Yazar: 19:14 Öykü

18 Mart’ta

İkindi vakti okuldan dönerken kalabalık tramvaydan Sultanahmet Durağı’nda inivermiştik.  Montumu elime almıştım. Çiçeklenen erik ağaçları, erken yazın habercisiydi. 18 Mart’tı. Al bayraklarla süslü caddeleri beraber yürümüştük. Yolları uzata uzata arnavutkaldırımlı, sonu denize çıkan sokaklarda. Ellerim ellerinde. Ben masmaviydim. İstanbul gibi.

Sokakların, çocukların, cıvıltıların; aynı cümlede birlikte kullanıldığı geniş ve mutlu vakitlerdi. Kaldırımların kenarındaki zeytinyağı kutularından taşan rengârenk ortancaların yoldan geçen herkese selam verdiği Amiral Tafdil Sokak’ta, çocukların topunu tam arabanın altına kaçacakken yakalamıştın. “Vay abi, ne güzel vuruştu!” demişlerdi. Birbirimize bakıp gülüşmüştük. O gülüşünle inanmıştım senli yarınlara.

 Hayallerimizle, varoluşsal sancılarımızın kavgasına eklenen günlük rutinlerden bunalmıştık. Arnavutkaldırımlı, sonu denize çıkan o sokakta Melekler Evi Oteli’nin antik kapısında bırakmıştık gereklilik kipiyle çekimli fiilleri. Hayatın anlamı sana sarılmaktı, dizlerin benim evimdi, zaman durabilirdi.

Ertesi gün, otelden çıkınca Cankurtaran Tren İstasyonu’na beraber yürümüştük. Yine yolları uzata uzata. Hep aşktandı yürümek. Yanından ayrılamamaktan. Arnavutkaldırımlı sonu denize çıkan sokaklardan. Ellerim ellerinde. Ben masmaviydim. İstanbul gibi.

Yirmi bir bahar sonra, o otelin 2004 No’lu aynı odasının geniş pervazlı, iki kanatlı camının önünden deniz kenarına iniyorum. Kayalıklarda oturuyorum. Kocaman bir kuru yük gemisi ağır ağır geçiyor. Gençliğim yüklenmiş. On dokuz yaşım geçiyor. Kocaman bir kuru yük gemisi olarak ağır ağır, gözlerim kapanıyor…

Tik, tak, tik, tak, tik, tak…

Mutlaka zarif bir kadının beğenmiş olduğunu düşündüğüm şık saatin tik takları…

Tik, tak, tik, tak, tik, tak…

Tik, tak, tik, takları sayarken çalan telefonun sesiyle sıçrıyorum zamanda.

“Odayı boşaltacak mısınız? Tarih belirtmemişsiniz efendim, çıkışlarımız saat 14:00’e kadar,”

“Hayır, hayır…  Bu gece de kalmak istiyorum.”

“Tabii ki, siz nasıl isterseniz, efendim.”

“Ahmet Haşim ‘Merdiven’ şiirini yapayalnız, böyle bir otel odasında bağıra bağıra yazmış olmalı.”

“Pardon anlayamadım efendim”

“Anlayamazsınız tabii, kimse yaşamadığı acıyı anlayamaz.”

“İyi misiniz, bir şeye ihtiyacınız var mı?”

“Çok, çok teşekkür ederim,” deyip menüyü soruyorum.

Telefonu kapatırken mutlaka zarif bir kadının beğendiğini düşündüğüm şık saatle göz göze geliyorum. Annem kadar içten, sarılmak istiyor. Bense, saati uyutmak istiyorum artık eski bir rüyayla:

Çay, sigara, çay, sigara, çay, sigara içip dünyayı kurtarmaktan yorulunca, tavlaya başlıyoruz, upuzun bir pazar gününde Kadıköy rıhtımda çiçekçilerin arkasındaki eski, dandik kafelerden birinde. Bu sefer Ali’yle Ayşe gibi sıradanız.

Tik, tak, tik, tak, tik, tak…

“Duydunuz mu Amirim, bir şey düştü mü, kırıldı mı, neydi o gümbürtü?  Siz de duydunuz değil mi? Bir tuhaflık var, çözemedim ben.”

“…”

“Hanımefendi tiyatro oyuncusu mu dedim önce. Odaya kapanmış, rolüne çalışıyordur, ezber yapıyordur, olur ya. Sürekli konuşuyor, birden bağırıyor, ağlıyor sonra kahkahalarla gülüyor.”

“Hımm. Peki sizce kime, ne anlatıyor? Telefonla konuşuyor olma ihtimalini düşünmediniz mi?”

“Düşündüm elbette ama içime kurt düştü bir kere. Belki de boşuna evham yapıyorum, bilemedim. Kendisine de sordum, nezaketle yardıma ihtiyacım yok dedi ama hâli hâl değil inanın.”

“Allah, Allah enteresan!”

“Adam kadının ruhuna o denli işlemiş ki…”

“Hangi adam? Hani yalnızdı bu hanımefendi?”

“Durmadan bir şeyler anlattığı kimse, onu diyorum işte efendim.”

“Tövbe estağfurullah.  Tam çattık desenize. Çalalım kapıyı bakalım ne çıkacak ardından.”

