Yazar: 17:01 Öykü

Kılıç Mılıç Üzerine

Allah bir yerden alıyor, hiçbir yerden vermiyordu. Bunu bir ben biliyordum bir de benden irice bir çocuk biliyordu. Hava kararıyor, gök gürlüyor, yağmur yağacak gibi oluyor ama yağmıyordu. Yemekler hazırlanıyor, kaşıklarla girişiliyor, insan sayıları artıyor ama yemek bitmiyordu. Çocuk büyüyor, adam oluyor, tanıdığı filozof isimleri çoğalıyor ama kadın onu sevmiyordu. Ellerini ısırıyor, kaburgalarını çıkarıyor, kafasına sıkıyor ama kan çıkmıyordu. Kalemini açıyor, defterini önüne koyuyor, ders çalışıyor ama notu yükselmiyordu. Annesi yanına geliyor, saçlarını okşuyor, iyi geceler diyor ama uyumuyordu. Fişi takıyor, televizyonu açıyor, filmi başlatıyor ama izlemiyordu. Düşünceyi geçiyor, abdestini alıyor, seccadeyi kuruyor ama Allah’a inanmıyordu. Kitaplar okuyor, ideolojiler ilerliyor, işçi-köylü oluyor ama örgütlenemiyordu. Bacaklarını açıyor, kasvetini soyunuyor, kılıç mılıç kuşanıyor ama şey yapamıyordu. Şey üstüne dergiler karıştırıyor, şey üstüne şey hayal ediyor, şey şeyine şeyler sürüyor ama şeyden şeyi şey ettiremiyordu.

Derken bu beyin katliamının orta yerinde, “şey” diyerek kafasını kaldırdı birisi.

“Şey mi?”

“Şey,” dedi.

Kızın gözlerindeki irileşmeye bakılacak olursa telaşlanmıştı. Bir eli kapının kolunda, ani bir hareketlenme durumunda kapıdan fırlayıp kaçacaktı.

“Ne oldu şimdi, rüya falan mı görüyor?”

“Bilmiyorum,” dedim.

“Şey,” dedi yine.

“Bak,” dedim kıza bakarak. “Kesin bir şey diyecek, not etmemiz lazım bunu. Son cümlesi olabilir. Sus! Gitme bir yere sakın, unutma söyleyeceklerini. Pencereyi falan aç. Hadi, çabuk olsana!”

“Şey… Şeey… Şeeey!”

“Ne var be, konuşsana artık?”

“Şeeey!”

Kızın keyfi kaçmıştı. Kasılıp duran hastanın en uzağında duruyor, canını sıkan tuhaf yaratığa göz gezdiriyordu.

“Şey, abla.”

“Konuş” dedi kız dayanamayarak, “rüya mı gördün, ne oldu sana, susmasana!”

Öksürüp duruyordu yataktaki. Korkuya karışık bir duygu içerisindeydim. Abla ile kardeşin arasındaki uçurum dehşete düşürüyordu her geçen dakika. Balgam atabilmesi için son gücüyle ve son kez öksürüp birazcık rahatladı.

Tekrardan “abla” dedi.

“Ne var be çocuk, ne var?”

“Şey, abla! Allah bir yerden alıyor, hiçbir yerden vermiyordu.”

