Yazar: 20:32 Öykü

Hüzünlâl

Aşk, bir yakıştırıştır
Çokçası kaçıştır.
Aslında aşk
En çok, yakarıştır.

Şeker Mehmet, içinde ya şeker bulunan ya da şeker kelimesi geçen mani kâğıtlarını, ona dokunan çocukların ellerine tutuştururdu. Çünkü dokunmak, onun gibi yıllarca gönülden sevilmediğini anlayan herkes için, gitmeyi kabul etmiş, ayakları kapı eşiğinde yetim büyümüş, kırık bir çocuğun kalbiyle yaşlanmış biri için, sevgi demekti.

Zühre ise ancak bir sonraki evin cumbasının bitimine kadar gidebilirdi. Evden uzaklaşma müsaadesi o kadarcıktı. “Lati lokum dudaklar/ İçinde acı saklar/ Sen sevmesen de beni/ Şekerle bezerim seni.” ya da “Kan kırmızı karanfillere değer nazar/ Gonca kızlar bu işe şaşar/ Her derdin bir ilacı var/ Tatmazsan bu şekerden, yüzün solar” manilerini okumaya vakit bulamadan haminnesinin, “Zühre koş, baban köşeyi döndü!” uyarılarını işitip kendisini bir nefes eve atardı.

Çocuklukta kimse bilemez, herkesin seyreyleyip ulaşamadığı, yalnızlıklarda kaybolan dilsiz Zühre yıldızı olacağını. Dile gelmek, ibrişimi iğne deliğinden geçirme maharetiyle nakışlara işlenmektir. Nakışlar, kadınların diliyle, hüzünlâl elleriyle konuşur. Hüzün sessizdir, yerinde duramayan neşenin yanında. Renkler dile getirir onu ancak.

Şu koca hayatın ortasında, salondaki kim bilir hangi hayatların anısıyla solmuş antika eşyaların, duvarda asılı tamburun yanında, vitrindeki haminnesinden çeyizine hediye edilmiş şerbet takımlarıyla eş, onlar kadar sessiz, sabitlenmiş kalakalmıştı.

Etrafını saran soluksuz ve zamansız eşyalarla birlikte, ne gibi bir hayal ve maksat için var olduğu belli değilmişçesine, öylece duruyordu. Sütannesinin “Bir zevce her daim kendisini beyefendisine göre ayarlamalıdır. Kızım bu sözüme itimat et. Eşe hürmet demek, onun saatine kendini uydurmak demektir. İnsan bir saniyede koca evliliği heder de edebilir, aynı saniyelerle bir erkeğin kalbini bin atlı akınlarının gücüyle fetih de edebilir. Senin gözün kocanın setresinde, kalbinin yönü ibresinde olsun,” diyen yumuşak sesi hâlâ kulaklarında, vakti gelince ortaya çıkıp kendisine zamanı hatırlatan, içinde guguk kuşu saklı saate bakıyordu; o kuşu, kalbindeki bütün kuşların katili diye bellemiş aklını başından def etmeye çalışarak.

Son zamanlarda zaten her şeye kızıyordu. En başta, iki hayat süren aklının oyunlarına. Kafasının içinde, gövdeleri sırtlarından yapışık, birbirlerini göremeyen ikizler gibi bir tuhaf yaratığa dönüşmüş, kendisinin dahi yabancıladığı hayatını besliyordu.

Paşa dedesinin av dönüşü içini doldurtup duvara çivilettiği hayvan, korkulu hatıralarının en önlerinde yerini almış, son vurulma anını belermiş gözlerinde sabitlemiş duruyordu ve uçamayan kuş gibi bir kanadı geçmişte, diğer kanadı bugündeydi. 

Uçmak, gelecek anlamına gelmiyordu. Hayatın yakasına iliştirilmiş, şık, değerli ama bakanın gözünü almaktan başka işe yaradığı görülmemiş bir broş gibi. Fildişi oyması mücevher kutusunun, Acem halılarının, sedef kakma konsolun zarafetlerinin yanında, kalbinde taşıdığı hüzün kapkara, hatta renksiz kalıyordu.

