Yazar: 18:30 İnceleme, Kitap İncelemesi

“Tavan” Ölümcül Bir Yaşam

Sırtüstü uzanmış, gözlerimiz tavanda yatıyor ve Tanrı’nın hayatı bu kadar acıklı kılarken ne planladığını düşünüyorduk.”[1] Jack Kerovac

Rober Haddeciyan, İstanbul Ermeni toplumunun en güçlü kalemlerinden biri. 1926 Bakırköy /İstanbul doğumlu yazarımızın incelikli kalp tezgâhında dokunmuş anlatısını okurken; sığ kıyılardan yavaşça derinleşen denize doğru yüzmeye değil, yürümeye başladığınızın farkındasınızdır. Boğulacağınızı bilerek başlamışsınızdır okumaya, ilk satırın aksine .“ Kimse geleceği tahmin edebileceğini sanmasın.”[2] İnsanın ne acıya ne hareketsizliğe dayanma gücü vardır. Bir tek çaresizlik dayanılırdır yaşamda. Ölümün çok uzak manzara, gelecek olayların uzak bir resmi olarak dile gelmesi ve bir sineğin dahi intihar etmediğine göre insanın da buna yeltenmemesi gereği altı kalın çizgilerle okura ulaştırılır.  Sineğe karşı tek gücümüz intihar edebilmekken, ölmemeyi seçmek elimizdeki son dayanağımızdır. Görmeden bakabilmek, kalkmadan koşabilmek,  ölümlüyken yaşama dönmek hali vardır cümleler içinde.  Basitçe, yalınca, yetingence, beklentisizce, nefretsiz ve sevgisizce başarılmalıdır bu. Çünkü kader, bilinci açık bırakan bir cezadır insana. Umut ise, dizleri kırılmış koşamayandır ve tüm diğer duyguların aksine ipi göğüsleyemeyendir artık.

İnsanın içine doğru süzülen bir kalemin, apaçık sunduğu bir anlam ve anlatısıdır karşınızda duran kitap. Hastane yalnızlığını, ölümün her yerde olduğunu, yatmak çaresizliğini, kahramanın kızı Satenik için kalbinde her gün çoğalan sevgi ve güveni siz de hissedersiniz. Çıldırmamak, yaşamak için hayal kurmak vardır sadece. Ümitsizliğe, öfkeye yenilmemek sevmekle mümkündür. Kaderin cilvelerine inat yalın, arınık duygu olarak öne çıkan budur. Fiziksel yoksunluk, düşünsel zenginliği yaratır. Göz ve beyin birbirlerinin kaçırdıklarını yakalamakta yarışır böyle hallerde. Kokular da unutulmamalıdır elbette. Yemek, hastane, ilaç, insan kokuları…

Anlamak ise, her şeyin temeline oturmuş öz olarak karşımızdadır. Çünkü felçli dahi olunsa, yatalak kalınan odadan çıkmanın kurtuluş olmadığının anlaşıldığı an vardır satırlarda. Ölü olarak çıkmak da mümkünken yatalak olunsa bile yaşamak vurgusu. Kurtuluş nerededir? Nasıl olursa olsun yaşamak mı yoksa ne olursa olsun ölüme geç varmak mı?  Yazar bize bunların ötesinde bir seçenek sunar. Hayal kurmak. Dünyanın boş vaatlerine, aldatıcı sahiciliğine karşı kendi gücümüzü sınırsızca kullanabileceğimiz en keyifli alanımızı hatırlatır. Çünkü dünya adaletsizdir.” İnsanların bir bölümü dünya nimetlerinden yararlanırken diğerlerinin acı içinde kıvranmasını, erimesini, yok olmasını hangi kurallar belirler?”[3] sorusuna bir kolonya ferahlığı serpilir. “Şefkat ve sevebilme gücüdür.” verilecek en güçlü yanıttır. Mutsuzluk gelmeden, önceden biriktirilmelidir ele geçen güzel, sevgi dolu izler. Sonradan böylesi-felçi- durumlarda onlar yeniden bohçalardan çıkarılıp hatırlandıkça var olabilmek gücü bulunabilecektir.