*

Evdeki işimi bitirince başka bir evdeki işime dönmek için hemencecik işimi bitirdiğim evden koş-sürat ayrılıverdim. Sıcak bir yaz günüydü. Sokağa çıkan kapının önündeki ablaya; kardeşine kızmamasını, böyle şeylerin ölüm döşeğinde olabileceğini zırvaladıktan sonra tekrar uğrayacağımı söylemeyi her ne kadar unutmuş olsam da ablanın kardeşine kızmayacağından adım kadar emindim. Ablalar kardeşlerine kızamazdı. En azından kardeş ölüm döşeğindeyken böyle olmalıydı. Sonuçta bir ablanın kardeşinden, kardeşin de ablasından başka tutunacağı ne vardı ki? Kapı kolları! Bir bakıma mantıklı görünebilir. İki taraftan birisi kafayı oynatma sinyalleriyle dolup taşınca öbürü kapı kollarına ya da çeşitli sopalara tutunabilir. Ama delirmek meselesi yoksa, çıldırmak meselesi, kriz meselesi, hele ki ölmek meselesi yoksa; dünya ne de güzel bir memleket olurdu! Biz bunu düşünmekle yetinelim sadece. Mavi mavi sularla, yeşil yeşil çağlalarla, kırmızı kırmızı bayraklarla, sarı sarı altınlarla yetinelim. Adem babamız ve Havva anamızla, pek değerli kariyer planlarıyla, borsayla, futbolla, tırnaktan çıkmak bilmeyen ojelerle, bebek bezi reklamlarıyla, viskilerle, musmutlu aile tablolarıyla, Beyoğlu’nda kutlanan on dört şubatlarla, Marksist gerçekçilikle, İsmet Özel yuhalamalarıyla, Yılmaz Güney filmleriyle, kurşun geçirmez şalvarlarla, şakadan anlayan şakazedelerle, göğüs dekolteleriyle, tuvalet sigaralarıyla, yutkunan kelimelerle, çok güvenlikli hapishanelerle, dertli bir milyonerlerle, iki milyonerlerle, üç milyonerlerle, kusmuş paletlerle, sekizinci yurttakilerle, Betül’ün memesinin ucunda sandığı benlerle, kikiri gülen matmazellerle, evrilmeyi bekleyen şempanzelerle, şempanze diyemeyen kedilerle, kedi sevmeyen köpeklerle, odaların içindeki odaların dışkılarıyla, görücü usulü boşanmalarla, imece usulü yalnızlıklarla, asılmayı hak eden şapkalılarla, bendenizle, sizdenimle, böyle mi’lerle, yok artıklarla, kurumuş durmuşlarla, bitmiş tükenmişler’le, osman’ın pipisiyle, telleri kopan sazlarla, dersim dört dağ içindelerle, aman beyim etme eylemelerle, eğlence mi eylemcedirlerle, kap kacak bacak saçaklarla, göt möt öhöm! sövmelerle, yarabbi çok şükürlerle, fincan kulpuna sığmaz parmaklarla, kapaksız to live can kill’lerle, tumturaksız since I was born’larla, ince elenip sık dokunmayanlarla, boşluğa uzun süre bakarsan boşluk da sana bakarlarla, ermeni kıryalı’ndaki irani elleriyle ellerime dokunan Edalar’la, yok yaşamış bilirkişilerle, Rodrigo’nun gitar konçertosu ne kadar güzelmişlerle, kıpır kıpır içlerle, karadeniz terzi fikrilerle, İstanbul anten publarla, tekirdağ’da hukuk okuyan ve beni belkisine sevebilme potansiyeli taşıyan koskocaman gözlü oha Elifler’le, diz kapaklarımdaki izlerle, abim benim epilepsidirlerle, annemin bir gece böbreği sancı yaptılarla, bir arkadaşım kaçak yollarla Almanya’ya gittilerle, ayak parmaklarımdan ikisi bitişik ya askere alınmazsamlarla, kitap yazdım okumadılarla, söylemese de bütün doğruları bilen yalan makineleriyle, ya benimsin ya da kara toprak Aşık Veyseller’le, kılıç mılıçlarla, orta doğu teknik üniversitesinde bir tane lamba var adını ben koydumlarla, ben şimdi her iki haftada beş kitap okuyorsam bir ayda da on mu kitap okuyorumlarla, acaba kabaca bacalarla, beyaza boyanan duvarlarla, salonda desen sayan gözlüklülerle, Sabahattin Ali öldürüldü aslındalarla, başım ağrıdı susmam lazımlarla, sahiden bir öpsene benilerle, kız arkadaşlarını sevişmeye hazırlayan kızlarla, erkekler neden erkektirlerle, bir salladım herkes inandı mallarla, çekya’da çekçe konuşamayan çeklerle, dostumyevski içtiği çaydan ikram ettilerle, hayatta iki çağ vardırlarla, biri ergenlik diğeri ergendiklerle, otobüste yanıma yaşlı bir kadın oturdu ve neden cam kenarından kalkıp bana cam kenarını vermedin baksana yaşlı olduğumu görmüyor musun dedilerle, durakta yarı çıplak uzanan bir tinerci gördüm beni görünce kalktı toparlandı otur evladım dedi oha ya oha çüş yanilerle, bedenci neden takla atamadığımı sordu ben de üç-iki Beşiktaş kazanır dedim iyi mi ettimlerle, sen kontrolünü bana bırak yatakta çok iyiyim kilerle, ocakta yemeğim kaldı düdüklü pencere patladı uzun makarnalı saçlarımı kısaltmak için kuaföre gittimlerle, yeter ulan yeterlerle, kimin şeyi daha büyük ben sekiz yaşındayımlarla, ilkokulda hocama aşk mektubu yazdım sabah okula gelince yanaklarımı okşadılarla, güle güle öldürtmenimlerle; vesairelerle düşünmekle yetinelim.

*

Saat beşe yaklaşıyordu, düşünmeyi bıraktığımda. Sevgilisinin bir koşu markete uğrayıp getirdiği tuzlu bisküvileri yerken “merhaba bey amca,” dedim. İhtiyar geçen süreyi uzun bir sessizlik olarak algılamış olmalı ki “Ben de hiç konuşmayacaksın sandım yazar bey,” diyerek söylendi.

“Nasılsın, iyi misin?”

“İyiyim,” dedi. “İyiyim de, hiç kimse ölüp gideceğime inanmak istemiyor.”

“Seviyorlar seni,” dedim.

“Öyle mi dersin?”

“Öyle derim. Hem bak sevgilin kaç gündür başında duruyor, hizmet ediyor, değer veriyor…”

“Haklısın galiba,” dedi.

“Haklı olmasına haklıyım da sen hala sigara içmeye devam ediyormuşsun galiba?”

Şaşırmış gibi yaparak, “ben mi?” dedi.

“Bilmem, öyle diyorlar,” dedim.

Kim diyor diye sormasını beklerken, krem renkli pantolonumun cebinden çıkarttığım paketten bir dal alıp yaktım. İçli içli bakmakla yetindi bana. Canı çeksin diye her dumanı dolu dolu alıp yatağına doğru üflüyordum. Dayanamadı.

“Bir fırt versene bana,” dedi.

“Olmaz” dedim, “sevgilin görürse mahvoluruz.”

“Görmez, görmez! Lütfen sadece bir fırt tek istiyorum.”

Bir şartla dedikten sonra sigarayı kaparcasına ellerimden söküp aldı.

“Biliyorum şartını” dedi, “otur anlatacağım her şeyi.”

O, bir fırt diye anlaştığımız sigaradan beşinci fırtını çekerken, onu daha iyi duyabilmek için tam karşısına geçip defterimi kalemimi hazırlıyordum. Sevgilisi henüz mutfaktan çıkmamıştı. Daha genç olan sevgilisiyle konuştuğunu bildiğimden üçüncü eve gecikmemek için çabucak anlatmasını tekrarladım.

“Anlatacağım evladım. Sakin ol, bitsin sigara,” dedi.

Beklemek zorundaydım. Ağır ağır ciğerine yuvarlıyordu dumanları. Göğsü bir kalkıp iki iniyor, kırlaşmış saçları kafasına yapışmış, tek tük seçilen sakallarıyla bütün ihtiyarlığını gözler önüne seriyordu. Kurşun kalemimle, yatağın ve oturduğum tekli koltuğun ortasında kalan motifsiz ak vazoya birkaç kere dokunup dikkatini dağıtmaya çalıştım.

