Yazar: 15:19 Röportaj

Polisiye Sesler: Emel Aslan

 

Yazdığınız ilk metni hatırlıyor musunuz, kaç yaşındaydınız? Biraz anlatır mısınız?

Ah, ilk yazdığım en sevdiğim, halen saklıyorum. Beş yaşındaydım, henüz ilkokula başlamamıştım. “Afacanların Topu” adında resimli, mini bir öykü yazmıştım. Annemler de onu dikiş ipliğiyle dikip kitapçık haline getirmişlerdi. Yaşı benden epey büyük olan abim dolayısıyla eve Gırgır dergisi girerdi, oradan öğrenmişim demek ki, konuşma balonları falan çizmişim. Öykümün başkarakterleri, Ebru ve Funda adında ikiz kız kardeşler. Top oynuyorlar, ata biniyorlar, boyunlarına ip takıp gezdirdikleri “öhö öhö” diye öksüren evcil kaplumbağaları var; onların gündelik hayatlarına dair birkaç şey anlatıyorum. Ve sonra ilk ters köşemi yapıyorum ve öyküm vurucu bir finalle sona eriyor: “Afacanların babası öldü!” Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaketin bu olduğunu düşünüyorum demek ki. İlk eserim nasıl ses getirdiyse artık, benzer formatta hemen ikinciyi yazıyorum: “Ayının Oyunu”. Bunda da ayı oynatıcısı bir adamla ayısının hayatlarından kesitler anlatıyorum. Ardından ilkokul başlıyor. İlkokulda bol bol şiir yazıyorum. On iki yaşına geldiğimde ise iyice gaza geliyor ve “Kaybolanlar” adında bilimkurgu bir roman yazmaya teşebbüs ediyorum. O sıralar televizyonda Bermuda Şeytan Üçgeni ile ilgili bir şeyler izleyip çok etkilendiğimi hatırlıyorum. “Orada kaybolanlar nereye gidiyorlar?” temalı bir roman olacak (güya). Kahramanlarımız uçak yolculuğuna başlıyorlar ve fakat zırt pırt yemek molası vermekten bir türlü kaybolacakları noktaya ulaşamayınca, yazmaktan sıkılıyorum herhalde, romanım henüz başlarındayken yarım ve boynu bükük kalıyor. 

İlk kitabınız edebiyatın öteki çocuğunun sıralarından doğdu. Neden polisiye yazıyorsunuz?

Çünkü heyecan verici! Çünkü şaşırmayı ve şaşırtmayı seviyorum. Gündelik hayatın sıradanlığına basılan minik bir adrenalin pompası gibi polisiye. Yazmak başlı başına terapi zaten; suç öyküleri yazmak ise insanı kendi karanlığıyla yüzleştiren, korkularını, zaaflarını yüzüne tokat gibi vuran bambaşka bir deneyim. Yazarken kendinizi gizleyemiyorsunuz. Yazdıklarınız her ne kadar kurgu da olsa, rafine okurun gözleri satır aralarında sizi yakalıyor, ondan kaçamıyorsunuz. Aslında polisiye yazmaya başlamam tesadüf eseri ve iyi ki oldu. Kabak Koyu’nda kampçılık yaptığımız günlerin birinde internette gezinirken www.dedektifdergi.com sitesine denk geldim. Polisiye öykülerle, inceleme ve söyleşilerle doluydu ve beni çok heyecanlandırdı. “Siz de öykü gönderebilirsiniz,” diyordu. Uzun zamandır bir şey yazmamış, içsesimi unutmuştum. Yıllar önce yazdığım bir öykü aklıma geldi. Polisiye tanımına uyup uymadığını bile bilmeden, gönderdim. Sonrasında sıcacık bir karşılamayla polisiye dünyasının kapıları bir anda ardına kadar açıldı. Büyük bir aile ve harika bir okul olan Dedektif Dergi bünyesinde düzenli olarak yazmaya başladım, Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesi oldum, birbirinden değerli yazarlar tanıdım ve devamı çorap söküğü gibi geldi. Meğer aradığım mecra buymuş. Kendimi nihayet ait olduğum yerde hissediyorum. 

Yazmaya hazırlanma sürecinizi nasıl anlatırsınız, ortam, ışık, duygu, totem? 

Son sekiz, on yılımın önemli bir kısmı kırsalda veya seyahat halinde geçti, sabit bir yazma ortamım olmadı. Dolayısıyla değişen şartlara hızlı şekilde uyum sağlamayı öğrendim. Bu süreçte çadırda da yaşadım, bungalovda da, karavanda da, ev konforunda da. Son birkaç yıldır sadece Ankara-Antalya arası mekik dokusam ve daha çok ev ortamında yaşasam da halen “kendime ait bir odam” yok. Her koşulda çalışabiliyorum. Zihnimi toplamak ve odaklanmak için, mümkünse doğada, yürüyüş yapmak olmazsa olmazım. Sabah önce köpeğimi gezdirir, sonra kendi uzun yürüyüşümü yaparım. Ardından geç bir kahvaltı ve bilgisayarın başına geçerim. Genellikle Radyo-3 dinleyerek yazarım, çeviri veya düzelti yaparım. Kendimce görünmez duvarların ardına saklanır, zihnen izole olurum. Gündüz insanıyım ben, gece çalışamıyorum. Akşam belli bir saatte gri hücrelerim mesaiyi bırakır. Erkenden de uyurum. 

