçtikçe arttı. Sadece postları atıp, yazılanları okudum, kimseye hiçbir şekilde cevap vermedim. Hatta son mektuptan sonra bazı dijital platformlardan postlara devamla ilgili istekler geldi. Hesap popüler olunca Begüm abla da fark etmiş, rahatsız olmuş herhalde. Hepsi bu.

Aziz hatırası için yaptım ne yaptıysam. Kötü bir niyetim, hele Kenan abinin kıymetlisini rencide etmek, onu üzmek gibi bir amacım asla olamaz.”

“Enteresan bir durum. Niye bu kadar ilgi gördü açtığınız hesap, ne yazıyordu ki bu mektuplarda?”

“Belki içtenlikle yüreğini döktüğü için, belki de herkesin hayatından izler bulabileceği cümleleri olduğu için. Açıkçası böyle bir alakayı ben de beklemiyordum. Bilseydim paylaşımın karakola taşınacak bir mesele haline geleceğini bu işe kalkışmaya asla cesaret edemezdim.”

“Peki, niye kendine göndermiş mektupları?”

“İçindeki Kenanlardan biri, güçlü olan Kenan’dan yardım istemek için yazdı belki. Bilemiyorum.”

“Daha önce karşılaşmadığımız bir durum. Açıkçası şaşırdık biz de. Nerede bu mektuplar?”

“Resimleri var telefonumda, göstereyim. İşte bunlar.”

1.Mektup Sevgili Dost,

Sen bu mektubu okurken ben çok uzaklarda olacağım diyerek başlamak isterdim satırlarıma. Hani veda mektupları böyle başlar ya. Ama tahmin edebileceğin gibi ajansta çalışma masamdan yazıyorum. Üstelik ilk mektubum. Ha ha ha … Tamam komik değil ama gülümsedin değil mi?

 Benim aslında sana anlatmak istediğim çok şey var. Ben yazmadan anlasan: Ne kadar yorgun olduğumu, dünya ile bitmeyen kavgamı, hep bir varoluş probleminin içinde bazen özne bazen nesne oluşumu vesaire vesaire vesaire…Yazamadığım o vesairelerle ömrüm geçecek sanırım. Keşke bu kadar uzakta olmasaydın…Keşke bu kadar uzakta olmasaydın. Keşke bu kadar uzakta olmasaydın…

Ofisimdeki mor menekşeyle uğraştım bugün mesai saatleri içinde, toplantılar arasında. Uzun zamandır ne çiçek açıyor ne de kuruyor. Sürekli yerini değiştirdim o pencereden öbürüne olmadı güneşten gölgeye.

 Çiçeği de kendime benzettiğimi söyleyip güldüğünü hayal ediyorum ya da aman çöpe at madem öyle yeter ki kendini üzme dediğini. Menekşeye bile yerini beğendiremezken ağrıyan kalbimle ben nasıl kanayım dünya denilen bu oyuna sen söyle dostum?

2. Mektup Sevgili Dost,

Yaz geliyor. Aylardan Mayıs. Bilirsin severim uzayan günleri, akşam ezanına kadar sokakta oynayan çocukların cıvıltılarını, ikindi çaylarını, denizi. Ama sanki her yıl biraz daha azalıyor yazı karşılama sevincim.

Hıdırellez’i kutlamadım mesela geçen akşam. Hani her sene dileklerimi yazıp gül ağacının altına gömerdim ya. Bu sene yapamadım. Hızır’la İlyas’a da kırgınım zaten, neredeyse on yaşımdan beri ne hayal ettiysem hepsi kırıldı.

Gözlerimi kapatınca anılarımda bütün mahalleli sırayla ateşten atlıyoruz, ben 32 dişimle sırıtıyorum. Abimin hep arkamda olduğunu biliyorum, umudumuz, heyecanımız, hayallerimiz var. Gözlerimi açınca şimdiki zamanda kayboluş. Bumm.

Nazan Öncel’in, “Hayat Güzelmiş” şarkısını bu satırları okuduktan sonra mutlaka dinle…

3.Mektup Sevgili Dost,

Gece-yürüyüş-yalnızlık-iç ses-ay ışığı-zifiri karanlık-yorgunluk-yıldızlar

Bu defa kelimeleri yazabildim. Takatim yok devamına. Cümleleri sen kur, ister kurallı ister devrik olsun. İstersen bana inat güneşli, mavi bulutlu, mor begonvilli cümleler yaz sen. Kederler bana kalsın. Sen neşelen.

Yazabilsem geçer sanıyorum. Ya da içimdeki sesler sussun diye yazıyorum. Nafile. Korkuyorum. İnsan kendi çığlığında boğulur mu? 

