Yazar: 18:30 Öykü

Mektep Kaçkını

Babam sabah namazına doğruldu. Balıkpazarı Camii müezzini Salim amca yokuşu çıkarken nefes nefese kalmış, kesik kesik öksürdü ama eli kulağında, birazdan ezanı patlatacak. Tek işi ona buna boncuk dağıtmak olan muzip deniz uykusundan uyanmıştı, yavaştan sahili gıdıkladı.

Annem saçımı ikiye ayırdı, ben bozup geriye taradım. Ablam önlüğümün yakasını kolalayıp gözlerinden akan çapaklı rüyalarla yatağına döndü. Tepesine sakız yapışmış, uyumadan önce falına bakmış belli ki. Abim sırtında dondurma tenekesi, vurmuş kendini yola. Bizim Bursa’nın ufak tefek taşları adamı tez elden kemale erdirir. O sebepten abim benden hep büyüktür.

İsmail okulu asmış, beni omzunda sallanan yırtık çantasıyla çukur bahçeye inen tozlu yamaçta yakaladı.  Bugün suç ortağı, elmadan ısıran tarafız. Müzikçiye dargındım saçımı çektiği için, annem beslenme çantama yumurtalı ekmek koymuştu. Bekir sırrımı ağzında ıslatmamıştı, arkadaşlar Nuran’dan hoşlandığımı duymuş. Nuran gözlüklü, dişlerinde tel olan bir kızdı ama çalışkanlıkta onun üstüne yoktu. Bana acıyarak bakıyordu, kara lastik vardı ayağımda. Pantolonumun dizleri yamalıydı kalbim gibi.

Yanaklarındaki çiller sayısınca numara olur hep İsmail’de. Kalemliği gıcır gıcır misket deposudur. Ders kitaplarını silkeleyerek arasından Teksaslar’ı Tommiksler’i döktü yere. Kapağındaki resimle iştahımı kabartan bir ikisini karıştırmaya başladım, heyecanımı bastıramıyordum çünkü. “Bu bende yok! Bunu yeni gördüm, ne zaman çıkmış? Vay canına!”

İzin verse ayak üstü yalayıp yutardım hepsini. Bizim uyanık üçü beşi beğenmezdi, kaşlarını kaldırıp başını sağa sola oynattı yine. Avucuna sıkıştırdığım harçlığımı kuruşu kuruşuna sayarak arka cebinden çıkardığı derisi atmış kahverengi cüzdana yerleştirdi. Çantasını toplayıp sırtına aldı, ıslığını patlattı.

Sahile doğru akan kalabalığa karıştık. Siyah önlükleriyle gezmeye çıkmış, mektep kaçkını iki bacaksız. Büyüklerden biri bizi durdurup erken vakitte bu kıyafetlerle sokakta ne yaptığımızı sorsa herhalde korkudan altımıza kaçırırdık. Hava nemli, kükürtlü ve ağır. Fabrika atıkları kayıkhaneyi mezbeleye çevirmiş, pörtlek gözlü ölü balıklar yayılmış kıyı boyunca. Kimseye tanıdık gelmedik, herkes işine koştu.

Kayalıklara yöneldik, dalgakıran acayip esiyordu. Balıkçılar geceden ağları dolu dönmüşler, rakılarını neşeli şarkılar eşliğinde yudumluyorlardı. Ağları silme istavritti, kefaldi, zargana ve mezgitti. Hele bir tanesi, sarı kafalı, sandalın ucunda bacaklarını suya sarkıtmış, güneşi âdeta içerek bize doğru gülümseyen bir çizgi roman kahramanı gibiydi.

Biraz da ürküyordum İsmail’den, pek konuşkan değildir çünkü. Canı istemedikçe ağzını açmaz. Belki çoğu dişi çürüktü, sağlamı yoktu hiç. Ailesini tanımazdım; nerede oturduğu, kardeşi olup olmadığı hep sırdı. Hangi okulda okuyordu, dersleri nasıldı, en sevdiği arkadaşı kimdi? Ona Nuran’ı anlattım, ilgisini çekmedi bile. Sormadı müzikçiye neden kızgın olduğumu. Çantamın dibinde ezilmiş ekmeği bir lokmada yuttu.