“Tamam” dedi, “iyicene dinle şimdi.”

Parmakları arasından uzattığı izmariti paketimin üzerinde söndürüp kaşla göz arasında vazonun deliklerinden içeriye fırlattım.

“Bundan yıllar önce,” diyerek nihayet beklediğim hikâyeyi anlatmaya başlamıştı. Bütün odağım yalnızca dişsiz ağzından dökülecek kelimelere ilişkindi.

“Cumhuriyet Meydan’ında seyyar bir kulübem vardı. Gazeteler, dergiler, kuponlar, fanzinler satardım. Ha bir de bir kedim vardı, adı Maviş’ti. Nedense unutuyorum söylemeyi. Maviyle alakalı herhangi bir dış özelliği yoktu. Bir gün bir çocuk gelip sevdi kediyi. Hava güneşliydi. Ensesini okşadı. ‘Adı ne amca bunun,’ diye sordu. Tesadüf o ya, hiç isim koymayı akıl edememişim. ‘Adı kedidir evladım,’ dedim. ‘Olur mu ya’ dedi, ‘bir kedinin ismi hiç kedi olur mu?’ Olmazdı galiba. Pekâlâ bir ismi olmalıydı kedinin. Şöyle etine suyuna uygun, fiyakalı bir isim hiç de fena sayılmazdı. ‘Sen koy adını,’ dedim çocuğa dönerek. Bir anda bütün dişleriyle gülümsemeye başladı. Sevindim. Kaldırdı kediyi, kucakladı. “Adı maviş olsun amca,’ dedi. Olmasına olsundu ama mavi ne alakaydı? Kara, kuru bir kedi. Gözlerinin biri kapalı, diğeri simsiyah. ‘Emin misin?’ diye sordum. ‘Eminim amca’ dedi, ‘maviş iyidir.’ ‘İyi, peki madem,’ deyip kabul ettim. Sebebini hiç sorgulamamış olmama henüz bu yaşımda bile şaşıp kalıyorum. Fakat sevindi çocuk. Görmen lazım. Kısa kıvırcık saçları, çirkin bir gözlüğü, postalları, eski püskü montu… Karşımda bütün iğreti haline rağmen, korkunç sıcağa rağmen, her şeye rağmen, bir kediye ad koymanın sevinciyle kımıl kımıl bir çocuk vardı. Gel zaman git zaman yanımdan ayrılmaz oldu. Sabah saat sekizde meydanın altında iner, yürür bütün ağırlığıyla, kulübenin yanına kadar gelir ve kediyle oynamaya başlardı. Sonra da iki sokak aşağıdaki okuluna giderdi. Ders çıkışları dışarıya çıkma imkânı olsa gelip yine kediyle meşgul olurdu. Zaten akşama doğru beş gibi de dersi biterdi zavallının. Neden zavallı dediğimi birazdan anlatacağım. Nasıl bir heyecanla yanıma geldiğini anlatamam. Bir ara takılıverdim kendisine. ‘Kediyle tanıştın dergileri bıraktın,’ derdim. O ise ‘maviş olmasa okula bile gelmem ki amca,’ derdi. Haklıydı. Anlamam zaten niçin bu çocukları bu sıcakta evden çıkarttıklarını. Kendi çocukluğumda da anlamamıştım. Hatta okulu falan da bu yüzden bıraktım. Babamın Avcılar’da şirin bir sahafı vardı. Ona da babasından kalmıştı. Emekli maaşıyla bize bakar, evde canı sıkılmasın diye sahaflara uğrardı. O öldükten sonra ben devraldım mesleği. Büyük büyük kitapçılar peyda olunca da ayakta kalamayıp seyyar bir kulübe satın aldım. Birkaç ay daha babamın yerinde durup buraya geldim. On yılı aşkındır da buradayım.”

“Amca” dedim araya girerek, “sözünü balla kesiyorum ama çocuğa geri mi dönsek?”

Gülümsedi. “Tamam evladım” dedi, “sabırlı ol az biraz, dönüyorum konuya.”

Bir yudum su aldı. Peçeteyi uzatmamı söyledikten sonra peçeteye tükürüp yastığının altına koydu. Hiç iğrenmemiştim.

“Her neyse,” diyerek bıraktığı yerden konuşmaya başladı. “Birkaç ay geçtikten sonra ilginç bir şekilde çocuğu ortalıkta görememeye başladım. İlk başlarda hastadır, okula uğrayamamıştır, sınav haftasıdır vesaire diye düşündüm. Ancak sonra daha fazla meraklanmak istemeyip okuldan çıkanların yolunu kestim, çocuğu sordum. ‘Amca adı yok mu bu çocuğun,’ dediler haklı olarak. Adını bilmiyor muydum yoksa diye telaşlandım. ‘Adı dedim çocuklar, adı şey…’ En iyisi çirkinliğini betimlemekti. ‘Bu sıcakta lacivert montuyla dolaşan kısa-kıvırcık saçlı bir çocuk.’

‘Ha amca’ dediler, ‘sen şeyi soruyorsun.’ ‘Evet, evet onu soruyorum’ dedim, ‘nerede, ne yapıyor; yanıma uğramayınca meraklandım.’ ‘Amca’ dediler tekrardan, ‘senin haberin yok mu?’ ‘Neyden haberim yok mu evladım?’ dedim. ‘Onun babası öldü geçen hafta, ondan gelmiyor okula.’ Ürperdim. Oturup tabureme bir sigara yaktım aniden. ‘Zavallı,’ dedim kendi kendime, ‘daha çocuktu üstelik.’ Nasıl atlatır, ne yapar diye kederlendim. Arka arkaya yaktığım sigaraların ardı arkası kesilmiyordu. Ne yaparsın, kader işte! Başımıza neyin, ne zaman geleceği belli olmuyor ki. Haksız mıyım evladım?”