4. Mektup Sevgili Dost,

Sabahtan beri aynı şarkı dilimde Teoman’ın “Nasıl oluyor vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor, çok mu ayıp hala mutluluk istemek, neyse zaten hiç halim yok” bilirsin sen de gençliğimizin şarkılarından. Şarkının sözleri düşününce insanın zihnini yoruyor. Doğum günüm de değil üstelik ama kafamda sürekli bu şarkı çalıyor. Yürürken, çalışırken, yemek yerken. Beynimin fişi olsaydı keşke.

Nasıl geçtiğini anlamadığım bir zamanın parçası olmaktan yoruldum. Benim seçimim değildi ki yıldız tozu olmak. Neden her şeyine katlanmamız gerekiyor bu dünyanın? Hangi zaman bu? Belki de başka bir gezegenin cehennemindeyiz. Belki de aslında yokuz. Sence filmin sonunda başladığımız yere döndüğümüzde anlayacak mıyız ne kadar yanıldığımızı?

5.Mektup Sevgili Dost,

Bugün hava çok güzel, bugün İstanbul çok güzel hatta bugün ben bile çok güzelim. (Yazar bir önceki cümleyi nasıl kurduğuna kendi de şaşırır, yazar ve güzel ancak İstanbul’un hatırına yan yana gelebilir/miş) Yalnızlığıma güzel hava aldırdım bugün, epey gider bana değil mi?

Aslında kendimden kaçıyorum. Çalıştığımız marka için alternatif logo çalışsam ne olacak, çalışmasam ne olacak falan diye diye akreple yelkovanı izliyorum. Gençliğimizde milli ideallerle ülkeyi hatta dünyayı kurtarıyorduk. Büyüyünce kocaman bir hiç olduğumuzu fark edip fotosentezi gayet iyi anladık da eski hastalık işte. Arada bir yokluyor beni. Anlamsızlığın kollarında yüzerken tutunacak bir dal aramak, ne yaparsan yap bir boşluk hissi, her şeye yetişmeye çalışıp kendine geç kalmak. Her şeye yetişip kendine geç kalmak. Hayatımızın özeti değil mi?

Yürümek, yürümek, yürümek istiyorum. Sanki saatlerce yürürsem, bedenim yorgunluktan tükenirse rahatlayacağım. Zihnim o kadar karmaşık ki bedenim ayak uyduramazsa aldığım -doktorumun her kontrolde dozunu arttırdığı- ilaçlara rağmen uyku tutmuyor bir türlü. Birlikte yürüyebilseydik, yazamadıklarımı anlatırdım sana. Sen anlardın, ben ağlardım. Sen anlardın, ben ağlardım. Sen anlardın, ben ağlardım.

Gözyaşı dökerek ağlayabilmenin de bir nimet olduğunu artık öğrendim mi, ne dersin?

6. Mektup Sevgili Dost,

İyi değilim galiba. Hakikate ancak öldüğümüzde ulaşabileceğiz avuntusu, sufilerin ölmeden önce ölünüz mottosunun karşısında tükeniyor. Aynı sufiler, morfik rezonansı “Kâinatta ismi zikredilen her şey çekilir” diye açıklamamışlar mı? Peki ben neredeyim, O nerede? Derviş olası geliyor insanın değil mi? Ben ki kendini İbrahim sanırken Nemrut olmuşum.

Hastaneye geç kaldığım o günü o saati geri alma imkânım olsaydı, ah keşke. Evet hiç iyi değilim. Kendimi ihtimaller üzerine düşünmekten vazgeçirmek için ne yapmalıyım bilmiyorum. Tükeniyorum bazen. Öylece dursam diyorum. Zaman durmuyor. Cevabını veremediğim sorularımın olmadığı bir hayatım vardır belki paralel evrende, başka bir dünyada, başka bir zamanda. Ney üflemiyorumdur da gitar çalıyorumdur. Toprağa değil de göğe sevdalıyımdır. Siyaha değil de fuşyaya bayılıyorumdur mesela. Meselalar gerçek olamaz mı bir kerecik de?

7.Mektup Sevgili Dost,

Yağmur yağıyor, öyle güzel öyle usul usul. Sanki her bir damla yalvaran bir yüreğin kabul edilmiş duası gibi iniyor gökyüzünden yeryüzüne. Dışarı çıkıp yürüsem mi yoksa pencereden izlesem mi diye epey düşündüm.