Edebiyatın her türü ve biçimi dikkat, özen, disiplin, titizlikle yapılmış bir kurgu gerektiriyor. Bu durum polisiye türünde biraz daha detay istiyor. Siz yazarken neler yaşadınız? 

Doğru, türü gereği polisiye daha çok teknik detay gerektiriyor. Neyse ki internet gibi bir deryada artık her türlü bilgiye ulaşmak mümkün. Bunun yanı sıra zaman zaman takıldığım konularda uzmanlığa sahip bazı dostlardan yardım istediğim oluyor. Mesela polis prosedürü, psikoloji veya yazılımla ilgili konularda bizzat o dünyanın içindeki kişilerden yardım alabilmek büyük rahatlık sağlıyor. Yine de benim tercihim, teknik detaylarda fazla boğulmamak yönünde. Öykünün omurgasından çok sapmamaya, okuru yormamaya gayret ediyorum. Gerçek hayatta yaşananların her zaman tutarlı ve makul bir zemine oturması beklenmez, hatta genellikle oturmaz. Bir kişi sırf canı sıkıldığı veya o gün tersinden kalktığı için birini öldürebilir. Ancak polisiyede her şey birbirine örümcek ağlarıyla bağlı, neredeyse her eylemi gerekçelendirmeniz gerekiyor. Sıkı polisiye okuru ziyadesiyle dikkatli ve hata affetmiyor. Yarattığınız evrenin içine onu çekmek ve kurgunun gerçekliğine inandırmak için önce kendinizi ikna etmeniz gerek. Bu yüzden bir öykü bitene kadar bedenim bu dünyada yaşamaya devam etse de zihnim öykünün evreninde takılıp kalabiliyor. Hatta bazen o evreni o kadar benimsiyorum ki bittiğinde hüzünlendiğim öyküler oluyor. 

Suç ve Bela Öyküleri’ni okuyanlar ne hissedecek, okuyucunun karşılaşacağı resmi yazarının ağzından biraz dinlesek? 

İşte onu hiç bilemiyorum, ne hissedecekler acaba? Bir eser yazarının elinden çıktıktan sonra okurun malı haline geliyor, herkesin onda bulduğu şey kendisinden bir parça, dolayısıyla birbirinden farklı oluyor. Benim öykülerim birçoklarına “karanlık” gelecektir. Hayatta karşımıza çıkabilecek ve “suç” olarak tanımlanabilecek her şey benim öykülerimin konusu olabilir, mutlaka bir cinayet ve dedektif olması gerekmiyor. Ben suçun kendisinden ziyade suçun ardında yatan psikolojiyle daha çok ilgiliyim sanırım. Çocukluk travmaları, aile ilişkileri, dostluk ve aşk ilişkileri, insanın doğayla kurduğu ilişki… Gerçeklik algısı değişkendir ve insana dair her şey sorgulanabilir. Okurun bol bol sorgulamasını, heyecanlanmasını, şaşırmasını, bazen üzülmesini, bazen kahkaha atmasını, belki kendine dair yüzleşmeler yaşamasını umuyorum. Ben yazarken bunları yaşadım. 

Polisiyenin beslenme damarı nedir, siz nasıl besleniyorsunuz? 

Her şeyden ve herkesten, diyebilirim. Yeri geliyor bir çocukluk anısı, bazen gördüğüm bir rüya, kimi zaman bir gazete haberi ya da ilk kez gördüğüm bir insan ilham verebiliyor, hiç belli olmuyor. Bu karşılaşma içimde bir tele dokunur ve o duygu derinlerde bir yerden tanıdık gelirse, yazma güdümü tetikliyor. Polisiyenin beslenme damarı da edebiyatın ve sanatın diğer dallarından farklı değil kanımca. Hayata ve insana dair her şey hikâye edilebilir; insanın varoluşundan beri suç her zaman, her yerde, yanı başımızda. Ondan kaçamıyoruz. 

Polisiye yazarken hangi tür daha çok ilginizi çeker: Öykü mü roman mı? Tercihinizi neye göre belirlersiniz öykü ve romanda? 

Ben yazmaya öyküyle başladım, şimdilik içinde kendimi en rahat ve akışkan hissettiğim alan, bu. Hızlı, kısa, net, vurucu olması beni tatmin ediyor. Henüz roman kurgulamaya kendimi hazır hissetmedim, ağırdan alıyorum. Gerçi içimde minik minik filizlenen birtakım fikirler de yok değil. Belki yavaşça o tarafa da sızarım, belli olmaz. 

İlk kitabın yazım süreci sizde nasıl bir duygu bıraktı, yazarlık bir delilik hali mi? 