 Dünyanın sandığımızdan bambaşka bir yer olduğunu bazen bir sinek, bazen tek bir muz kabuğu öğretir bize. Zaman bizi başka biri yaparken “Ben kimim?” sorusu dolanır durur beynimizin kıvrımlarında. Hastanın ‘kendisini bir başkasıyla değiştirmişler’ algısına eşlik ederiz okumayı sürdürürken. Değişimlerin sonuçları ürkütür bizi. Çünkü beklediklerimiz tatlı umutlardır çoğunluk. Nerede doğar, nerede gözlerimizi kapatırız? Gözlerimizi ilk açtığımız mı yoksa açmamak üzere kapattığımız yer midir vatan? Ve memleket dediğimiz toprak, sadece sevdiklerimizin kalbinde yer kapladığımız kadardır.

Bir mezar var mıdır kişiye özel?  “Son lamba[4] vurgusu aidiyeti imler bize. Ölününce biter mi? “Bitti[5]kelimesinin tam aksini dile getirdiğini anlar okuyucu. Bitmeyecektir de.  Kader vardır bir de çeri çöpü içinde saklayan. “ O kaderle barışık olmak gerek.”[6]  “Hem farklı bir alınyazısının daha acı, daha korkunç olmayacağını nasıl bilebilirim?”[7] cümlesiyle boyun eğişi, kabullenişi yalınlıkla dile getirir yazar. Mutluluk budur demek ki diye okursunuz. Tüm yaşananlar Tanrı şahitliğinde gerçekleştiğine göre bükülemeyen el şikâyet etmeden öpülesidir. Zaten ne nefret ne sevmek gün yirmi dört saat devam edemez. Kalıcı olmayan şeyler vardır. İnsanın ömrü bile ömür boyu sürmediğine göre kızmak, öfkelenmek niye? Hem ölmekten değil, insan yaşayamamaktan korkar asıl. Kâbus dolu günler sonrasında gözlerini açan kahraman gökyüzüne kavuşur. Tavan bir gökyüzüdür artık. Bu noktadan sonra insan en büyük talihsizliklerden bile bir avuntu çıkarabilirdi. Tanrı henüz ondan vazgeçmemiş, öldürmemiş olduğuna göre bir teşekkür, tevekkülle mutlu olunabilinmelidir.

 Yatağın içinde her gün yaralar açılmasın diye pudralanıp, bakımı yapılırken,  Tavan adlı gökyüzü hayali kurulurken mutlu olunmalıdır. Tanrı bizi terk etmediyse biz ondan nasıl vazgeçebilirdik?  Karşılıklı bir aşk olmalıydı belki, marazi, hasarlı, güç dengeleri sarsılmış bir ilişki olsa da. Vazgeçme duygusu tüm bunların üstünde daha zor ve acıtıcıdır çünkü. Artık hafızayla gören insana dönüşen yatalak, tavanı göğe benzetebilirdi.  Aşkın büyüsü bu olsa gerekti.  Çünkü “Yalan sevgiye engel değildir. Aynı şekilde sevgi de yalan söylemeye engel değildir.”[8] Hepimiz yürüyen kederler, yürüyen yatalaklar değil miyizdir gerçekte? Yaşayanlar da ışığın gölgeleri kadar vardırlar en sonunda.  Tanrı yalan söylememiştir. Ölüm dışında hiçbir şeyin sözünü de vermemiştir. Güveni en çok hak eden o olmalıdır. Okuyucu satır aralarında görür bu örtük anlamları. Bir de zamanın saat için aynı ama değişen insan kaderleri, kederleri için aynı olmadığını.

Hayatın iliğinden geçemeyen bir düğmedir felçli yatan. Hayat ‘yatak’ ve bir ‘tavan’dır. Görebildikleri kadar değildir elbet insan. İnançlı ve itaatkâr bir yatağın hayali, hatıralarla, başkalarının koşullarını anlayışlarla bezeli bir anlatıdır okuduğumuz. İnsanı en çok yaralayanın fiziksel değil ruhsal acı olduğu hemen gösterilir okuyucuya. Durumun kötücüllüğüne karşı iyimserlik aşısı yapılır hissettirilmeden, en ince iğne ucuyla. Çünkü zaten yeterince acı vardır hayatta. Kişi kaderinden ancak böyle sakınabilirdi bir parça. Sakınmak değil de belki dayanabilirdi. Karşı duramadığına, en iyi eş, en iyi baba, en iyi insan olmaya çalışsa dahi akışı değiştiremediğine göre. Tanrı’nın ona çok önceden hazırladığı yatakta yatarken şükreden, rıza gösteren, mutluluğu sevdiklerine bağlayan kahraman, hareket edemeyen bedenine inat koşaduran hayaller yaratır. Güçsüzlüğünün gücü budur. Geçmişle geleceği hatırlayışlarla şimdiye bağlayan bir ip cambazıdır. Sahi, “Geçmiş, şimdinin nesi olur?” sorusu aklınıza geliverir. Her geçen gün yeni bir sayfadır tükenmeye yüz tutmuş kalemle yazılan.

