Yazar: 18:16 Öykü

Ölsoyabam

İnsanların çoğu hiç yaşamadan ölür; bazı insanlar hiç ölmemiş gibi yaşamaya devam eder, bazılarıysa öldükten sonra yaşamaya başlar. Ben öldükten sonra yaşamaya başlayanlardanım. İki ay önce, sabah kötü bir baş ağrısıyla uyandım. Baktım yatağımın başında iki kişi! Bismillah… Uykunun zerresi kalmadı gözlerimde, “Hayırdır kardeşim kimsiniz?” demeye kalmadan durumu izah ettiler. Meğer ölmüşüm. Ağzımdan çıkan ilk söz, “Vallahi mı?” oldu. Vallahi.

Adamlar da aldığım cevap da gayet ikna ediciydi. Israr etmedim. Yapacak bir şey yoktu, ölmüştüm işte. Sonra evrak işleri. Hiç sevmem. Bir de tebligat uzattılar önüme. Şu tarih ve saatte, şu nedenlerden ötürü, kendi rızamla öldüğümü kabul ediyorum. İşlerini sağlama almak istedikleri belliydi. Bastım imzayı. Adamlardan iri olanı imzaladığım kâğıdı zarfa koydu. Diğeri zarfı alıp yaladı ve ağzını kapattı.

Hiç böyle hayal etmemiştim. Hazırlıksız yakalandım ölüme. Önceden haberim olsaydı en azından üstüme başıma çeki düzen verirdim. Don atlet ayıp oldu. Aklım önceki gün sipariş ettiğim ama tadına bakamadığım peynirde kaldı, “Yiyebilir miyim?” diye sordum. Müsaade etmediler. Şansımı zorladım. “Bari yanımıza alsak?” Olmazmış, gideceğim yerde yemek varmış. Bir sürü para vermiştim. İnşallah israf olmamıştır. Sonra sevgilimi aramak istedim. Öldüğümü söyleyeyim de merak etmesin diye. Ona da müsaade etmediler. Ne de olsa yakında öğrenirmiş. Öğrenmiş de. Üç gün sonra o bulmuş cesedimi ve üzerine kusmuş. Velhasıl hiçbir isteğimi yerine getirmediler. Ama böyle olmaz, bir insanın son istekleri yerine getirilir dedim nafile. Ben karıştırıyormuşum, son dilek dediğin ölmeden önce olurmuş ama ben ölmüşüm. Dolayısıyla bu dilekler son değil ilk oluyormuş ve şimdiden tüm isteklerimi yerine getirirlerse işin içinden çıkamazlarmış. Şımarık bir çocuk gibi isteğim bitmezmiş.  

Neyse lafı uzatmayayım. Beni alıp bir yerleşkeye götürdüler. Giriş kapısındaki tabelada büyük harflerle ÖLSOYABAM yazıyordu. Artık burada yaşayacakmışım. ÖLSOYABAM ne be? Öldükten Sonra Yaşamaya Başlayanlar Mahallesiymiş. Açık adres istedim, sipariş falan verirsem kargocular bulabilsin diye. Ama mahalleye kargocuların ve hurdacıların girmesi yasakmış.

Yeni mahalleme çabuk alıştım. Sokaklar oldukça bakımlı. Belediyecilik faaliyetleri çok iyi. Hayattayken yaşadığım mahalleyle alakası yok. Çöpler hiç birikmiyor. Yemekler deseniz fevkalade. Geleli iki ay oldu, şimdiden beş kilo aldım. İyi ki ölmüşüm anasını satayım. Muhtarımız Mendel’i de kutlamak lazım. Mahallenin ihtiyaçlarını ve sorunlarını ivedilikle üst kurumlara iletiyor. Belki sonraki seçimlerde ben de aday olurum. Mahallemiz nezih de hani. Sadece geçenlerde küçük bir taşkınlık oldu. Van Gogh bir buhran anında diğer kulağını da kesti. Sonra bana vermek istedi. İlk kestiği kulağını bir hayat kadınına vermişti yanlış hatırlamıyorsam. Ne iş kardeşim? Kabul etmedim tabii. “Ne yapacağım abi bu kulağı?” dedim. Boynuna asarsın! Kulak vereceğine bir tablonu ver de duvarıma asayım dedim. Vermedi. Gözü açılmış burada. Bereket mahallede doktor vardı da kulağı dikti yerine. Biraz yamuk kaynamış ya olsun, hiç yoktan iyidir.  

Mahalle epey kalabalık. Van Gogh’tan başka bir sürü bilim adamı, sanatçı ve yazar var: Poe, Kafka, Emily Dickinson, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Mihail Bulgakov, Nietzche, Ömer Seyfettin, Mehmet Akif Ersoy, Charles Bukowski, Stefan Zweig, Nick Drake, Mendel, Amedeo Modigliani…  

Kısa sürede çoğuyla tanışıp kaynaştım. Eğer benim zamanımda yaşasalardı, bizim dernekte çoğunun önemli bir görevi olurdu. Günlerim keyifli geçiyor. Her gün birilerini ziyarete gidiyorum. Beklenmedik şeylerle de karşılaşıyorum. Mesela Kafka bayağı kafa adammış. Sanırım buraya geldikten sonra açılmış. Söylemiyor ama yazdıklarının dünya çapında ses getirmesi özgüvenini artırmış, belli. Son ziyaretimde, “En güzeli de ne biliyor musun?” dedi. “Bazen insanlar, yazmış olduklarıma benim bile aklıma gelmeyen anlamlar yüklüyorlar. Çok eğlenceli oluyormuş bu. Sonra beklediğim bir soru sordu. “Sen okur muydun beni?” Tabii ki. Peki en sevdiğim hangisiymiş? Tereddütsüz bir cevap: Dönüşüm. Şimdilerde meşgulmüş, yeni bir eser üzerinde çalışıyormuş. Tanrı’ya mektup yazıyormuş.