Suç ve Bela Öyküleri içeriğindeki öyküleri yazma ve derleyip kitap haline getirme sürecim geniş bir zamana yayıldı. İlk yazmaya başladığımda öykülerimin bir kitaba dönüşeceği fikrinden uzaktım, yazma amacım bir kitap çıkarmak değildi. Sadece o âna ve üzerinde çalıştığım öyküye odaklanıyordum. Hatırı sayılır nitelik ve nicelikte öyküye ulaşınca bunları bir kitaba dönüştürme fikrine yakınlaştım ve belli bir süre de öykülerimi kitap dosyası haline getirmek için uğraştım. Bu konuda hayli titizlendiğimi söyleyebilirim. Yazarlık bir delilik hali mi? Bence tam tersi, daha ziyade aklını başına devşirme hali diyebilirim. Evet, üretim süreci sarsıcı ve sancılı olabiliyor, kaygılar artabiliyor, geçmişten pek çok anı çıkageliyor, köpükler yüzeye çıkıyor, bu anlamda psikoterapiye çok benziyor. Ancak şarkıda da dediği gibi, denizler durulmaz dalgalanmadan. Her öyküyü yazdığımdaki ruh halim birbirinden farklıydı, her birinde bambaşka yüzleşmeler yaşadım, her biri dimağımda değişik bir lezzet bıraktı. Ancak hepsinde ortak olan şey, bittiğinden emin olduğumda hissettiğim o tamamlanmışlık duygusu ve sükûnetti. 

Emel Aslan’ın başucu yazarları var mıdır? İlk aldığınız kitabı hatırlıyor musunuz? 

Olmaz mı? Özellikle ilk gençliğimde bazı yazarların eserlerini defalarca okuyup sindirmeye çalışırdım. Kendimi iyi hissettiğimde veya kötü hissettiğimde okuduğum farklı başucu kitaplarım vardı. Vüsat O. Bener, Cemil Kavukçu, İhsan Oktay Anar, Hasan Ali Toptaş, Hakan Şenocak, Murathan Mungan beni çok etkilemiştir. Artık daha ziyade hafıza sorunları nedeniyle kimi kitapları dönüp tekrar tekrar okumak durumunda kalıyorum; unutuyorum zira. Çocukluğumda, babamın Türkçe öğretmeni olması dolayısıyla koca bir kütüphanemiz vardı. O zamanlar, “Bu kitap çocuklara uygun değil,” diye bir anlayış yoktu, elimize ne geçerse okumaya çalışırdık. Kendim ilk aldığım kitabı hatırlamıyorum ama bana hediye edilen ilk kitabı hatırlıyorum: Ağustos Böceği ile Karınca. Henüz okuma bilmediğim bir yaştaydım ve çok sevdiğim Ayşe teyzemin hediyesi olan bu kitabı bana ablam okumuştu. Gel gelelim, finalde Ağustos Böceği ölüvermesin mi? Kıyametleri koparmıştım, ağlamaktan içim dışıma çıkmıştı. O pis Karınca neden Ağustos Böceği’ne yemek vermemişti de onu ölüme terk etmişti? Okutup okutup kendimi helak etmiştim. Kadıncağız da kitabı hediye ettiğine bin pişman olmuştu. 

İlk kitabı henüz yayınlanmış bir yazar olarak yazar adaylarına neler söylersiniz? 

Yazın yolculuğunun başındaki bir yazar olarak tavsiye vermek haddim değil, ancak kendi deneyimlerimden bahsedebilirim: Edebiyat gerçek bir sabır işiymiş. Sanatın her alanında olduğu gibi ciddi bir emek ve özveri istiyor. Sağlam ve emin adımlarla ilerleyebilmek için acele etmemek gerekiyor. Temel motivasyonun “kitap çıkarmak” değil, “iyi bir edebiyat eseri ortaya koymak” olmasını daha sağlıklı buluyorum. Öncelikle kendiniz için yazdığınızda ve eserinizi olabilecek en iyi hale getirmeye odaklandığınızda, diğeri kendiliğinden geliyor zaten. Yazdıklarınızı tekrar tekrar okumak, fikrine güvendiğiniz, yetkin birilerine okutmak, değiştirmekten, düzeltmekten kaçınmamak, mümkün olduğunca fazlalıklarından ve hatalarından arındırmak mühim. Çalakalem ve özensizce yazılmış bir eserin ne yazık ki yayınevleri nezdinde hiçbir şansı olmuyor. Övgü, elbette harika bir teşvik ve itici güç. Ancak insanı asıl geliştiren şeyin yergi olduğu muhakkak. Bir eseri kamunun beğenisine sunuyorsanız her türlü eleştiriye açık olmalısınız. Çevrenizde eserinizi okutabileceğiniz, tarafsız bir gözle, kıyasıya eleştirecek dostlarınız varsa, çok şanslısınız demektir. 

Bu keyifli sohbet için teşekkür ediyorum Yasemin Hanım, sizi tanıdığıma da çok memnun oldum. Tüm yayın ekibine sevgi ve selamlarımla…

Editör: Elif Türkoğlu

Visited 89 times, 1 visit(s) today
Close