 Ölçülü,  terbiyeli, tutku ve arzuların yoldan çıkmışlıkları hizaya sokulmuş, müfredata uygun bir mutluluk kaderin kabulüdür ancak. Rıza gösterme, şikâyetsiz boyun eğmenin anlatısı. Mademki görülecek, başka tavan yoktur. Mademki kader o tavana sabitlemiştir bizi onunla arkadaş olmaktan başka çare kalmamıştır artık. Aklımıza Cavalcanti gelir,” Şaşkın, çaresiz kalemleriz biz, / küçük makas ve acı çeken bıçak…” deyişi.

İçinizi çeke çeke o temiz sandığımız sayfayı çevirir, yazar, çizer bir sonrakine ulaşmayı bekleriz. Bekleyenleriz. Bir muz kabuğuna saklanmış kaderin bekleyicileri. İpi çoktan çekilmiş boynun kırılma anını bekleyenleri. Asıl hayat devinimdedir zannederken, hayalden yorgun döndüğümüzde bir yanlışı daha atarız toprağımızdan. Zamanla dövüşen hayatın hiç de şairane bir yanı olmadığını görmemiz bizi şair kılar.  İnsan olamamaktan insan olmaya zorlar. Bedensel çıkışı olmayan insanoğlu düşünsel bir kapı aralar çaresizliğine.  Buruk bir küskünlüktür yazılan. Tanrı desek olmaz, en zor zamanlarımızda sığındığımızdır. Kendimize küssek zaten biçareyizdir. Kader ise, Tanrı ile insan arasında tüm yükleri azaltan, herkesi haklı çıkartan, suçları yarılayan boşluğa dönüşür. Kötü de olsa iyi ki vardır kader. Bir rahatlık hissiyle gelir onun kabulü. Muz kabuğunun bile bizi tarumar edişine nasıl katlanabilirdik yoksa? Yetmez insana hayat. Ne yatarken ne yaşarken.  Doğada sineğin bile intiharı yokken biz aklımıza dahi getiremeyiz bunu.

Yere düşenler kendilerine geldiklerinde, artık bambaşka bir insan olurlar.” derken Canetti’yi ancak anlayabildiğimizi hissederiz Tavan’ı okurken. Her yazar başka bir yazarın ders kitabı gibidir. Okudukça bunu iyice fark ederiz.

Acıdan doğan bilincin iç konuşmaları sizi kendinize getirir. O yatak, felçli biri için, deniz kazasından kurtulmuş! boğulmamak için tutunduğu sudan şişmiş tahta parçasından başka bir şey değildir aslında. Bilgece bir sükûnetle kaderi kabulün, ne olursa olsun yaşamda kalmayı yücelten bir anlayışın anlatısıdır. Belki de sürgünlerin vatansızlığını bir yatak imgesine yükler yazar. Tutunamayan insanoğlunun hiçlik ve varlık arasındaki o örümcek ağı işçiliği, bir muz kabuğu kayganlığında bozuluverir. Alt metnin vurgusu budur kanımca. Rober Haddeciyan, insanı ölüme, göçe, başka coğrafyalara, başka evlere, odalara, biçimlere sokan kaderin anlatıcısı olarak yazar.

Sevdiklerimiz ve bizi hiç bırakmayacaklarını düşünüldüklerimiz.  Yatağa bağlı kahramanımızın gerçek kahramanları olarak karşımıza çıkarlar. Kızı Satenik, torunu Rupik . Her gün uzaklaşan bir başka hayaldirler aslında. Tek sabitimiz ölümdür ve doğada olmadığı için uzaklaşmamız gereken intihar düşüncesi işlenir usul usul. Zaten varılacak o son noktaya vaktinden önce gitmenin anlamsızlığı dile gelir.