Nietzche’yle başım dertte. Ondan köşe bucak kaçıyorum. Tutunca bırakmıyor, “Gel bakalım delikanlı,” deyip elini babacan bir tavırla omzuma atıyor. Sonra felsefe, felsefe. Kafa ütüleyip duruyor. Fırça bıyığından ağzını göremiyorum; bıyığı titredikçe  ne oldu ne bitti soruyor da soruyor. Öldükten sonra yaşamaya başlayınca bazı fikirleri değişmiş tabii. Yeni kuramlar peşinde bana kalırsa. Bir de diyor ki bak kehanetim doğru çıktı, beni ancak 21. yüzyılda anlayacaklarını söylemiştim. Ben hala anlamıyorum seni diyemedim. Ne bileyim, belki de sorun bendedir.

Ve Oğuz Atay. İlk ziyaret ettiğim kişilerden. Müstehzi bakışlarının arkasına saklanmış şişko bir hüzünle karşıladı beni. Hemen muhabbete girdim. “Abi senin Tutunamayanlar çok tutuldu.” Haberi varmış. Sonra devam ettim, “Abi millet senin ekmeğini çok yiyor; Tutunamayanlar kültürün? kutsal kitabı gibi bir şey. Ha bir de Kürk Mantolu Madonna. Birisi kültürlü mü gözükmek istiyor, alıyor eline Tutunamayanlar’ı, arz-ı endam ediyor. Sorsan okumamıştır ha!  Kusura bakma abi ama kolay bir kitap değil.” Güldü, cevap vermedi. Ardından derin bir iç geçirip dünyadaki yazım macerasından bahsetti, gün geldi yazdığı kitabı bastırmak için yayınevi bulamadığından falan ve kitaplarının ikinci baskısını göremeden öldüğünden. Bu arada bombayı da patlattı: Neredesiniz okurlarım diyip duruyordum ya ölmemi bekliyormuş pezevenkler. Ayıp oluyor abi, bak işte buradayım. Göz kırptı; Peki ama niye buradasın? Yazarlık falan?

Hayattayken kendimce bir şeyler yazdığımdan bahsettim. Ama pek okunmadıklarından da. Güldü. Bu işler böyle olurmuş zaten. Öldükten sonra yaşamaya başlamamızın anlamı buymuş. Düşünüyorum da keşke hayattayken ben de kullansaymışım Oğuz Atay’ı; mesela bir öykümde. Belki böylelikle daha çok ses getirirdi yazdıklarım ve öldükten sonra yaşamaya başlamazdım.

Son öyküm yarım kaldı. Sebebi vakit darlığı. Dernekteki işler çok vaktimi alıyordu. DEPİNDER’de (Depresif İnsanlar Derneği) taşra yapılanmasından sorumlu operasyonel şeftim. MUTİNBİR’in (Mutlu İnsanlar Birliği) dağılmasıyla faaliyet alanımız oldukça genişlemişti. Üye sayımız o kadar artmıştı ki kasabalara ve köylere kadar şubeler açmak durumunda kalmıştık. Ben dernekteki işime ceza memuru olarak başlamıştım. Gülenlere idari para cezası kesiyordum. Neyse konuyu dağıtmayayım, o bahsettiğim öyküyü biraz toparladım ve edisyon için Sabahattin Ali’ye ricada bulundum. Kibarca reddetti. Meşgulmüş. Ne meşguliyeti kardeşim, baksan ölür müsün? Yazar kaprisi işte. Öldükten sonra bile değişmiyorlar.

Birkaç gündür mahallede bazı söylentiler dolaşıyor. Zaman zaman şüpheli bakışların nezaretinde yürüdüğümü hissedebiliyorum. Güya mahalleye son gelenlerden birisinin burada yeri yokmuş. Talihsiz bir isim karışıklığı sonucunda memurlar onu yanlışlıkla getirmiş. Son zamanlarda mahalleye kim geldi ki? Biri ben, diğeri de genç bir kadın. Demek ki onu yanlışlıkla getirmişler. Neyse bakalım yakında çıkar kokusu.  

Düşünüyorum da dünyada çok fazla insan var. Hayatın suçu yok; hepsine yetemeyecek kadar az. Tekdüzeliğine de kızmamak lazım, herkese farklı bir yaşam sunması çok zor. O yüzden çoğu insan ya yaşamadan ölüyor ya da birbirinin kopyası hayatları yaşıyor. Zaten insanlar ellerinde, gardırop montaj planına benzeyen kılavuzlarla doğuyor. Ne yapacakları belli. Ancak bazıları o montajı yanlış yapıyor. Ben kaybetmiştim o kılavuzu; tıpkı babam gibi. Babam bu yüzden nasıl öleceğini kendisi buldu. Bana gelince; kolayı seçtim ve sonradan insan olan bir karganın kılavuzundan fotokopi çektirdim. Ne de olsa hepsi birbirine benziyordu…

Bir dakika… İlan var sanırsam. Mahalle hoparlörü cızırdamaya başladı. Konuşan Mendel: “Dikkat, dikkat…” Allah, Allah! Beni muhtar evine çağırıyorlar. Ölüm memurlarının isteğiymiş. Ne istiyorlar ki? Neyse, ben bir bakayım şunlara, kalın sağlıcakla. Kim bilir, belki de peynirimi getirmişlerdir…

Ebuzer Kalender
Latest posts by Ebuzer Kalender (see all)
Visited 12 times, 1 visit(s) today
Close