Yazar: 20:08 Röportaj

Bir Yazar – Beş Soru | Çağatay Üge

Sayın Çağatay Üge, “Bir Yazar Beş Kısa Soru” isimli yazı dizimize katıldığınız için teşekkür ederiz. Yazı dizimiz önceden belirlenmiş ve isim ayırt etmeksizin yazarlara yönelttiğimiz beş kısa ve net sorudan oluşuyor. 

Çağatay Üge kimdir?

Zaman zaman ben de soruyorum bu soruyu kendime. Özellikle zamanın hızla akıp gittiği, benimse akıp giden bu zamanın içinde her şeye ve herkese karşı kontrolümü yavaş yavaş yitirdiğim; kendi dünyama, içime çekildiğim zamanlarda. Bu soruya verilen cevap uzun zamandır aynı, değişmedi. Kimsin sen, dediğimde, yaşama bir yerinden yamanmaya çalışan, en masum, en faydalı düşüncelerinin ve eylemlerinin altında bile öz çıkarından başka hiçbir neden bulunmayan, bencil, kendini dünyanın merkezine koymuş kibir yüklü biri çıkar karşıma. Bir bakıma, hepimiz gibi. Çağatay Üge özünde kimdir dersek, herkes gibi, sıradan biri diyebiliriz onun için. Sanıyorum tüm bunlara kafa yorup kendi kendimi gücendirmekteki amacım insan olmanın yükünü hatırlamayı istemek. Bu yük ağır bir yük. İnsanın kendi foyasını açığa çıkarması kadar gururunu inciten çok az şey vardır. Bir anlamda tüm bunları düşünmemdeki sebep, kendime karşı takıntı seviyesinde titizliğimdir. Bu takıntılı durumun derinlerinde bağımsızlık duygusu yatıyor sanırım. Bir şekilde içimi ezen, beni içten içe yanlış bir şeyler yaptığıma inandıran sezgilerimin peşine takılır, sonu nereye varırsa varsın çekinmeden giderim. Yoksa içim ezilir, boğulur gibi olurum. Tüm bu inatçılığımın sonunda insan olmanın utancıyla baş başa kalırım. Bir bakıma, herkes gibi olduğumu bilmek açık bir biçimde beni utandırmaktan başka bir halta yaramaz.

Çağatay Üge gerçekten de kimdir, diyecek olursak. 1987 yılında, Samsun’da doğdum. Çocukluğum, o zamanlar Samsun’un dışında küçük bir kasaba olan Atakum’da geçti. İlkokul, ortaokul ve liseyi Atakum’da okudum. Lise yıllarım serserilik yıllarımdır. Lise bittikten iki yıl sonra sırf Samsun’un dışında bir yer olsun da neresi olursa olsun mantığıyla Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Harita ve Kadastro Bölümüne gittim. Meslek edinme mantığıyla değil tabii. Hatta okuyacağım bölümün hangi iş sahalarında var olduğunu bile bilmiyordum. Zonguldak’tan 2009 yılında ayrıldım. Okul biter bitmez işe başladım. Harita işi ile ilgili inşaat firmalarında ve şantiyelerde çalıştım. 2011 yılının ortalarında halen devlet memurluğu görevini yürüttüğüm Atakum Belediyesi’nde çalışmaya başladım. Yaklaşık 11 yıllık devlet memuruyum. Evli ve bir erkek çocuğu babasıyım.

En Sessiz Zaman isimli romanı neden yayımladınız?