Dededir, babadır, felçli bir hastadır, sadık bir eştir,  işini doğru yapan esnaftır, her şeye rağmen tutkuları, arzuları tükenmemiş bir erkek insandır kahramanımız. Kadere karşı gösterdiği bağışıklıkla bekleyendir susarak. Kendi yatağından hasta yatağına göç, kimliklerin, ataların dedelerin, torunların başka topraklara göçünü resmeder. “ Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir.” diyen Baudelaire aklınıza düşer tam da burada.

“Hayatın en güvenilir yeri neresidir?” sorusuyla baş etmeye çalışırken, sevdiklerimiz gelir aklımıza.” Yaşam için yeterli olan nedir?” sorusu sıradadır hemen ardından. Yetingenlik ve kadere rıza göstermek. Ölüme izin vermekle yaşama izin vermek aynı şeydir gerçekte. Tanrı’nın dikkatini çekmeden yaşamak erdemli ve mutlu olmak demektir. Güvenilir tek yer ölümün yanıdır. Okuyucu bu sahicilikle sarsılır. Artık ölemeyeceğimiz yere kadar binlerce kez ayrılıklarla, âşık oluşlarla, vedalarla, hastalıklarla kaç kez öleceğizdir. 

Bir felçliyi çağıran hiçbir şey kalmamıştır artık hayatta. Kaderin hediye ettiği o yatağı sevmekle başlayacaktır bundan sonrası. Düşüncelerin bedensiz oluşuna karşın hazların bedene ait oluşunun karmaşıklığı eklenir okuyucunun kalbine. İnsan deniz olmuşken rüzgâr olmayı beklememelidir. İnsan belki de lanetli bir varlıktır bilinmez. Bunca dert neden kamburlaşır sırtımızda bilinmez. İstemeyi bıraktığımızda belki kader de bizi rahat bırakacaktır. Tavan’ı okurken son sürat ölüme koşuş, felçli Ermeni bir Beyefendinin yatağında sabitlenir ve tıpkı rüyanızda bağırsanız da sesinizin çıkamadığı gibi okuyadurursunuz zamanın resmigeçidini. İstesek bile kaderin bize münasip görmediklerinden vazgeçişimizin kitabıdır aynı zamanda.

Freud, hayatın anlamını soran kişinin hasta olduğunu söylerken, ne demek istediğinin cevaplarını bulursunuz Tavan’da.  Asla durmayan huzursuzluğun saatleridir ömür dediğimiz. Kaybettiğimizi bilmeden, eksikliği hissedip arayıp durduğumuz, bulamadığımız o var oluş, o anlam arayışı ya da o hiçliğe varan suskunluğumuzla karşı karşıyayızdır okurken. Biliriz ne kişisel, ne ulusal tarih; ruhların huzura eremediği bir şerittir dünya yüzünde. Hatıralar ve hayaller ikinci hayatlar olarak kaderin karşısında bizi ayakta tutarlar. Yenilginin yenilmezliği olarak. Hayat, verdiği sureti geri almadan gitmez. Bu oyunun içinde boyalı kuşlar olduğumuzu yeniden hatırlarız o Tavan’a bakarken.

Tanrı’nın ve kaderin huzurunu kaçırmamak için suskunluğun öznesi olarak, çarpıcı bir kişiliktir felçli hasta. İster ayakta ister yatakta, beklemek dışında ne gelir elden? Kendi kalbini eğip büken bir demirci ustasıdır insan kaderin karşısında. Tek sevgi vardır elimizde. Saati belli olmayan o son randevuya hazırlanırken, içimizdeki boşluğu dolduran kitaptır elinizdeki, tabandan Tavan’a. Denize indirilmiş gemiyizdir. Ve denizdeyken gemi değiştiremeyiz. Olsa olsa ancak yıkılıp dökülen yerleri tamir edebiliriz. Haritasız yola çıkmışızdır. Hangi fırtınanın bizi ters yüz edeceğini bilemeyiz. Deniz fenerleri de yanıltır bizi.

İnsan; bedensiz sadece duygusuyla, düşünceleriyle mutlu olduğunu zanneden olarak karşımızda durur. Günü yarına aşırabilir hiç kalkamadan. Sabahtan akşama, akşamdan alaca sabaha bekleyen, düşünceleriyle gören, bir film gibi yalınlıkla anlatılan odadaki her şeyi izlersiniz. Sinek ondan daha güçlüdür uçarken ama insan, özleyebilir, sevebilir, kaderin farkına varabilir. Zamanın içine atlayan insan oradan ancak ölümle çıkar. Yaşam kısa, ölüm uzundur. Öldükten sonra hep ölüyüzdür çünkü. Sevgi ve mizah, hüzün ve neşe, anlamak ve şefkat; yaşamın o kekremsi tadını azaltır.