“…”

“Haksız mıyım evladım,” dedi tekrardan. Bakışlarıyla, beni benden kurtarmaya çalışıyordu. Oysa kafam öne eğik, gözlerimden süzülmek üzere olan yaşları toparlıyordum.

“Haklısın amca” dedim, “zordur muhakkak.”

“Zordur tabi ya, hem de küçücük yaşta… Bakma kara mara bir çocuktu ama içi bembeyazdı zavallının. Gelmez, uğramaz artık buralara diye kendi kendime hükümler veriyordum. Ama çocuk ne yapsa beğenirsin?”

“Ne yaptı amca,” diyerek gözlerinin içine baktım.

“Daha bir hafta bile olmadan tekrardan okula geldi. Büfeden sigara alırken gördüm. Acayip şaşırmış, ağzım açık onu seyrediyordum. Ayağa kalktım, kulübeden çıktım. Uzaktan seslendim. Yanıma kadar yanaşmayacakmış gibi kabaca bağırmıştım da denebilir. ‘Merhaba amca,’ dedi önüme dikilip. ‘Evladım senin ne işin var burada? Biraz dinlenseydin evinde.’ ‘Sağol amca’ dedi, ‘böyle daha iyi.’ Sarıldım boynuna. Öptüm. Umursamazca dinlediği nasihatlerimden sonra kuru bir eyvallah çektim. Şimdilik sigarasına laf etmeyecek, göz yumacaktım. ‘Amca,’ diyerek söze başladı. ‘Efendim evladım,’ dedim. ‘Gazete versene bana?’ ‘Ne gazetesi evladım’ dedim, ‘sen gazete falan okumazsın ki dergi falan vereyim sana, hem kafan dağılır.’ ‘Hayır amca’ diye itiraz etti, ‘gazete ver bana.’ Naparsın, ‘iyi bari vereyim,’ dedim. ‘Hangisini istersin evladım?’ ‘Fark etmez’ dedi, ‘ver bir tanesini’. Gittim en alt raftan rastgele bir tanesini katlayıp koluna tutuşturdum. ‘Para istemez,’ dedim. Fakat çocuk çoktan yetmiş beş kuruşu hazır edip avuçlarıma bırakıp kaçtı. Maviş’i sormamasına şaşırmıştım. Oysa şu an sana anlatırken de söylemeyi unuttuğum gibi çocuğa da Maviş’in o uğramaz olduğunda, kaçıp gittiğini söylemeyi unutmuştum.”

Öksürüp yutkunuverdi. Bir yudum daha su içti ellerimden.

“Ee amca, bu kadar mı?” dedim.

“Hayır evladım” dedi, “dur asıl olay şimdi başlıyor.”

“…”

“Çocuk bu gazete olayını akşam okuldan çıkıp meydandaki durağa ilerlerken yine tekrar etti. Yani tekrardan bir gazete istedi benden. ‘Oğlum daha sabah almadın mı?’ diye sordum. İnatlaştı. Dayanamadım verdim. Çantasının en geniş gözünü açıp içeriye kıvırarak sıkıştırdı. Usulca yürüyüp uzaklaştı. Derken bir sonraki sabah yine aynı şekilde gazete istedi benden. Akşamına tekrar aldı. Kıramıyordum bir türlü. ‘Neden?’ diye soruyordum. Herhangi bir cevap gelmiyordu. Bir sonraki gün daha fazla gazete istemeye başladı. Bu sefer sabah iki akşam iki gazete alıp uzaklaşıyordu. Ardından ikiye katlana katlana uzadı bu gazete işi. Alışkanlık yapmış, günde yedi-sekiz gazeteyle evine geri dönüyordu. Ömrümde gazete almak bağımlısıyla ilk defa denk geliyordum. Korkmaya başladım. Meraklanmaya da denebilir. Bir ay boyunca böyle devam etti gitti. Her gün usanmadan sıkılmadan harçlığının yarısından fazlasını gazete almaya harcıyordu. Zavallım benim! Tabi o zamanlar sebebini bilemiyordu insan. Garibimin meğer ne çekilmez çilesi varmış.”

“Ne çekilmez çilesi varmış amca?” demiş susmuştum. Alnımdan süzülen ter damlalarıyla kıpkırmızı bir halde, dişsiz ağızdan çıkacak kelimeleri var kulağımla dinliyordum.

“Ah!” diye inledi içli içli. “Ah ki ne ah!”

“Amca anlat” dedim, “ne olur anlat, susma.”

Üçüncü kez yutkundu. “Bir gün aynı çocuklar tekrardan okuldan çıkmış, kulübemin oradan karşıya geçmek için bekliyorlardı. Hani şu çocuk bir dönem okula gelmemişti de onlara sormuştum ya. Hah, işte o çocuklardı bekleyenler. Beni görünce selam verdi içlerinden biri. ‘Aleykümselam evladım,’ dedim. Sonra belli belirsiz bir şeyler gevelerken yanındaki arkadaşları tarafından susturuldu. ‘Ne var evladım, niye susturuyorsunuz arkadaşınızı,” diye sorunca, sorumdan almış olması muhtemel cesaretle ‘Senin şu çocuk var ya amca,’ dedi ve güldü. Arkadaşları tarafından çekiştirilip duruluyordu. ‘Evet evladım ne olmuş o çocuğa?’ ‘Delirmiş amca, delirmiş’ dedi, ‘hem de bayağı oynatmış kafayı’. ‘Ne olmuş evladım gülmeden anlatsana şu işi,’ diyerek yanlarına yaklaştım. Tedirgin olmaya başlamıştım. İçlerinden soğukkanlı bir çocuk, lafı gülüp durandan alıp ‘bir şey yok amca’ dedi, ‘arkadaşımızın kusuruna bakmayın’. Galiba endişelenmekte haklı olduğumu düşünmüş olmalıyım ki ısrar edip üstlerine gittim. En sonu dayanamadılar. Bu arkadaş grubunun en uzunu ve belki de en kıdemlisi tane tane olan biteni anlatmaya koyuldu. Uzun uzun dinledim. Dinledim de ne demek! Hayatımda hiç böyle bir şoka girmemiştim. Babamın öldüğünü ağlayarak kulağıma fısıldayan dedemin yüzüne bakarken bile böylesine dökülmemişti başımdan aşağı kaynar sular. Bu çok başka, bu çok acayip bir şeydi.”