2014 yılında askere gittim. Aslında tüm bu okuma yazma işine girişmem askerde Onur diye biriyle tanışmamla başladı. Onur o zamana kadar gördüğüm çocuklardan farklıydı. Her denileni çekinmeden yapardı. Yüzü hep asık, kafası yerde, ayaklarını sürte sürte yürür, ama ne olursa olsun o kitabı elinden bırakmazdı. Çok garibime gider, bir taraftan da içten içe alay ederdim onunla. Kitap benim yaşadığım kültüre çok uzaktır. Askerliğin bitmesine üç ay kala Onur’la yollarımız kesişti. Bende şöyle bir huy vardır: birinin ya da herhangi bir olayın ilgimi çekmesi için o kişinin ya da olayın tamamen bana yabancı, hatta anlamsız gelmesi gerekir. Onur’un kitaplarla olan ilişkisi ve arada sırada o küçük not defterine bir şeyler karalaması bana aşırı ilgi çekici gelmeye başlamıştı. Çünkü onun yaptığı bu işe bir türlü anlam veremiyordum. Yirmi yedi yıllık yaşantımda kitaplarla böyle bir ilişki içerisine giren birine ilk defa rastlıyordum. Gel zaman git zaman bir şekilde Onur’la samimi olmayı başardım. Tabii ki onun tek ilgi alanı olan kitaplarla ilgileniyormuş gibi görünerek. Yanlış anlaşılmasın. O zamanlar ben de tam olarak ne yaptığımı bilen biri değildim. Onur da ona karşı gösterdiğim ilgiyi boşa çıkarmadı. Ama benim kitap konusunda son derece cahil biri olduğumu anlaması da uzun sürmedi. Bana birkaç kitap tavsiyesinde bulundu. Okudum. Pek bir şey anlamadım. Ama yine de bu kitap işi hoşuma gitmişti. Kendimi önemli biri gibi görmeye başlıyordum. Kitap okumayı öyle abarttık ki çarşı izinlerinde koşa koşa kitapçılara gider, bir hafta yetecek kadar kitap satın alırdık. Bir ara elime Arthur Schopenhauer’un Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar kitabı geçti. Kitapta geçen her cümleye öyle çok şaşırıyordum ki koşa koşa Onur’a gidiyor, onunla paylaşıyordum. Kitapta yazılan her şey bana öyle akla yatkın ve şaşırtıcı geliyordu ki hiç düşünmeden hayatın sırrına erdiğimi düşünüyordum. Buna benzer birkaç kitap daha okudum, ama hiçbirinden bir şey anlamadım. Onur’la ayrıldık, Samsun’a küçük bir bavul dolusu kitapla geldim. Artık sağlam bir okuyucuydum. Böyle düşünüyordum. Çevremdekileri küçümseyebilir, onlara öğrendiklerimle hava atabilirdim. Bizim oralar öyledir; hava atmayı, gösterişi severiz. Bir yıl sonra evlendim, 2015 yılında. Artık Onur olmasa da kitaplar yavaş yavaş bir yerlerden beni tutmayı başarıyorlardı. Ama sanki biraz da kendimi zorluyor muyum acaba diye düşünmekten de kurtulamıyordum. Kendime güzel bir kitaplık yapmıştım ve baktıkça gurur duyuyordum. Bir gece Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabı geçti elime. Bu kitabı daha önce de okumuştum ama pek bir şey anlamamıştım. Ondan esinlenen birkaç film bile izlemiştim. O gece benim için bir milattır. Aynı zamanda da En Sessiz Zaman’ın tohumlarının atıldığı gecedir. Kitabı okumaya başladım. Yeraltı adamı ikinci bölümün başında insanın kendisine karşı titizliğinden, küçümseyişinden ve gururundan bahseder. Bu kısmı birkaç kere okudum. Sonra kitabı kapatıp balkona geçtiğimi, iki dal üst üstte sigara içtiğimi hatırlıyorum. İşte o gece yirmi yedi yıllık yaşantımın kendimi bildiğim on üç-on dört yılının en sessiz zamanıdır. Hiç karşılaşmak, yüzleşmek istemediğiniz gerçeklerle baş başa kaldığınızda zamanın durduğunu hissedersiniz; zaman böyle anlarda yanınızda olmaz. Dostoyevski bana o gece öyle bir şamar attı ki zaman bir anlığına durdu sanki. Hayatımda belki de ilk kez kendimle baş başa kaldım. Yeraltı adamının sözleri öyle gerçek, öyle inandırıcı ve öyle acımasızdı ki onları kendi üzerime almamam imkânsızdı. Geçmişimi deştim, çok fazla eşeledim. Vardığım sonuç her zaman Yeraltı adamının sözleri ile aynı oldu. Uzun sayılabilecek bir zaman kendimi düşündüm. Gözlerimin önünde hayat akıp gidiyor, ben ise yerimde sayıklamayı bırakın geçmişe saplanmış, giderek çamura batıyordum. Kendimi değerli hissedecek, saygı duyacağım hiçbir mecra, tek bir insan görememeye başlamıştım. Değişiyordum. İçime kapanmış, aklım sürekli kendimden başkasına meyil etmiyordu. Hastalıklı bir biçimde kendi kuyumu kazacak nedenler bulmaya çalışıyordum. Tüm bu pişmanlıkları, zayıflıkları ortaya çıkarmak öyle hoşuma gitmeye başlamıştı ki Yeraltı adamını kendime örnek göstererek yalnız olmadığımı düşünüp bundan zevk duyuyordum. Bu kendime doğru çekilme, içime kapanma durumu öyle bir safhaya geldi ki artık tüm bu dağınık düşünceleri somutlaştırmak, bir yerde toplama isteği kendiliğinden ortaya çıktı. Başlarda saçma sapan şeyler karalayıp durdum. Sonra tüm bu geçmiş, şimdi ve o zamanki tasavvur ettiğim geleceği kurgulayan bir roman yazma fikri inanılmaz bir biçimde beni heyecanlandırmaya başladı. Uzun zamandır edindiğim tüm çıkarımları artık yazmam ve onlardan kurtulmam gerektiğini düşündüm. En Sessiz Zaman’ın ortaya çıkış serüveni ve yayımlama amacım budur.