Şimdi, olmadık bir anda aziz hatıralar, pencere kenarından dışarıya anlamsızca bakan gözlerine ilişip bugünü hareketlendirmeye yetmeyecek acizlikleriyle aklının duvarlarına dokunup kayboluyorlardı. Bazen de ölüm uykusunun arasındaymışçasına, üstü gümüş sırmalı takunyalarıyla ortalıkta fütursuzca dolanıp, bir düşten diğerine girip çıkıyorlardı patırtıyla. Kendisine ait olduğundan bile şüphe ettiği bir öfke anında, guguklu saatin, vakti geldiğinde görevini asla aksatmayan bir asker disipliniyle öten kuşunu söküp attığından bu yana hangi düş daha gerçekti ömrün hülyalarından, belli değildi artık.

Ragıp Efendi, tıpkı babası gibi paşa kılıcını andıran kaşları arasına sinmiş, kâh gürleyen kâh azalıp yükselen sesinin içine gömülmüştü. Olmayan çocukluğundan sakladığı ürkek bakışlarını, birbirine yakın küçük gözlerinin içine kafeslenmiş kaplan biçareliğini, şahsiyetinin aksi, tuhaf yanlarını ve sivri çenesinin bütün küstahlıklarını gizleyen dolgun sakalları ile Zühre Hanımefendisi’ne bakıyordu.

Ragıp Efendi, Zühre yıldızının buz mavisi gözlerini ve bileğine sarmaladığı kehribar tespih tanelerinin birbirine değen şıkırtılarını her dokunuşuyla türlü biçimlerde kesen bir elmas maharetiyle şeklediyordu.

Onun gözlerinin canlı olduğunun tek nişanesi ise, içerlerde bir yerlerde ne vakit yakıldığı bilinmeyen titrek mum ışığının, o mavi camdan dışarıya gölgesini belli belirsiz yolluyor oluşuydu.

Zühre, bir soluk ışığa çaresizce yakalanan küçük pervanelerin cılız sesiyle, “Ragıp Efendi, siz benim büyüğümsünüz. Ben sizin hareminiz sayılırım artık. Dizlerimden kalkınız rica ederim,” dedi.

Ragıp Efendi’nin baba yadigârı konağına, genç kızlığa adım atmasıyla başlayan saadet hülyalarını, askerlik öncesi bir kahve içme bahanesinin içine saklanmış kız görme faslını, kahveler köpürürken kapı arasından görülüp sonrasında aklın maharetiyle kalp hizasına yerleşen silueti, asker üniforması içinde çakı gibi, yay vücutlu, ince kaytan bıyıklı hala torunu Talat’ın bir daha dönemeyecek haberinin acılaşmış tortusunu da beraberinde götürmüştü.

İki gerçek, bir hayal kişi birlikte nikâhlanmışlardı. Gerçi, o ilk hayal kırıklığından, ulaşılamayacak olana, Ragıp Efendi’nin ellerinden sakalına ulaşan titremelerine, kesik kesik nefes alışlarına, buhurdanlıktan yayılırcasına ortalığa dolan sandal ağacı kokularına tanık olduktan sonra kimin gerçek kimin hayal olduğu belirsizleşti. Sonra da ebedi uykusuna dalmıştı: saadet hülyaları, etrafa yayılan musiki sesi, içindeki sinin kapağını açabilme cesareti…

Akşamın darında Çin porselenlerinin, Bohemya billurlarının, mavi çini sobanın etrafını saran yalnızlığının içindeyken Ragıp Efendi, elinde bir gramofon ve taş plakla gelmiş; kendisine tazelik, gençlik aşılayan, titremelerinin müsebbibi güzel zevcesi Zühre Hanımefendi’ye hediye etmişti onu. İçinde yaşattığı, patlamayan lav fokurtularının karşılığı olarak ne yapsa, kâfi gelmiyordu.

Alaturka musiki ikisini de ziyadesiyle tesiri altına almıştı ama başka başka sebeplerle. Ayrı kaynaklardan beslenip, kaderin onlar için çizdiği arklardan kıvrılıp yol alan ve bir an için bir yerde birleşip sonra tekrar yollarına devam eden iki nehir gibiydiler.