Hayatı dolaşan bir “Tavan”dır anlatılan. Ulaşılamayan, vazgeçilemeyen, değiştirilemeyen, bakmak zorunda kalınan… Yatalak, felçli bir insanın en çok hayalleri vardır. Hatırlamanın annesidir unutmak ve büyüyen çocuk her yeni günde yeniden annesinin elinden tutmaktadır. Zorundadır. “ Tanrım hafızamı kaybetseydim ne yapardım, bilemiyorum.”[9] sözü bir şükür, teşekkürdür. Güçlü bir belleğin ceza mı ödül mü olduğu akıllara gelir.  Nietzsche’nin “ Unutan iyileşir”  sözü hatırlanır. Bir buluşma şekli de sayılır hatırlamak ve iyice karışır belleğiniz.  Mucizelere inanmaya devam etmeliyizdir.  Anlatının en gizli öznesi budur aslında. Çünkü “Hayatın sırrını kim çözebilir?”[10]

 Peki ya Tanrı? Tavanın ardından, yatağın idrar kokan döşeğinden, incelmiş deriden, eriyen kaslardan daha çok kalpte açılan yaralardan haberdar mıdır? “Tanrılar ne zaman ayrılacağımızı, birbirimiz için ne zaman birer yabancı olacağımızı biliyorlar mı?”[11]

Peki, neden bizi uyarmıyorlardı? Okurken bin bir soru cebimizde, kalbimiz kahramanımız kadar sükûnet ve sevgiyle cevap bulamıyorken bu sorulara, kabaran öfkemizin sayfaları hızla çeviren parmak uçlarımıza ulaşan titreşimini biz biliyorduk. Ya Tanrılar? Yazarımızın kahramanın ağzından bize ilettiği gibi gerçekten de “  En güzel sevgi sözleri dile getirmekten çekindiklerimiz midir?”[12]

Tanrı’nın ezen gücü karşısında bir sinekten daha acizken hayallerimiz ve belleğimiz varken, kendimizi beğenip izin verilmeyen kaderleri beklemekten cezalıyızdır. Geçmiş ve şimdi birbirinden ayrılmadığına göre, o muz kabuğu doğduğumuz anda ayağımızın altına konduğuna göre sineğin bilinçsizce kanat çırpınışına özenebiliriz. Ta ki kayıp düşene kadar biz biliyormuşuzcasına.

Mutluluğun sevgiyle eşleştirildiği bilinçte, vedaların hangi dille yazıldığını bilemez okuyucu. Tüm darbelere rağmen, talihsizliklerin mutluluğu yok edemezliğini anlatır yazarımız. Çünkü ta en başından biliyordur “Yaşamaya mahkûmum ben.”[13] cümlesini. Kader karşısında, bir sineğin çırpınışı kadar var oluşumuz, “Pişmanlık zayıf insanların kaderidir.”[14] gerçeği ile dile gelirken, okuyucu olarak şu soruyu sormaktan alıkoyamayız kendimizi, “Kader neyin pişmanlığıdır peki? Doğmuş olmanın mı?”

En güzel kitapların kafanızın içini sorularla dolduran, içinizi bir çakıyla yontaduran kitaplar olduklarını unutmadan ve Rober Haddeciyan’la karşılaşmış olmayı kadersel bir şans sayarak kapatırsınız o son sayfayı. Yorgunsunuzdur biraz. Ve kalbiniz size seslenir derinlerden ve der ki;

“Ölüm zaten bitmeyen bir sonsuzluktur, tıpkı gökyüzü gibi.”


[1] Jack Kerovac, Yolda, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Aralık 2012, s. 68.

[2] Rober Haddeciyan, Tavan, çev: Anahid Hazaryan, Aras Yayınları, 2018, s. 11.

[3]Rober Haddeciyan, a.g.e,  s.28.

[4] Rober Haddeciyan, a.g.e, s.37.

[5] Rober Haddeciyan, a.g.e, s.36.

[6] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 58.

[7] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 87.

[8] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 161.

[9] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 188.

[10] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 194.

[11] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 194.

[12] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 197.

[13] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 207.

[14] Rober Haddeciyan, a.g.e, s. 182.

Editör: Melike Kara

Belgin Önal
Latest posts by Belgin Önal (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close