Islanıp ıslanmamak ile ilgili bütün olasılıkları gözden geçirip muhtemel durumları kafamda kurguladım. Çünkü mükemmelliyetçilik bunu gerektirir değil mi? Satırları okurken atacağın kahkahayı bile duyuyor zihnim. Yaşam koçum olsaydı anda kalmayı başaramadığım için çok kızar ve mutsuzluğumu bilerek tercih ettiğimi söylerdi. Hatta şikâyet ettiğim mutsuzluktan beslendiğimi de.

Yağmurdan bana ne zaten bir kap yemeğim yok deyip mutfağa geçtim. Pazarcının fikrimi sormadan diğer yeşilliklerle beraber poşetime attığı dereotunu görünce kendimi tutmasam ağlayacaktım. 

İnsan beyni ne müthiş. İnsan beyni ne kadar zalim. Hafızam hiç beklenmediğim bir zamanda; ‘Yaptığım bol dere otlu gözleme yüzünden gözlemeden nefret edecek hale geldiğini itiraf eden’ sevgilimin kahkahalarıyla beni yaşadığım, yaşamaya çalıştığım andan koparıp yıllar öncesine götürüyor.

Acımıyor bana hiç. Oysaki ben o’nlu yıllarımı genç bir kızın çeyizi gibi yüreğimin en derinindeki sandıkta saklıyorum. Kendimin güzel havalarında çıkarıp sandıktan yıkıyorum gözümün yaşıyla, sonra güneşe asıp kurutuyorum, miss kokulu lavantalara sarıp tekrar sandığıma kaldırıyorum, en derinime.

Tamam, tamam uzatmadan mercimek çorbasına geçeyim. Esnaf usulü yaptığım çorbaya tuzunu ekleyip karıştırırken içine sevgimi kattım tabii ki ondan öğrendiğim gibi. Şifa olmaz mı?

8.Mektup Sevgili Dost,

Canım yanıyor, canımın ta içi yanıyor. Hazmedemiyorum hala yaşadıklarımı ya da en sevdiğimin beni en çok üzen olmasını. Beni bu dünyada herkesten daha iyi tanıdığına inandığım sevgilim nasıl olur da bana, bize bunu layık görür?

 Baba olma ihtimalimi elimden aldığı için mi yoksa bana yalanlar söylediği için mi daha çok kızıyorum. Bilemiyorum. Belki ikisi de. Affedemiyorum.

                                               AMA

Kırk kere yazsam unuttuğum kırk birinci yalan. Olmuyor bir onu yazmayacağım derken bir onu yazıyorum o kadar çok seviyorum ve o kadar çok özlüyorum ki … Yokluğuna alışmaya çalışmaktan yoruldum. Dünyayı tahammül edilebilir görmeye çalışmaktan yoruldum. Her şey berbat iken yolundaymış gibi yapmaktan yoruldum. Hatırlamadığım kısacık bir anı oh ne güzel aklıma gelmedi diye kendime hatırlatmaktan yoruldum.

 Hani şarkıda dediği gibi “Bir şey sevmeye değerse ölmeye de değer mi “ne dersin?

……………………………..

Ada Hanım, çantasından çıkardığı sudan ancak bir yudum içebildi. İfade verirken o kadar gerilmişti ki terden sırtı sırılsıklam olmuştu. Elinde telefon koridorun bir ucundan diğerine gidip geliyordu.

İfade tutanağının gelmesini beklerken bir taraftan da Begüm Hanım’a ulaşmaya çalıştı, ulaşamadı.

“Numaramı engellemiş herhalde bir türlü ulaşamıyorum, telefonu hep meşgul. Konuşabilseydim instagram hesabını kalıcı olarak kapatacağımı söyleyip, yanlış anlaşılma için özür dileyecektim ama mümkün görünmüyor. Durumu düzeltme şansım olabilir mi acaba?”

Baş komiser, umutsuz bakışları, duygusuz bir yüz ifadesiyle,

“Durumla ilgili gelişmelerden haberdar edileceksiniz. İfadenizi imzaladıktan sonra gidebilirsiniz.”

Ada Hanım, tam bu sırada komiser yardımcısının getirdiği tutanağı okumadan alelacele imzaladı. “kusura bakmayın böyle bir meseleyle başınızı ağrıtmak istemezdim, üzgünüm.” diyerek neredeyse koşar adım dışarı çıktı. Baş komiser ve yardımcısı; arkasından, bakalım daha ne enteresan vakalar, şikâyete konu saçmalıklar göreceğiz diye gülüştüler.

Editör: Melike Kara

                                                                                          

Tuğba Poyraz Kemani
Latest posts by Tuğba Poyraz Kemani (see all)
Visited 23 times, 1 visit(s) today
Close