Yazar: 21:00 Deneme

Bir Meçhul Emanet: Akıl

Aşkın sığdığı tek yer insanın kalbidir. Bunun içindir ki, bir kalbi kırmak aşkın mabedini yıkmaya teşebbüs hükmündedir.

Kırılan kalp sahibine yüz çevirmez, bırakıp gitmez insanı. Ümitsizliği ve nihai eylemleri bünyesinde barındıran her şey kalbi tökezleten bir prangaya benzer. Onda kuşku ve kuruntunun izlerine rastlanamayacağı gibi, sınırlar ve engeller de yoktur. Sonsuzluğu bünyesinde barındıran kalp, insan bedeninden taşmak arzusuyla kıvranır. Belli ki bizde onu durduran meçhul bir emanet mevcut. Mertebeleri olan, zehri ve ilacı, dostu ve düşmanı aynı anda sunan sahici bir emanet: akıl

Bizlere bilme gücünü kazandıran akıl, varoluşun manasını tek başına anlamaya yetecek kapasiteye sahip midir? Akıl, hayatın kendisi midir, belli aşamalarda devreye giren sınırlı bir vasıta mıdır?

Rasyonalizm(Akılcılık) ve Entüisyonizm(Sezgicilik) arasında kronik bir gerilim oluşturan bu sorular, bazen de farklı karşıtlıklar özelinde vücut bulur. Esasında çok daha ince bir mesele var ki, bu sorulara cevap ararken kullanılan araç, sorunun bizzat merkezinde yer alan aklın ta kendisidir. Bugün gelinen noktada bu meselenin üzerine sıkça düşünülüp düşünülmediği bile muamma. Çünkü materyalistik şartlanmanın pençesinde kıvranan ve ömrünü kalbin varlığından habersiz geçiren kuru akıl sahiplerine rastlamak pek de zor değil artık. “Her şartta akılcılık” düşüncesiyle yola çıkan, sadece akılla bir hakikat kırıntısının aslına ulaşacağını sanan, kalbin varlığını ve kararlarını es geçen bir yığın insan mevcut.

Tabii bir de tam tersini yaparak aklı vasıfsızlaştırma gayretinde olanlar var. Onu tamamen ortadan kaldırarak insanı yerinde saymaya sevk eden bu kimseler, sanıyorum ki istikametlerini akla göre seçme fikrinden uzaktırlar. Zira yola akılla çıkılır. Ve o, insanın kendi hakikatini bulma yolunda kullandığı bir vasıtadır. Aklından uzaklaşan kendinden uzaklaşır. Kendisiyle arasına mesafe girense kalbin emirlerinden yoksun kalacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, aklı sonsuzluğun ilham kaynağı ve kilitlenmiş tüm kapıların anahtarı olarak görme durumudur.

Elindeki süslü davetiyelerle geziniyor zayıf ve aciz olanlar; ümitsizliğin, kederin ve yalnızlığın davetiyeleriyle. Ruhun istençlerine karşı gelen her şahıs, kendisiyle arasına giren mesafe ölçüsünde aşktan da uzaklaşıyor. İğreti bir manzaraya çeviriyor hayatını. Özüne düşman, varoluş gayesine yabancı, aklın sınırlarına tutsak olmuş bir yığın mahlûk dolaşıyor sokaklarda. Deccaldan evvel başlıyor aldatmacalar. Ve artık şeytan, insandan alıyor ilhamını.

Necip Fazıl’ın “mürşidim ve kurtarıcım” diye tanımladığı Esseyyid Abdulhakîm Arvâsî, aklın mahiyeti hakkında şunları söylüyor: “Hiç yemeğin tadı, tuzu, tek kelimeyle lezzeti, çatal ve bıçakla aranıp bulunabilir, kesilip ayıklanabilir mi? Ancak zevkle, zevk anlayışıyla bulunabilir.”