“Kanatsız kuşum, iki gözüm, benim küçüğüm neredesiniz?” diyerek adım attığı konağın taşlığından içerilere doğru ilerlerken Zühre Hanımefendi’sini her akşamki gibi aynı kadife koltukta otururken buluyor oluşu, yıllar yılı koca konakta yapayalnız yaşamış Ragıp Efendi için ne büyük saadetti.

Zühre onun eksik yanını tamamlamış, ona eklenmiş bir yama gibiydi; aynı kumaştan olmayan. Uyumsuz, uygunsuz, onca zaman açık kalmış bir boşluğu kapatan, geç kalmış bir ilave. Öylesine, bir boşluk kapamak, dışarıdan fark edilen, etrafta görülen bir eksikliği yok etmek için seçilmiş bir önemsiz ayrıntı gibi görünüyordu Ragıp Efendi’nin hayatında.

O, Zühre için daha ilk günden Ragıp Efendi’ydi. Bir eş sıfatını, belli belirsiz en uygun mesafede, en hissedilmeyecek uzaklıkta tutacak; ancak dikkatli bir gözün fark edebileceği o boşluğa yerleşecek başka bir söz bulamazdı. Ayrıca efendilik, aynı düzlemde olunmadığını, dile açıkça getirilmeyen bir üst makamı çağrıştırdığı için hem saygıyı hem de itaati içerdiğinden ve de sevgiden yoksun bir boyun eğişi başka türlü bir kalıba sokamayışından, Zühre bu hitap şeklini hemen benimsemişti.

İktidarsız bir iktidarın yarattığı “efendi-köle” ilişkisiydi belki de onlarınki. O ilk gece dizlerine kapanıp, gözyaşlarıyla ıslanmış sakalını bürümcük geceliğinin beyaz dantellerine sürmüyor olsaydı belki de başka türlü düşünülebilirdi. Biçare, havayı ayaklarıyla döverek ölen kuşun sessizliğiyle bir tüy tanesinin yere usulca inişini, saniye önce yaşıyor oluşunun son kanıtı gibi o ilk anı içinde taşıyordu. Her gün, içinde o tek tüy tanesi tekrar yere düşene kadar bekliyordu, gece lacivert kostümüne bürünüyorken.

İtaat etmek, esasında efendiden özgürlük çalmaktı. Zühre o genç yaşın keskin dimağıyla bunu hemen kavradığından, o geceden sonra artık seyredilecek yerleri kendi belirleme gücünü kullanarak efendisine lime lime esaretinden ödünç veriyordu. Her gece oynanan bu hüzünlâl, dilsiz oyunun başkahramanlarıydılar. İçindeki gurbette tek başına yaşayan iki insanın kalplerinde ölen kuşların kanat çırpışları da duyulmuyordu hal böyle olunca.

Üzeri sedef kakmalı mücevher kutusu, Ragıp Efendi’nin evliliklerinin ilk gecesi hatırına ve aralarındaki yirmi yılın yaşanmışlıklarıyla iyice sivrilmiş o uçurumun tehlikesini azaltmak ümidiyle aldığı, içindeki elmas gerdanlıkların, yakut yüzüklerin ışıltısının örtbas edemediği bir hediye idi.

Kutunun kapağını açtığında Zühre Hanımefendi’nin içindeki ölü kuşlar rast makamında yeniden ölmeye başlamışlardı yok yere. Zaten artık her şey yok yere oluyor ve yine yok yere kayboluyordu. Varlık denilen şey, yokluktu gerçekte. Sırrına erilmiyordu bir türlü, olmayan hayatların.

Aslında Zühre’yi ta en başından biçare, kendi kendisiyle bırakan şey, insanın annesi olmayınca zaten babasız da kalıyor oluşuydu. Babaların yalnızlığa tahammülü yoktu. Zühre ara sokakların, cumbalı evlerin perdeleri arasından seyrede seyrede, gelecekte yaşayacağı mesut anları elindeki ibrişimlerle, sırmalarla gergefe nakşederek büyürken, henüz ayakları on beşine varmadan annesini denilene göre bir gece al basması yüzünden kaybettiğinde, Arnavut kaldırımlarda ses vermeyen, dilsiz taşlardan biri gibi, olduğu yerde çakılıp kalmıştı.

