Yazar: 19:25 Öykü

Palyaçoyu Öldürmek

Birçok okur gibi anı kitaplarını severim. Edebi kaygılardan uzak, keyifli bir okuma sunar okurlara. En son okuduğum kitap böyle bir şeydi: Bir Palyaçonun Anıları. Adından da anlaşılacağı üzere palyaçonun biri başından geçen ilginç olayları paylaşıyor. Kitapta adamın palyaço olmadan tek bir anısı yok. Sanki anası onu kırmızı ponpon burnu, renkli peruğu ve kürek gibi ayakkabısıyla doğurmuş. Ya da adam o kılığa bürünmeden kendisini bulamamış. Kitapta en dikkat çekici anılar, palyaçonun gösteri için gittiği bazı evlerde, evin kadınlarıyla sevişmesi. O palyaçoyu öldürdüm…

İş için şehir dışında olduğum bir gün, karım çocuklar için palyaçolu bir eğlence düzenlemişti evimizde. Ancak öldürdüğüm palyaçonun karımla yatması pek olası değil. Bunu karıma sorabilirdim, tabi onu öldürmeseydim. Peki ama neden öldürdüm palyaçoyu? Orası biraz karışık aslında. Adamın edebiyattan nasibini almamış kitabının çok satmasını kıskandım belki de. Kitabın girişinde “Hepimiz palyaçoyuz!” diye felsefe yapıp sonra elin karısını kızını düdüklemesine de kızdım herhalde. Ancak adamın eğlence sektöründe olduğu düşünülürse, kadınlara güzel vakit geçirttiği takdirde, prensipte işini yapıyor sayılabilir. Neyse, neticede olan oldu. Polisler onu çükünden tavana asılı halde buldular…

Bazı insanlar yeteneklerle doğar, tıpkı benim gibi. Lakin o yeteneğin keşfi bazen uzun sürer. Mesela dayım, müziğe olan yeteneğini kırk yaşından sonra fark etti ve enstrüman olarak zurnayı seçti. O kadar iyi üflüyordu ki zurnayı, “Dellendin mi bre kâfir, bu yaştan sonra devlet kapısı bırakılıp da çalgıcılığa heves edilir mi? Aman komşular küller başıma!” diyen yengeme aldırmadan adliyedeki kâtiplik işini bırakıp kendisine bir ekip kurdu ve düğünlerde boy göstermeye başladı. Çok kısa süre sonra da düğünlerin en çok aranan siması oldu. Sonunda abdesti, namazı ve nihayetinde yengemle çocukları bıraktı. Rakı, eğlence, karı kız derken bir aşiret düğününden sonra kuytunun birinde ölüsünü buldular. Rivayet o ki, o havalinin yer altı dünyasına hükmeden babanın karısını zurnasıyla ayartmış ve bunu üzerine infaz edilmiş. İnfazı dikkat çeksin diye de zurnasını götüne sokmuşlar. Ben orada yoktum ya morgda zurnayı dayımın götünden zor çıkarmışlar ve karnında biriken gazların ölüm sonrası tahliyesinden olsa gerek zurna ara ara ötmüş. Zurna sesini duyan civelek bir teknisyen deske vurup tempo tutmuş, ardından morg kısa süreliğine düğün yerine dönmüş. Ve böylece dayım ölüyken bile insanları eğlendirmiş. Nihayetinde zurnayı çıkarıp dayımın orada hazır bekleyen çalgıcı arkadaşlarına vermişler. Dayımın arkadaşları onun zurnasıyla yas niyetine acıklı bir türkü icra eylemişler ve orada bekleyen ne kadar insan varsa hüngür hüngür ağlatmışlar…

Eniştem dayıma nispeten yeteneğini daha erken yaşlarda keşfetmiş. Yirmili yaşlarında… Diliyle dirseğini yalayabilen az sayıdaki insandan biriydi eniştem. Bunun sayesinde zamanında çok kız tavlamış. Bize geldiği zamanlar, neredeyse her defasında gömleğini dirseğine kadar sıvar ve uzattığı upuzun diliyle dirseğini yalardı. Ayrıca dilini burnuna da değdirebiliyordu. Uzun dilinden olsa gerek eniştem konuşmayı da severdi. Kendisine enişte dememizden pek haz etmezdi. En az sevdiği akrabalık bağının eniştelik olduğundan dem vurur, enişteliğin kendisinde dışlanmışlık ve değersizlik duygularına neden olduğunu söylerdi…