“Ne dediler amca bu çocuklar sana? Asıl onu anlatsana!” diyerek bağırdım.

“Ah evladım nasıl anlatmalı ki?” dedi. Gözlerini kısıp bir sigara daha vermemi istedi. Artık hiçbir şey umrumda değildi. Çıkarıp bir sigara daha uzattım. Peçetesinin içine sarıp yastığın altına sakladı.

“Evladım” dedi, “meğerse bizim zavallı çocuk her gün aldığı gazetelerin en arka sayfasındaki cenaze ilanlarını kesip biriktiriyormuş.”

Tutamadım gözyaşlarımı. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Olacakları, olmuşları, olmamışları gayet iyi biliyordum.

“Bir gün, yani babasını kaybettikten sonraki bir gün, bir gazetenin arka sayfalarından birinde babasının adını taşıyan bir cenaze ilanı görmüş. Hani sen de bilirsin. Ölünün ismini koskocaman yazıp merhuma son görev için şu gün şu namaza müteakiben şu mezarlığa vs. diye yazar durular. Bizim çocuk bu sayfada babasının ismini görünce fazlaca etkilenmiş olmalı. O günden sonra sürekli gazete alıp durmuş. Üstelik sadece benden değil, oturduğu mahalledeki her marketten alıp evin bir köşesinde biriktirmiş. Ölülerin isimlerini not defterine günü gününe kaydetmiş. Hatta İstanbul’da olanlarının cenazelerine bile gitmeye çalışmış. Böyle böyle yemiş kafayı garibim. Sonra gazetelerin arka sayfalarından kırpıp kestiği cenaze ilanlarını biriktirdiği yer, günün birinde annesi tarafından fark edilmiş. Ne yapsın kadıncağız, korkmuş tabii ki. Oğlunun defterlerini, kitaplarını karıştırmaya başlamış. Çeşit çeşit isim, soyisimleri görünce ne yapsam ne etsem diye düşünmüş. Çareyi okuldaki hocalara danışmakta bulmuş. Gelmiş okula, durumu bir bir anlatmış. Sonr-”

“Sonra çocuk, 10-A sınıfındaki bir matematik denemesinde sınıfa cumburlop dalan nöbetçi öğrenci tarafından rehberlik hocasına mı çağrılmış amca?” diyerek bölüverdim.

“Evet,” dedi.

“Ve rehberlik hocası ona neden böyle bir şeye gereksinim duyduğunu mu sormuş amca?”

“Evet,” dedi.

“Çocuk da bu soruya ithafen, sadece ‘hocam benim babam gazetelerin arka sayfalarında öldü de, merak ettim gazete sayfalarında ölmüşleri’ mi demiş amca?”

“Evet,” dedi.

“Peki amca” dedim, “bu çocuk şimdi nerede?”

“Evladım” dedi, “en son hastaneye kaldırıldığını duyduydum ben.”

“Şimdi nerede olduğunu biliyor musun amca? Önemli de benim için…”

“Valla evladım” dedi, “bilmiyorum ama yatalak falan da olabilir çünkü ağırdı hastalığı, felç riski taşıdı aylarca.”

Teşekkür edip kalktım ayağa. “Bir yere daha uğramam lazım. Geç kalmak istemiyorum. Sen de kendini fazla yorma. Ölmezsin sen. Kimseyi de üzme sakın. Sevgilin asla yalnız bırakmaz seni, bunun için kaygılanma. Bir ara yine uğrarım,” dedikten sonra tam kapıyı açıp çıkacakken, sevgilisi dalıverdi odaya.

Bir bana bir de amcaya baktı. Odanın leş gibi sigara kokacağını ikimiz de tahmin edememiştik.

“Cevap verin çabuk” diye çığlık attı, “kim içti sigarayı bu odada!”

*

Kaldırımlarda dolu dolu kartlar gördüm üçüncü eve doğru ilerlerken. Aysun’un numaraları. Selin’in numaraları. Güliz’in numaraları. Bensu’nun numaraları. Dilara’nın numaraları. Ece’nin numaraları. Bir de muhakkak Alev’in numaraları. Çekine çekine yürüdüm. Eğilip dokunmadım. Dokunup aramadım. Arayıp fiyat sormadım. Fiyat sorup sevişmeye gitmedim. Sevişmeye gidip soyunmasını seyretmedim. Soyunmasını seyredip üstüne atlamadım. Üstüne atlayıp…