Neden okuyorsunuz?

Başta kendimden bir şeyler bulmak için. Ama genel anlamıyla anlamak için. Yani Dostoyevski’yi hissetmek, Camus’u, Nietzsche’yi anlamak bana çok derin bir haz veriyor. Okuduğum başka adamlar da var tabii. Onları tanımayı, dünyaya ve insana bakış açılarını kavramayı seviyorum. Sanırım okuduğum insanla bağ kurmak hoşuma gidiyor. Yani bir kitabı birkaç saatte okuyup kitaplığa kaldırmak ve bir daha da yüzüne bakmamak bana göre değil. Ha, çıktı mı böyle kitaplar, tabii çıktı. Anında bırakır, bir kenara koyarım. Zaman hususunda aşırı derece de titizim.

Neden yazıyorsunuz?

En Sessiz Zaman’ı yaklaşık üç yıla yakın bir sürede yazdım. İki kez en baştan, bir kez de yaklaşık seksen sayfayı sildikten sonra artık ondan kurtulmam gerektiğini düşünerek bir kenara koydum. İki yıl bekledi. Yazmamın öncelikli sebebi yaşadığım değişim evresini somut bir biçimde görmekti. Elbette, “İnsan, insan için vardır.” Pek sevmem bu sözü ama gerçek budur. Bu bağlamda; yazmamın ikinci sebeplerinden biri de kim olduğunu bilmediğim birilerine, “Bakın, ben neler çıkardım ortaya, benim yaptığımı yapabilir misiniz siz, benim kadar cesur olabilir misiniz?” diyerek, kibirlenmekti. Bunu itiraf etmezsem samimi davranmamış olurum.