Bana gelince… Yeteneğimi otuzlu yaşlarımda keşfettim. Kalemimle insanları öldürebiliyorum. Bir insanı öykümde öldürdüğümde o kişi gerçek hayatta da ölüyor. Hem de aynı şekilde. Bunu keşfetmem acı oldu. En yakın arkadaşımı öldürdüm ne yazık ki. Her şey bir şakayla başladı. Bana olan borcunu vermezse onu öldüreceğimi söylediğimde sırıtarak “Peki ama nasıl yapacaksın bunu?” diye karşılık verdiğini daha dün gibi hatırlarım. Ben de “Kalemimle tabi ki!” deyip gülmüştüm. Sonra da onun yanında kısa ve uyduruk bir öykü kaleme almıştım. Öykünün sonunda arkadaşım, babasının yaptığı boktan bir espriye katılarak gülmeye başlıyor ve bunu durduramayarak gülmekten ölüyordu. İşin en komik tarafı yazdıklarımın ertesi gün gerçek olmasıydı, arkadaşım öldü. Tıpkı öyküdeki gibi. Şaka gibi bir ölüm!

Bu gerçek olabilir miydi? Bir yandan en yakın arkadaşımın kaybı, diğer yandan onu öldürdüğüm ihtimali. Açıkçası ikincisi benim için daha ağır gelmişti. Suçluluk duygusu dayanılır gibi değildi. Bu arada arkadaşımın cenazesini kaldırdık, taziyeleri kabul edip yas tuttuk. Babası yaptığı espride bu kadar gülünecek ne olduğunu anlamaya çalışıyor ve sanki kendisini aklamak ister gibi o kadar da komik olmadığını göstermek istercesine her gelene o espriyi yapıyordu: “Büyük susam, çok konuşan küçük susama ne demiş?” Soran gözlerin nezaretinde kendi sorusuna kendisi cevap veriyordu. “Susamcık sus.” Arkadaşımın babası “Ne var ki bunda!” der gibi etrafı süzerken taziye halkasından kıkırdayanlar, kıs kıs gülenler ve la havle çekenler oluyordu. Dayanamayıp kendisini dışarı atan birkaç kişi de evin bahçesinde kahkahaya boğuluyordu. Bu haliyle dışarıdan gelip geçenler içeride bir cenaze değil de düğün olduğunu sanıyor, her düğüne gitmeyi adet haline getirmiş oyunbaz birkaç genç ise müzik olmadığını görerek “Cenazeye mi geldik be!” deyip telefonlarından oyun havaları açıp karşılıklı kolbastı ya da hora tepiyorlardı… Arkadaşımın cenazesi de ölümü gibi şakaya benzemişti.

Arkadaşımın annesi cenaze kalabalığı dağıldığında boynuma sarılıp beni öpüp kokladı. Oğlunun katilini öptüğünü bilmiyordu, ama ben biliyordum. Yazdığım öyküden kimseye bahsetmedim. Dahası bahsedemezdim. Ama şunu da düşünmeden edemiyordum. Ya bu bir tesadüfse?  Sağlamasını yapmam gerekiyordu. Olaydan birkaç ay sonra silahımı tekrar elime aldım ve kendime doğrulttum. Öykümde kendimi astım. Ancak benim yerime başkası öldü. Aynı isme sahip ve bir süredir ağır depresyon tedavisi gören amcaoğlum! Öykülerde tekrar kendimi öldürmeye cesaret edemedim, çünkü benim ismimde daha birçok akrabam vardı. İsim kıtlığı varmış gibi sülaledeki her evde dedemin adından birer tane vardır muhakkak. O zaman öyküde değil de gerçek hayatta yapmalıydım bunu. Epey bir gün gelgitlerle boğuştum. Çenemin altına babamın hediyesi tüfeği dayadığım günler oldu, avucuma bir dolu hap alıp beklediğim geceler de, evimin balkonundan düşebileceğim muhtelif yerleri keşfetmeye çalıştığım akşamüstleri de… Ama yapamadım. Neticede denemiştim, ölmediğime göre tanrı yaşamamı istiyordu. Hem bu yetenek belki de dünyada sadece bana verilmişti. Yaşadım, hem de öldürerek.

Önceleri kendimce insancıl saydığım şeyler için kullandım yeteneğimi. Üçüncü kurbanım kanser tedavisi görüp de iyileşme umudu kalmayan ve ağrıdan gözü başka bir şey görmeyen bir akrabamdı. Sonra pezevenkleri ve tecavüzcüleri öldürmeye başladım.  Ama bitecek gibi değillerdi. Sonra bir şey oldu. Benim için dönüm noktası. Karısını aşağılayan, döven ve zaman zaman tecavüze yeltenen yan komşumu öldürdüm. Onu bir bodrum katında dövülmüş, tecavüz edilmiş ve boğazı kesilmiş halde buldular. Kadın adamın arkasından öyle ağladı, öyle ağladı ki benim gözlerimden de birkaç damla yaş döküldü. Birkaç hafta sonra taziyeler bitip de kalabalık dağıldığında teselli için kadını kahveye davet ettim. Nasıl oldu bilemiyorum ama kendimizi yatakta bulduk. İşimizi bitirip birer sigara yaktık. Bu sırada sözü eşine getirdim. Ölümünün vahşice ve acı olduğunu lakin kendisinin de bir bakıma o adamdan kurtulduğunu söyledim. Kadın önce kocasını öldüren ya da öldürenlere lanetler yağdırdı. Ardından böyle düşünmemin yanlış olduğunu, birbirlerini sevdiklerini, kocasının aslında pamuk gibi bir kalbi olduğunu ve o öldükten sonra bir yarısının da gittiğini söyledi. Üstelemedim, biraz daha seviştik.