Kaldırdım yakamı. Yolda çaprazlamasına duran sekiz genci gördüm. Ellerindeki bildirilerle gelip geçenle sohbet etmeye çalışıyorlar, harıl harıl bir şeyler anlatıyorlardı. En gürbüzleri ise hepsinin önünde durmuş, bağırıyor, slogan atıyordu. “Bağırmasana be,” dedim. Dememiş de olabilirim. Ya da içimden demişimdir. Dışımdan söylediysem de duymamışlardır. Duysalardı cevap verirlerdi çünkü. Duysalardı çünkü şey… şey olurdu. Kılıç mılıç üzerine konuşur, küsüşürdük. Ne bileyim, belki de beni sever, sayarlardı.  Vaktiyle bende çaprazlama durduydum Kızılay’da. Kızılay da tam karşımdaydı. Yelekli yeleksiz olmak üzere ikiye ayırırdı insanları. Tabi yelekliler de kendi içlerinde iki sınıfa ayrılırlardı. Kurşun geçirmez yelekliler. Kurşun geçiren yelekliler. Kurşun geçirmezler ya kendi istekleriyle kurşun geçirmez olmuşlardı ya da ağabey-dayı kurşun geçirmez ise yönelmek zorunda kalmışlardı bu işe. Ancak kurşun geçirenlerin, yani ikinci kategoridekilerin, bu kurşun geçiren yelekli maceralarına atılmalarının tek sebebi üniversite sınavlarında birkaç doğru daha fazla çıkartamadığı matematik sorularıdır. O matematik soruları yok mu, ah o matematik soruları! Toplumu çeşitli tabakalara bölen bir kan emicidir o matematik soruları. Bir an durup olduğum yerde, “asıl ortadan kalkması gereken matematik sorularıdır” diyorum broşürist gençlere. Dönüp şaşırıyorlar. “Ah” diyorum, “gençler, ah o matematik soruları yok mu!” Sınıfların kalkmasının tek yolu bu matematik sorularının sınavdan önce infaz edilmesinden geçiyor. Çünkü kalktığı vakit ortadan kalkacak olan kurşun yeleklilerin geride bıraktıkları yoklukları bütün dengeyi altüst edecektir. Hem Allah sizi inandırsın, bilakis önce sizin inanmanız gerekiyor. Bu kurşun geçiren yelekliler salt kurşunu değil, taşı da geçiriyor. Bakınız! Bir fırsat sunuyorum sizlere. Bütün enerjinizi kurşun geçirmez yeleklilere harcamanız için bir fırsat. “Kuru gürültü yapma, çekil, ” diyor en gürbüz broşürist itekleyerek beni. Heyt gürbüze bak be! Yiğit broşüristim benim! Bizim zamanımızda böyle delikanlılar olaydı. Ah olaydı! Biz devrimi çoktan yapardık ki. Bizim zamanımızda elli-eli beş kiloluk devrimciler meşhurdu. Bir yetmiş beşin üstünde devrimci aradınız mı bulamazdınız. Sırf bu yüzden bir doksanlık devrimci görebilmek için pöh möh demez, broşürist arkadaşlarımızla birlikte denize giderdik. Deniz biz gittiğimizde maviliğini kaybederdi. Deniz niye maviliğini kaybederdi! Halbuki şimdi bana yumruk atmak için kolunu yukarıya kaldıran gürbüzün dişleri arasından kaçan tükürüklerini seyrediyorum. Günümüzün broşüristleri etli butlu oluyor. Maşallah! Genç, fosforlu şortuyla adeta bir Latin Amerika broşüristi gibi. O ne endam, o ne tas kafa, o ne uçları kıvırcık saçlar… Vay anam vay! Ne gürbüz bir evlat bu böyle, nasıl da yumruk atıyor devrimi engelleyen bir tütüniste! “Ellerin dert görmesin yüce broşürist,” deyip yerimden kalkıyorum. O sıra menekşeden dönüverip şey, şey yapıyorum… Şey, yani… Kılıç mılıç!

E. C. A. Ulusal sorun. Cinsellik. Cleopatra. Yusuf Atılgan. Fransızca. Kürt’ürel faaliyetler. Ay! Bacağımı kaşı biraz. Ay! Askısı kopmuş bunun. Ay! Aşkım kaburgalarımı saysana. Ay! Huylanıyorum ya. Dur, gözlerinle sayma aşkım. Aşkım, parmaklarını kullansana.  Buraya bir şey damlıyor. Iyy, bu ne? Bu mu? Bu. Bu şey ya. Kılıç mılıç. Öyle mi? Öpsene biraz beni. Öpmek. Şey mi? Dur. Deneyeceğim. Onu öpmek. Onu. Öpmek. Ay! Buldum. Geçişli fiil bu. Geçişsiz nasıl oluyor aşkım? Aşkım bak şimdi, fillerin sonuna şey ekliyoruz. Pardon başına ekliyoruz. Onu. Onu ekliyoruz aşkım. Kimi? Onu. Kimi? O aşkım. N. U. Onu. Hadi şimdi hep beraber. Oo-nuu. Neymiş? Onu. Bir daha! Oo-nuu. Hayır aşkım. Uzatmadan. Kızma bana. Kızmam ki. Ben bacakları bu kadar. Şey. Bacakları bu kadar güzel. Yani. Ben bacakları bu kadar güzel olan birisine kızamam. Olsun. Ben şey. Okul mokul görmedim. Aşkım, kaburgalarını sayabilir miyim? Say. Sayıyorum. Böyle zor oluyor. Uzana-yım. Uu-zann. Askı. Askı şey. Ay! Gıdıklandım. Askıyı açsana. Kor. Korkma. Korkmam. Bu ne? Bak. Şehvet şey. Ucu neden siyah? Sivri nokta. Ay! Küçükken uzun danteller. Küçükken uzun danteller kısa koltukta. Bir tane kadın. Bir tane kadın kötü kokular soluttu bana. Yaşım yediydi. Aşkım. Öpebilir mi-yim. Yok. Olmaz. Ulusal sorun. Cinsellik. Uluu-sal sorun. Aşkım. Naptık? Seviştik. Seviştik mi? O-ha. Çocuklar duyunca çok şaşıracak. Hangi çocuklar? Ay! Şey Aşkım. Biz kü. Biz küür. Biiz. Neden bağımsız olamıyoruz? Siiiz. Siiiiz kü. Siiiiz küüür. Müsünüz? Ay! Çık yataktan. Çıkma. Çıkayım mı? Hayır aşkım para. Para. Paaa. Ra. Aşkım Ra bir tane firavun. Aşkım Ra bir tane firavun. Raaa! Aşkım! Ra bir tane firavun.