Zühre, evin küçük kızı olduğu için annesinin ölümünden kısa bir süre sonra eve yerleşen cici annesinin çabaları ve uzak akrabalardan babasının hatırını kıramadığı Sabite Hala’nın “Kız evde kalır maazallah, öyle kanı kaynar tazeyi evde tutmaya gelmez,” lakırdıları neticesinde, bir an evvel baş göz edilip evden yollanmıştı. Hanımefendiliğe geçişine sebep Ragıp Efendi’yse de bu paye, olgunlaştığında mutlaka sıkılıp irini çıkartılması gereken, aksi takdirde asla rahat vermeyecek uç vermiş bir çıbana dönüşmekteydi.

Ragıp Efendi, babasının silah arkadaşı olarak o küçükken eve girmiş çıkmışlığı dışında Zühre’nin hatıralarında yer etmiyordu. Fakat şimdi neredeyse üzerine doğru gelen altın varaklarla bezeli duvarların şaşaası, Bohemya billurlarının gereksiz ışığı altında boğuluyordu bu yeni konakta.

Fransız dantelalarıyla süslü kırık beyaz saten gelinliğinin etek ucundaki incilerin onu koruyamaması, o oymalı ceviz yatağın ucunda kıvrılıp yatarkenki hali, olur olmaz zamanlarda gözlerinin önüne geliyordu.

Evlilik eşiğinden geçe kalmış, artık kendisine dahi ait olmadığını hissettiği gözleriyle bakıyordu mücevher kutusuna. Ragıp Efendi’nin titreyen elleriyle, çenesinin ucundan tutup başını yukarı kaldırmasıyla, onun katarakttan buğulanmış gri gözlerini ilk yüz yüze gelişlerinde görmüştü.

Babasının ellerini öper gibi öpeceği bir adamın dudaklarını şehvetli güllerle donatamayacağını anladığı esnada, Ragıp Efendi rüyasında görse inanamayacağı bu bembeyaz gerdanı, daha genç olmayışına hayıflanarak koca bir ömür feda edeceğini anlatmak ister gibi dili tutulmuş seyrediyordu. Saçlarını çözüp açtığında, dizlerine doğru akan kara şelaleye, gece ve gündüz gibi birbirine küs bu güzelliğe olan hayranlığını, İstanbul’a gelmiş sayılı gramofonlardan birini neredeyse servet ödeyerek hediye edebildiğinde ancak dile getirebilmişti.

Onu, bu biçare lacivertlikten kurtaran, her gece kendisini hiç olmazsa seyretmesine izin veren Zühre Hanımefendi’sine olan gönül borcunu ödemeye çalışıyor; tadılmamış babalık hevesini, hiç başarılamayan kocalık vazifesinin içine saklamasının nişanesi olarak neredeyse o koyulukta boğulmadan yüzmesine imkân verecek, nefes almasına yetecek kadar küçük mutluluklar yaratmak amacıyla hediyelere boğuyordu.

Zühre o gecelerden sonra Ragıp Efendi’nin ağır buhurdan kokulu odası, feri sönmüş perdeli gözleri ve artık ne işe yaradığını bilemediği gençliğiyle her gece sönüp, yeniden doğuyordu taş plakların şarkılarıyla.

Bordo kadifeden, sahibinin biçimini alan bir oyuklukla hâlâ sıcaklığını saklayan koltuğundan kalkarken aklına olmadık ucubeler geliyordu. Ucubeydiler bu acı hatıralar. Çünkü hiçbir şekle benzemiyorlardı. İçinden söküp atamamasının sebebi o üstüne yapışıp kalmış kokuydu.

Ragıp Efendi, Zühre’ye öyle pürü taze, çocukluktan çıkarken ayağı takılıp da yanlışlıkla evlilik eşiğinden ocağına düşüvermiş olduğunun ayırdına varmış bir halde, perdeli gözlerinin şaşkınlığıyla bakarken, lavanta kolonyası sürülü sakalının arasından sızıp terine yapışmış koku, kendisinden başka hiç kimselerin fark edemediği, o ilk gecenin nişanesi, alameti gibi Zühre Hanımefendi’nin burnuna yerleşmişti.