Açıkçası, benim yerinde duran nedenlerim pek yoktur; sürekli değişir. En Sessiz Zaman yazılması gereken bir süreçte ortaya çıktı. Şimdi o hisleri aynı yoğunlukta yaşayamam. Ben yazarken anlamayı seven biriyim. Kendimle haşir neşir olduğum zamanların dışında, şimdi genel anlamıyla insana olan merakım daha yoğun bir biçimde kafamı kurcalamakta. Anladığımı anlatmak hoşuma gidiyor. İnsanı anladığımı düşünmek bu işte biraz olsun bana güven veriyor. Çünkü insanı anlamaya kimseden değil, kendimden yola çıkarak başladım. Anlaşılacağı üzere yazmak için sabit bir nedenim yok, olmamalı da. Nedenler her zaman değişmeli.  Bir başka husus da yazma eyleminin hissettirdikleri. Örneğin ben hâlâ yazmaktan korkarım. Bu korkuyu uzun zamandır başka hiçbir şeyde bulamıyorum. Bazı zamanlar on-on beş gün, bazı zamanlar ise bir aya yakın masanın başına oturmadığım oluyor. Küsmek değil bunun adı. Yazmaya küsmek diye bir şey olamaz benim nezdimde. Yazmadığım süreçlerde de aklımda hep yazmak vardır. Ama sırf aklımdakini yazamama korkusu bana yazmayı ertelettirir. Sonra bir gün gelir masanın başında bulurum kendimi. Kendime eziyet ettiğim günlerin intikamını alır gibi kan ter içinde yazar dururum. Bazen kafamdakinin dışında bambaşka bir şey çıkar ortaya. Bu sebeple de ben bir öykücü değilim. Roman bu konuda benim için biçilmiş kaftandır. Yukarıda da söylediğim gibi, takıntılı biriyimdir. Bir hikâyenin peşine takılmak tam da bana uygun bir durumdur. Bu süreç içinde yazmaktan çok yazma düşüncesiyle ilgilendiğimi söyleyebilirim. Bazen de yazmayı sevmediğimi düşünürüm. Hatta bazen nefret bile ederim ondan. Boş, anlamsız bir uğraş gibi gelir bana. Zorundaymışım hissi beni her şeyden uzaklaştırır. Bana bu sebeple yazar denilmesinden nefret ediyorum. Beni içine çeken mesele, genel anlamda yazacak bir şeyler bulma fikriyle doğru orantılıdır.

Hayatın amacı sizce ne olmalı?

Keşke hayatın bir amacı olmasa demek geliyor içimden. Bizler için imkânsız tabii. Her canlı gibi ölümlüyüz. Amaç gerekli bize. Ama bir eşeğin bugün ne yapsam acaba diye kendini ortaya attığı görülmüş müdür hiç. Eşekle aramızdaki tek fark, biz ölümlü olduğumuzu biliyoruz. Sırf bu ölüm düşüncesi içten içe bize bir şeyleri amaç edinmemiz gerektiğini düşündürtüyor. Bu hepimiz için böyle. Öleceğimizi bilmeseydik ne kendimizi mutlu edecek hayaller kuracak ne de mutsuz edecek sebepler bulacaktık. İnsan için bir şeyleri amaç edinmek yaşamın bir gün biteceği düşüncesini ötelemekten başka bir şey değildir. Ölüm düşüncesini unutmak için, yaşadığımızı ve tuhaf bir biçimde kendimizi kandırarak hep yaşayacağımızı düşünür, kendimize hedefler belirleriz. Kimisi iktidar sahibi birilerini amaç edinir yaşamında; onlar gibi kudretli, sözü dinlenir olmak tek hayalidir. Kimimiz paraya adarız ömrümüzü; değer gözetmeksizin tek amacımız bu olur. Kimisi tek bir insan için bütün ömrünü heba eder, onun peşinde harcar gider. Kimi mevki makam uğruna bir bakmış yaşam bitiyor. Kimi daha soyut şeyler uğruna, tanrı, vatan sevgisi, aşk gibi kavramların peşinde harcar ömrünü. Kimi tek bir düşüncenin gerçek olabilme ihtimaline adar koca bir ömrü. Yüzlerce sayabiliriz. Siz bunlardan hangisini amaç edinmeliyiz diye soruyorsunuz bana. Bana kalırsa bir başkasına zarar vermeyen her amaç makbuldür benim gözümde. Yok etmek, bir diğerinin hakkını gasp etmek olmamalı insanın amacı. İnsan ille de kendisine bir amaç edinecekse var etmek, yaratmak olmalı bu. Hem insana hem de doğaya zarar getirmeyecek her amaç benim için geçerli ve çok değerli bir amaçtır.

Son olarak tüm bu konuştuklarımızı bir kenara atıyorum ve Yeraltından Notlar’da Dostoyevski’nin tüm insanlığa yönelttiği şu soruyla sözlerimi bitiriyorum: “İnsanoğlu yaratmayı sever, kuşku edilemez bundan,” diyor Dostoyevski, “peki neden aynı zamanda da yıkmayı, kargaşayı sever?” cevabını da veriyor tabii.

Visited 12 times, 1 visit(s) today
Close