Parayı verip çıktım apartmandan. Geç kalıyordum. Zeberrut zeberruttur. Kıçıma vura vura koştum. Aşkım Pakistan parasıyla karşılaşınca oracıkta ölmemek için koştum. Kunduramın ucuyla kapıyı delip içeri geçtiğimde “Selamunaleyküm ağalar,” dedim.    

Kahve leş gibi badem ve sigara kokuyordu. Kaputlarının içerisinde hayvan ölüleri saklayan ihtiyarların kimi kâğıt oynarken kimileri televizyonun karşısında gazete okuyordu. Tam sigaramı yakıp sobanın karşısına geçecekken, kaputsuz bir adam çaydanlıkların arkasından uzattığı davetkar bakışlarıyla beni yanına çağırdı.

“Bu kahve senin miydi abi” diye sordum parmaklarımın arasındaki sigaradan dumanlar yutarken.

“Benimdir ya” dedi, “olamaz mı?”

Olabilirdi de. Ya da gerçekten olabilir miydi? İnanmış mıydım? Belki de ortaktır buraya. Hem sana ne be adam! Onun ya da bir başkasının… Ben ne için gelmiştim buraya?

“Ev yukarıda mı abi?”

“Burada,” deyip depoya geçtik. Anladık romantiksin. Depoda yatıp depoda kalkıyorsun. Anladık. En marjinal sensin.

“Bak kardeşim” dedi, “bu benim boya sandığım, bu da joan pağul sartıre”

Portresi de güzelmiş joğan’ın. Hoşuma gitmişti.

“Abi fazla zamanım yok” dedim, “istersen çarçabuk konuya geçelim.”

“Eyvallah kardeş. Nereden başlıyoruz?”

“Geçen hafta bir şiir göndermişsin dergiye,” dedim.

“Ha, okuyayım mı?”

“Okuma abi, anlat bana.”

“Bir çay içek bari,” dedikten sonra cevabımı beklemeden içeriye geçti.

“Ben kivi isterim,” diye bağırdım.

Sigara külleriyle müthiş bir uyuma kavuşmuş güzelim kivimi yudumlarken abi, boya sandığının üzerine çökmüş derin derin iç çekiyordu. Zaman, tikiki-takaka geçiyordu. Kafataslarımın içerisinde bir şarkı bir başka şarkının üstüne çıkmış tepiniyordu. Çişim vardı, abinin konuşmasının başlayıp bitmesini bekliyordu. Kutup ayılarının nesli tükeniyordu. Küresel ısınma sımsıcak sıcaklıyordu. Buzullar, buzullar, buzullar eriyordu. Ben de eriyordum. Beni de koruyun. Ben neşesi tükenmekte olanlardanım. Alın beni koruyun. Yasa çıkartın. İlk üç maddenin değiştirilmesi teklif dahi edilemez dedikten sonra birinci tekil şahsı koruyun maddesini ekleyin. Neşemi çoğaltın. Ulan Hacı Bektaş! Al canımı ve çoğalt. Neşemi de bol et!

“Daha birkaç yıl önceye kadar İstanbul’da, Cumhuriyet Meydanı’nda, şu hani Esenyurt Köyiçi’ndeki var ya, işte orada ayakkabı boyacılığı yapardım. Hasbelkader o günlerden kalma gördüklerimiz ettiklerimizle şiir yazmaya başladım. Başta bizim babalar, dedeler deyiş okuyup ettiklerinden, hafif de bağlama çalarım ayıptır söylemesi, dedim bari heceyle şiir yazayım.”

“Abi,” dedim araya girerek. “Bana sanat kariyerin değil şiirin hikayesi lazım!”

“Yav ne telaşlısın” dedi, “hele iç kivini, dinle.”

Kapadım gözlerimi, mecburen dinlemeye koyuldum.

“Şu geçen hafta gönderdiğim şiirin hikayesi esasen o zamanlarda yaşanan bir olaya tanıklık etmemle başlıyor. Benim sağ tarafımda, yani birkaç adım ötemde, bir tane ihtiyar vardı. Benim gibi seyyar takılırdı. Adı… Adı şeydi… Her neyse! Bu ihtiyar genellikle gazete mazete satardı. Severdim doğrusu. Ayrıldıktan sonra bir daha görüşemedik.” Çay yudumlama molası… Bu marjinalliğe fazla bile konuştu.

“Abi” dedim, “lafını balla kesiyorum ama gerçekten yetişmem gereken önemli bir yer var saat tikiki-takaka ilerliyor.”

“Dur kardeş,” dedi.

“…”

“Bu ihtiyara, günahları boynuna, birkaç iftira attılar zamanında.”

“Ne dediler?”

“Şey dediler. Nasıl denir? Pedofili.”

“Nasıl!” diye sıçradım olduğum yerde. Apışlarımdaki deri yırtılmıştı.

“Bilmem,” dedi. “Bir ara bir çocukla, karşımızdaki lisede okuyan öğrencinin biriyle, çok fazla haşır neşir olmaya başladı. Her gün birlikte oturur, sohbet eder, sarılır, koklaşırlardı. Çocuk da dallamanın tekiydi affedersin. Adam o kadar yanaştı etti. Hiçbir şey anlamadı.”