Yaşlı, titreyen elleriyle yuvarlak yüzünün minik, kar beyazı çenesini yukarıya kaldırırken “Kızım, yavrum, benim küçük gelinim. Sana dokunamam. Lütfedersen seni seyreyleyeyim,” derken ıslanmış gözleriyle dizlerini öpmeye başladığında Zühre köleliğin efendilik, efendiliğin de kölelik olduğunu anlamıştı. Hayat nasipsiz bir mahur besteydi, sadece dinleyenin içine işleyen. İnsan kendisi olamayınca, o topraklarda artık hiçbir şey yetişmiyordu hüzünden başka.

Taş plaklar, gündüz pencere önünde, nakış elinde ona eşlik ederek içini ferahlatıyorlardı bir nebze. “Benzemez kimse sana / Tavrına hayran olayım” sözleriyle bezeli notalar kulağına değdiğinde, bu nağmeleri sadece kendisi için dile getirilen gönül sözleri olarak kabul edip büyüleniyordu. Son zamanlarda gece ölmelerinden silkinip gündüz ayağa kalkmasına yetecek gücü bu sözlerle bulur olmuştu. Bir gün çıkıp gelme ihtimali olmasa dahi sanki şarkıyı Talat sadece kendisi için yazmış ve ona gizliden yollamıştı diyemediklerini.

Dinlediği şarkıların güftesine, bestesine uygun olarak işlediği nakşın ibrişimleri de kasnağın üzerinde, o notalarla kâh kırmızı güllere, kâh kanatlanan kuşlara dönüşüyorlardı. İçindeki cansız kadının damarlarına dolan notalara göre kavuşulamayan ıstıraplı aşklar, gonca dudaklara kondurulamayan buselerin feryatları ele avuca gelmez bir özgürlük hissini de çatlatırcasına kalbine dolduruyordu.

Hatta uzaktan onu seyreden birileri olsa, onların dahi fark edemeyecekleri bir gizlilikle, dudak kenarlarında izinsiz dolanıp duran tebessüm dalgasıyla kendisinden geçen, dudaklarından vücuduna yayılan dalganın onu ne kadar başkalaştırdığını göremezlerdi.

Ragıp Efendi, geceleri sönen Zühre yıldızının kaybolan ışığını göremeyecek kadar, konak kapısının kilidini açar açmaz burnuna değen yasemin kokularıyla bahtiyardı. Gün geceyle vedalaşırken incecik, minik pembe çiçek fiskeleriyle bezeli Çin porselenin içinde, az önce mangal kömüründe kabartılmış köpükleriyle höpürdetilmeyi bekleyen kahvenin kokusu, konağın salonuna yayılıyorken, “Ben küskünüm feleğe” şarkısının sözleri konağın duvarlarında kendilerine yerleşmek için kuytular arıyordu. Bu sırada Ragıp Efendi, Zühre Hanımefendi’nin eflatun kreptemur elbisesi içinde ne kadar da narin göründüğünü geçiriyordu içinden.

Ragıp Efendi bir zamanlar irice cüssesinin içinden çıkamayıp, değiştirdiği kırış kırış derisinin içine hapsolmuşken şiddetle ihtiyaç duyduğu dokunulmaya duyduğu özlemle “Kıt!” diye durmuş, ceviz yatağın kenar ucuna ilişemeden “Küt!” diye düşüvermişti, Zühre Hanımefendi’nin odada olmalarına rağmen orada bulunmayan hülyalı gözlerinin önünde. Zevcesi, her geceki kadife koltuğuna oturmuş taş plaktan yükselen ve onu türlü hülyalara taşıyan sözlerin şerbeti içinde yüzüyordu, haliyle  “Kıt!” ve hatta “Küt!” seslerini duyması mümkün değildi.

Perdenin kapanmasını bekleyen usta oyuncuların maharetiyle sahnedeki son halleriyle kalmışlardı o gece. Ertesi gün eve gelen gündelikçi Dilruba, Zühre Hanımefendi’nin kucağındaki kenarı iğne oyalı bohçadaki mektupların kendi narin el yazısıyla, ince bir ruhun  işçiliğiyle fakat Talat’a ait olan cansız bir imza ile kendisine yazdığını farz ettiği “Benim Nevbahar’ım, gönlümün yıldızı, gecenin neşesi Zührem’e…” diye başlayan mektuplarını ve Şeker Mehmet’in yazdığı çocukluktan hatıra saklanmış “Tatsız kalplerin kederi / Hayattır sebebi / Ağızların neşesi / Kız gel öpeyim seni” manisinin akıbetini, daldan dala değen rüzgâr misali bütün mahalleliye duyurmuştu. Bir söze göre de, ölümün sebebi Ragıp Efendi’nin aniden damar çatlaması, kalp patlaması geçirmesiydi.