Tak tak tak, tak tak tak…

Tak tak tak, tak tak tak…

“Hanımefendi; ben, Cankurtaran Karakolu’nda görevli baş komiser Mehmet. İki gündür odanızdan dışarı çıkmamışsınız. Resepsiyonist Haydar Bey, sizin için çok endişelendiğinden bize haber verdi. Yardıma ihtiyacınız var mı? İçerde yalnız mısınız?  Hanımefendi söylediklerimi duyuyor musunuz?”

“…………..”

Tak tak tak, tak tak tak…

 “Hanımefendi beni duyuyor musunuz, iyi misiniz?”

“……………..”

“Evet, evet duyuyorum. Benden ne istediğinizi anlayamadım.”

“Sadece sizin iyi olduğunuzdan emin olmak istiyoruz. Kapıyı açabilir misiniz?”

“Hay, hay memur bey, yalnız birkaç dakika bekleteceğim sizi.”

“Bak işte sevgilim, kapıyı açacağım birazdan. Yine seni benden alabileceklerini sanacaklar. Yine bilmem kaçıncı defa, terapilerle, ilaçlarla, rehabilitasyonlarla geçecek sanacaklar. Yoruldum artık sevgilim, sensiz seni yaşamaya çalışmaktan. Bir zamanlar hikâyemin en mutlu kısmının yaşandığı bu odada tüm mümkünlerden, olanlardan ve olacak olanlardan vazgeçiyorum. Bağışla beni sevgilim, seni kendimden çok sevdiğim için…”

Tam o sırada bir elinde cep telefonu, diğer elinde telsizle merdivenlerden, geç kalmanın yarattığı endişeyle soluk soluğa çıkan; otelin ‘Halkla ilişkiler ve işletme müdürü’ Serkan Bey, bu kadar tantanaya ne gerek vardı diyen bakışlarıyla önce Haydar beyi azarladı. Polislerden odadaki misafirin adını öğrenince, kısa bir tereddüt halinden sonra hızlıca anlatmaya başladı.

“Komiserim, ben hanımefendiyi tanıyorum, daha doğrusu tanımak değil de uzaktan biliyorum diyeyim.  Gece sorumlumuz Haydar bey, kaygılarını benimle paylaşsaydı sizi boşuna yormazdık. Güzide otelimizde yıllardır bir asayiş problemi, istenmeyen bir vukuat yaşanmamıştır.”

“Ne âlâ, yaşanmasın da zaten.” dedi kapının hemen dibinde açılmasını sabırsızlıkla bekleyen memur bey.

“Hanımefendi Erenköylü zengin ve köklü bir ailenin oldukça iyi eğitim almış, sonrasında üniversitede çalışmaya devam eden tek kızıymış. Nişanlısı yirmi yıl önce aniden ortadan kaybolmuş. Hanımefendinin terkedilişinden sonra hakikatle bağı zayıflamış. Akli melekelerini kullanmakta hatta hayatını sürdürmekte ciddi yetersizlikler yaşamaya başlamış. Başına gelen benzeri problemler de cabası.”

“Allah, Allah …”

“Geçen sene otelimizde hemen hemen aynı tarihlerde kaldığında tesadüfen öğrendik. Yurt dışından Çanakkale Deniz Zaferleri’yle ilgili uluslararası bir tarih kongresi için İstanbul’a gelen Anzak arkadaşlarımı burada ağırlamıştım. Hanımefendi o gece bir çeşit sinir krizi ya da sara nöbeti geçiren hasta gibiydi. Ne yapacağımızı bilemedik. Ambulans çağırıp hemen hastaneye götürmek istedik. Bir türlü ikna olmadı. Ailesine ulaşıp durumunu anladıktan sonra kendi haline bıraktık. Sabahleyin sessiz sedasız biraz da mahcup otelden ayrıldı.”

“Anladım. Haydar Bey, bizi de endişelendirdi. Açıkçası, içerde meçhul birinin hanımefendiye zarar vermiş olabileceğini falan düşündük. Dile kolay yirmi yıl geçmiş, yirmi yıl da aşk mı kalır? Duvar olsa yıkılır. Keşke ailesi çok önceden bir hastaneye yatırıp tedavi ettirseymiş. Yirmi yılda kaç kere iyileşirmiş.”

Bir baş hareketiyle amirin söylediklerini canı gönülden onaylayan polis memuru, öyleyse bizlik bir durum yok diyerek merdivenlere yöneldiğinde odanın sürgülü kapısı ağır ağır açıldı.

 “Hanımefendi kusura bakmayın lütfen, sizi boş yere rahatsız ettik,”

Aralık kapıdan gözlerine ilişen yerdeki parçalar az önce kopan gürültüyle, tuzla buz olmuş duvar saatinindi.

Yüzünün bembeyaz olduğunu fark ettikleri kadın var gücüyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, titriyordu. Amir şaşkın,

“Bir şeye ihtiyacınız mı var?”

“18 Mart,” diye başladığı cümleyi tamamlayamayan kadın inleyerek yere düştü.

Antreye doğru adım atıp içeriye girdiklerinde yoğun sigara dumanının ağırlaştırdığı havaya karışan kan kokusu, sıkı sıkıya örtülü güneşliklerin yarattığı loşluk; kırılan saatle beraber zamanı da durdurmuş gibiydi.

Editör: Melike Kara

Tuğba Poyraz Kemani
Latest posts by Tuğba Poyraz Kemani (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close