“Abi emin misin?” dedim

“Emin değilim. Ben onların yalancısıyım. Sonra velhasıl çocuk tırlattı kafayı. İhtiyara da acayip bir şeyler oldu. Beni de epey etkileyen bu sahneler aklıma kazınıp bir gün kalemlerimin ucundan ak satırlara damlamak üze-”

Kunduramın sivri ucuyla bir tekme daha fırlatıp uzadım kahveden. Köşeyi döndüm. Pakistan parasıyla baş başa bıraktığım kadının apartmanının önünde durdum. Kılıç mılıç üzerine bir şeyler düşündüm. Yüksek ihtimalle, ihtiyar, çocuğu dudaklarından öpmüştü. Bunu en iyi ben bilmeliydim. İt İhtiyar. İtti beni. Ve yağmur yağdı hüngür hüngür. Ben de bardaktan boşanırcasına ağladım.

*

Rüyamda, yanakları sarı tüylü, turuncu, bebek kokulu bir kız görmüştüm. Kürkçü dükkanındaydım. Koltuğun bir köşesine çekilmiş beni izliyordu. Yaşımı yaşına denk düşüren ince ruhlu bir Tanrı’nın yardımıyla yanına kadar yanaştım. Sarıldı bana. Ben de böylece sarılmış oldum. Zaten sarılmak, birinci kişi sarılınca ikinci kişiyi de eylemi eyleyenler sınıfına dahil eden bir eylemdir. Kokladım. Burnuma engel olamadım da denebilir. Yoksa burnuma engel olmaya çalıştım mı? Çalışmadımsa da, bu, gerçeği gizlemeye yetmez. Çünkü koklamak çoğu zaman isteğim haricinde gerçekleşen bir eylemdir. Duymak da öyle. Beni sevdiğini söylerken bütün bilincimle sesindeki vurgulara eğilmiş olsam bile, bu, gerçeği gizlemeye yetmez. Yetkin bir ağızla öpüyorum yanaklarından. Kendimi çektiğimde dudaklarını uzatıveriyor.

-allah bir yerden alıyor,

Kokusunu solutuyor baksana. Bakayım. Özünde iyi kız. Aslında nasıl peki? Saçları var. Başka? Biraz gözleri var. Kaç tane? İki tane de kulağı var. Çok mu fazla? Gözleri siyah. Ama… Ama parlak biraz. Yakası…

-hiçbir yerden vermiyordu.

Yakasını indirdi. Gömlek mi bu? Üstünde süveter var. Çıkarıyor! Yardım edeyim mi? Okşa. Bu ne? Et. Nasıl kokuyor? Ağzını kapat. Sarılsam mı? Sarsıl.

-allah.

Turuncu saçları var ya hani… Şimdi nerede? Omuzlarına dökülmüş. Dokunsam mı? Nasıl? Omuzlarına dokunsam. Huylanır. “Huylanır mısın,” desem. Olmaz. “Seni seviyorum,” diyor. Öpsem mi? Yine.

-biraz saç bulaşmış ağzıma.

Ağzım benim eskiden anason kokardı. Şimdi de badem. Ama kupkuru. Deve yürüttüm de azıcık. Ağzında mı? Hayır. “Sevgilim” diyebilir miyim sana? Uyanmazsan evet. Uyanırsam. İşe gideceksin. Gitmezsem. Hem işe gitmemiş hem de rüyadan uyanmış olursun.

-ellerime omzun bulaşmış, bir bakar mısın?

Dikenler yetişmiş kasıklarında. Sevişemiyoruz. Nasıl sevişilir bilmiyoruz. O tupturuncu gövdesiyle, çırılçıplak uzanmışken koltuğa, uyanıveriyorum. Uyandım mı? Belki. İş var.

*

“Daha daha nasılsın çocuk?” diyorum odaya girince. Gece çökmüş. Ablası çocukla arama girip pozisyon almış. Alan savunması yapıyor belli ki. Bana mı vuracak acaba diye geçiriyorum içimden.

“Sen gidince ablam dövdü beni.”

“Neden dövdün?” derken kendini savunmaya başlıyor kızcağız.

Alelade bir sus işareti yapıyorum. Ve üçümüz, bu dar alanda suskunluğu üretmeye başlıyoruz.

“Çocuk” diyorum bir müddet sonra, “ihtiyar öptü mü seni?”

“Öptü,” diyor.

Ablası, kulaklarını tıkamış, odayı terk ederken “boyacı da öptü mü seni?” diyorum.

“Öptü,” diyor.

“Peki, söyle şimdi bana: Ben kimim?”

“Sen, bensin.”

*

Esasen, bu yaşımda, en büyük hayalim; kendi eceliyle ölen bir kedi görmektir. Sokağın ortasında mesela… Yürüyorken, bir anda, önümde kalbi durmuş bir kedinin cansız bedeniyle karşılaşmak, en büyük tutkumdur. Öyle de kalacaktır. İtiraf ediyorum, bendeniz! Mavişi ben kaçırdım. Babam ölünce… Bir akşamüstü gizli gizli… Kaptığım gibi kulübenin içerisinden, koştura koştura mezarlığa götürdüm. Keşke babam da bu mezarlıkta gömülü olsaydı. Ama değil. Taşı kaptığım gibi yerden… Kendimden geçercesine vurmaya başladım Mavişe. Maviş kıpkırmızı oldu. Bir zaman sonra kafasına isabet alıp durmadan indirdiğim taş bir başka taşa değmeye başladı. Anladım ki paramparça olan kafasıyla…

Evet. Büyüdük, büyük dük! Çok yakında bende seyyar bir kulübe satın alıp dergiler, kuponlar, gazeteler, fanzinler satacağım.

Adım, Şey.

Editör: Elif Türkoğlu

Berşan Koca
Latest posts by Berşan Koca (see all)
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close