Gerçek ise, Baharatçı Ragıp Efendi’nin kendisi için hazırladığı, türlü otlarla, bal, ceviz, fındık ve üzümlerle zenginleştirdiği gençlik iksirinin gücüne ayak uyduramamış olması, artık dinçliğini yitirmiş bir bedene yürek yetiştirmeye çabalarken yılların yorgunluğuna yenik düşmesiydi.

Onun herkese dağıttığı şifa, kendisine yetememişti. Beli ilaçlanacak kadınlar, gençliğini hindibağa, ebegümecine, ökseotuna, civanperçemine bağlayanlar, çocuğu olmayanlar, şikemperverlikten mide fesadına uğrayanlar, kimler uğramazdı ki o küçücük dükkâna. Tatlı dili, sihirli, hünerli elleriyle çoktan hak ettiği uzaklara varan ünüyle dertlere deva oluyordu Ragıp Efendi. Bu sebeple onu tanıyan herkes bu yaşlı adamı minnet ve hürmetle anardı. Kıl çuvallarının içinde, yüzyıllar öncesinden kalmışçasına duran baharatlardan neredeyse bir hokkabaz maharetiyle gençlik ve sağlık bahşederek mucizeler yaratan bu adamın önünde, eskimiş hayatlarını ters yüz ederek yeniden yarattığı hissiyatıyla, hatta sarı leblebiyle süslenmiş lezzetli boza kıvamına dönen hayatlarının sahibi gibi onu selamlarlardı. Tane karabiberlerden, tarçınlardan, zerdeçallardan, süpürge otlarından, zencefillerden, karanfillerden, polenlerden, bu çer çöpten kazandığı akçelerin zengini gibi görünse de aslında ona gelenlere vaat ettiği sağlığın, mutluluğun, kocalarını eve bağlayamayanların, çocuk doğuramayanların, beti benzi sarı olanların, erkek gücünü arayanların zenginiydi.

Bir tek yazın soğuk, kışın sıcak içilen, üstü beyaz bademlerle süslenen, tarçın ve kan kırmızı lohusa taşı sattığında kimseden para almazdı, içinde kalmış baba hasretini bu âlicenaplığının içine gizleyerek.

 Dizlerine kapanıp kalan Ragıp Efendi’nin sakalının gözyaşlarıyla ıslandığını, yüzünü dantelli eteklerine sürüp ağladığını, gözlerindeki perdenin bir daha açılmamak üzere kapandığını bilseler o mektupların müsebbibinin Ragıp Efendi olduğunu zannederlerdi.

Oysa hayat bambaşka kader ve kederle imtihan ediyordu ikisini de.  Asıl sebep kaderin, su arkçısı gibi küçük çapasıyla toprakta açtığı yarıkların yönünü değiştirmeye meylediyor, birbirine ters akan suyun bambaşka topraklara doğru gitmelerine artık izin veriyor olmasıydı.

Bir tahterevallinin üzerindeymişçesine kâh arşa varan heyecanlarının kâh toprağı öpen çaresizliklerinin iniş çıkışlarına Ragıp Efendi’nin kalbinin dayanamamış olması kuvvetle muhtemeldi.

Kimin ittiği bilinmeyen bir salıncağın oturağında Zühre Hanımefendi, taş plaktan yayılan “Dokunma kalbime zira çok incedir kırılır / O tıpkı mabede benzer ki, orda hıçkırılır,” sözleri konağın altın varaklı duvarlarında kayboluyorken insanın içini ürpertip boşaltan gelgitlerle, hayatla ölüm arasındaki biteviye bir geçiş içindeymişçesine geceden güne uçuyordu.

Editör: Hatice Akalın 

Belgin Önal
Latest posts by Belgin Önal (see all)
Visited 5 times, 1 visit(s) today
Close