O zaman bir yerde yanlış yaptığımı anladım. Yani benim kafamdaki doğrularla başkasının doğruları uyuşmayabiliyordu. Başkasının yerine düşünüp eyleme geçmek zorbalığın başka bir türlüsü olabilirdi. Hem yaptığım bu küçük numaralarla dünyayı değiştiremeyeceğim de aşikârdı. Kurtarıcılığa öykünmek o an bana saçma geldi. Sonuçta dünyanın kötülere de ihtiyacı vardı, aksi takdirde iyiliğin anlamı kalmazdı. Peki, ben kimdim? İyi mi yoksa kötü mü? Tüm bu cinayetlerden sonra ruhumun kirlendiğini hissedebiliyordum. Yeteneğim görmezden gelinecek gibi değildi. Öldürmek, bir insanın yaşamına tek kalemde son vermek inanılmaz bir güçtü. Bundan vazgeçemezdim. Ben de öldürmeye devam ettim. Şimdilerde öldürdüğüm her insan ömrümü uzatıyor gibi geliyor bana, belki de yeterince öldürürsem ölümsüz olurum. Zaten insan bir defa başlayınca duramıyor, ölümler ne kadar çoğalırsa çoğalsın kâfi gelmiyor. Hem insanlar ölmek için gelmiyor mu hayata? Ha bugün, ha yarın…

Sonra gerekli bağlantıları kurup iş almaya başladım. Artık bir kiralık kalem, kiralık bir katildim. Babam “Yazmak karın doyurmaz oğlum, bırak bu boş işleri.” derdi. Şimdi tek bir iş için bile milyonlar kazanıyorum. Babamın bugünleri görmesini isterdim tabi onu da bir öykümde öldürmeseydim. Babamın ölümü acısız oldu, en azından ben öyle tahmin ediyorum. Karbon monoksit zehirlenmesi. Saçma bir öyküydü, tıpkı ilişkimiz gibi. Yaz günü insanlar onun neden soba kurup yaktığını hâlâ anlayabilmiş değil.

Müşterilerimden çok acımasız çıkanlar oldu. Aldatılan bir kadın, kocasının diğer kadından olan çocuğunu öldürmemi istemişti. O an merak ettim, o adam kimi aldatıyordu? Karısını mı yoksa sevgilisini mi? Kadına bakınca sanki adam sevgilisini aldatıyormuş gibi geldi bana. Ama iş işti. Çocuğu öldürdüm. Uykusunda öldüğünü yazdım çocuğun, acısız. Cennettedir şimdi. Sonra kadını öldürdüm, bunu zevk için yaptım. Bazen işin keyfini çıkarmak lazım. Mesela geçenlerde gönderdiğim roman dosyasını reddeden editörü de büyük bir keyifle öldürdüm.

Geçen hafta gizli bir tarikata katıldım. Daha doğrusu tarikat beni buldu. Beni seçilmiş kişi sanıyorlar. Heriflerin enteresan bir inanışları var, sapkın bir dine benziyor anlattıkları. Bir yaratıcı olduğuna inanıyorlar. Ancak bu yaratıcının insanlarla uğraşmaktan yorulduğunu, bu işlerden sıkıldığını, dünyaya peygamberini gönderip tatile çıkacağını, tatil dönüşü insanlarda bir düzelme göremezse her şeyi bitireceğini söylüyorlar. Bu peygamberin kalemiyle insanları ortadan kaldırabilecek gücü olacakmış. İşte o peygamber benmişim. Yozlaşmış insanları kalemimle ortadan kaldırabilirmişim. Peki ama ya peygamber yozsa? Renk vermedim ya korktum adamlardan. Manyak tipler. Asıl korktuğum ise kendimi peygamberliğe kaptırma ihtimalim. Eğer adamlar haklıysa umarım başarısız olurum. Çünkü o tanrı gibi ben de bıktım insanlardan. Aslında bazen düşünüyorum da şu dünyanın gerçek adını bir bulsam ve tek öyküyle işini bitirsem. Saçmaladığımı düşünüyor ya da bana inanmakta güçlük çekiyor olabilirsiniz. Öyleyse bana gerçek isminizi gönderebilirsiniz.

Editör: Melike Kara

Ebuzer Kalender
Latest posts by Ebuzer Kalender (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close