Bir aralık yanımdan kayboldu, meğer bakkala girmiş. Bana da gazoz açtı. Başıma diktim. “Bizde asitli içecek yasak,” dedim. Kola falan sokmayız eve. Annem erik kompostosu kaynatır. Tepkisiz, bön bön baktı yüzüme. Bir karış uzamış tırnaklarını kemirirken çilli çilli…

Atari salonuna çekiştirdi beni. Parasını bir güzel ezdi. Heyecan mı heyecan, eğlenmedik desek kuyruklu yalan olur. Harun abi dondurmayı bol koydu külahlara, yala yala bitmez. Ta bizim sokağa kadar yetti. Evin bitişiğindeki çam ağacına taş attık, kozalak düşürdük. Fıstık ayıklayıp yedik. İsmail hava kararmadan döndü gitti.

“Babam at cambazıydı, attan düştü,” dedi son buluşmamızda. Sonrasını demedi.

Bir defasında kapımızın önünden geçiyordu. Ramazan sofrası kurulmuş, iftarı bekliyorduk. Pencereden seslendim, duymadı ya da duymazlıktan geldi. Hızlanıp yoluna devam etti. Yüzündeki çiller çoğalmış gibiydi.

Sabah olur olmaz çukurbahçenin orada onu bekledim. Okulda işler karışıktı. Murat diye bir çocuk sınıfa yeni gelmiş, benim Nuran’ıma göz dikti. “Uzak dur,” dedi kızdan. Kimse bana arka çıkmadı.

Gelmedi İsmail, görünmedi daha. Gecekondulara gittim okuldan çıkınca. Odun kıran bir ihtiyara sordum adını söyleyerek. Ne o ne de çamurda top oynayan, ip atlayan kızlar tanıyordu onu. Günler geçti, sokak sokak dolaştım İsmail’i görme umuduyla; gölgesine rastlamadım.

Yumurtaya alıştım, İsmail’i de aramayı bıraktım sonra.

Karne günü geldi çattı. Müzik öğretmeni bana yüz puan vermiş. Nuran artık diş teli takmayacakmış, doktor annesine söylerken işitmiş. Haberi yok ama elbet bir gün açılacağım. Karnesi beş pekiyiyle doluydu, kurumlanarak gösterdi. Murat da bilmiyor ki. Onunla misket arkadaşı olduk sokakta. Beni hep yeniyor ama arkadaşlar gülmüyorlar bana. İnsan saygı duyuyor bileğini bükemeyince. Nuran da görecek beni Murat’ı yendiğimde, çok sevecek.

Tam unuttum, unutuyorum derken aylar sonra İsmail rüyama girdi. At üstünde duruyordu. Simsiyah, safkan, kıvrak bir at. Hiç dengesini bozmadan, tırıs giden hayvanın sırtında mağrur, daire şeklindeki sahneyi dolaşıyordu. Seyirciler arasında nefesimi tutmuş, büyülenerek onu izliyordum. Beni tanıyınca yüzü değişti, ilk defa gülümseyerek dişlerini gösterdi. Altın gibi parlıyorlardı. Adımı söyleyerek beni sahneye çağırdı. Şaşırdım, inanamadım. Görevlilerden biri elimden tutarak beni korkuluklardan içeri çekti.

Atın üstünde İsmail yoktu yanına vardığımda.

Rüyadan uyanır uyanmaz annemin yatağında aldım soluğu. Babam gece vardiyasındaydı. Kucağında anneme anlattım olan biteni. Parmağını dudaklarıma bastırarak beni susturdu. “İyi düş görenin, kötü düş duyanın,” dedi. Uğursuzluk getirirmiş. Sarıldım, uyudum gece lambasının ışığında.

O beni arasa ya. Borçluyum çünkü, gazoz ısmarlayacağım ona. Bir de şeyi anlatacağım. Nuran’ı. Biliyorum, umursamayacak. Belki kahkahayı basacak, belki hüngür hüngür… Çünkü ben evvelsi gün… Nuran’la…

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Ahmet Yılmaz
Latest posts by Ahmet Yılmaz (see all)
Visited 32 times, 1 visit(s) today
Close