Evet, elbette aklın hayat karşısındaki rolü, sofradaki çatal ve bıçağın rolü kadardır. Muhakkak ki ona ihtiyaç duyulur; ama o, esas manaya ulaşmak adına kullanılan bir vasıta olmaktan öteye geçmez. Burada dile getirilen zevk anlayışıysa, kalpten gelen bir seziş, bir öte bilgisi, bir insan olma bilincidir.

Akla haddinden fazla vazife yükleyerek varoluşun mahiyetini yalnızca onunla kavranacak bir mana olarak görmek, ruhun sınırlandırılması ve hapsedilmesi demektir. Oysa sonsuz olan ruh, kendi varlığını âlemin sonsuzluğunda aramak arzusundadır. Ve bizler, ruhumuzu bu sonsuzluk vasfının getirilerinden mahrum bırakmaya zorlayarak kendi iç dünyamızla bir savaşa başlarız. Bu savaş, doğruyla yanlış arasında gerçekleşen alelade bir savaşa benzemediği gibi, aydınlıkla karanlığın savaşına da benzemez. Tüm bunları bünyesinde barındıran insanın nefs ve ruh rekabeti, gölge ve vicdan mücadelesidir.

İnsan, en büyük gaddarlık ve merhamet potansiyeline sahip müthiş bir karşıtlıklar ve zıtlıklar abidesi…

Kendimle aramda mütemadiyen bir mesafe bulunuyor. İçimdeki kötülük her ne kadar gizlenmiş vaziyette olsa da, oltaya takılan güçlü bir balık gibi kendisini ele veriyor. İlginç olan şu ki, onu yakalasam bile yeniden hayat bulması için suya bırakıyorum. Kötülük can çekişiyor, yıpranıyor, hırpalanıyor ama ölmüyor. Tekrar can bulduğundaysa ilk fırsatta zehirliyor sahibini. Kendimle aramda bir mesafe olmasının nedeni, bu gizlenmiş kötülük meselesi… İçimde bir yerlerde sürekli kendisini düşünen, bu nedenle kötülüğe kıyamayan bir canavarın varlığı…

Bana öyle geliyor ki, bu canavarı besleyen şey çoğu zaman akıldır. Doğru kullanılmayan, istikametten sapan, lekelenen bir akıl…

“Kalp, çok kere aşk ve hayranlıktır.” der Nurettin Topçu. Kalbin varlığını es geçmek aldığımız nefeslerden utanmamızı gerektirir desek, sanıyorum ki aşırıya kaçmış sayılmayız. Zira düşünme kabiliyetiyle, bir değişikliğe imkân veren hareketler vesilesiyle, inanmak ve sevmek yetisiyle yaşayan, yani var olan som bilinç halindeki insan, bir taraftan bu bilinçlilik meselesinin gerekliliklerinden kaçtığı ölçüde, öte yandan kalbinin sesini kestiği ölçüde kendine ihanet etmiş oluyor. Tek başına yola çıkan akıl, bilmeye ve bulmaya; kalple birlikte ilerleyen akılsa bilinçli bir arayışa imkân sağlıyor.

Şayet akıl “biz” diyorsa, muhtemelen orada bir faydacılık vardır, kişinin içinde bulunduğu topluluktan maddi bir yarar gözetmesi söz konusudur. Fakat “biz” diyen kalpse, mutlaka bir merhametin izine rastlanacaktır. Aklın ürünlerinin yanına kalbin kararlarını da eklemedikten sonra, sağlıklı düşünceler, eylemler ve hisler beklemek zinciri atmış bir bisikletin pedallarını çevirmek kadar boş ve anlamsız olur. Hal böyleyken bir hareket vuku bulsa da değişikliğe mahal vermez; bir yorgunluk mevcuttur ama hiçbir kazanç getirmez. Şüphesiz ki bu yorgunluk, bitimsiz bir ruh yorgunluğudur. Herhalde insan, en azından aklının her şeye yetmeyeceğini bilecek kadar akıllı olmalı!

Yola akılla çıkılır; insanı yolda tutansa kalptir. Bu yolda aklı yok saymak ölü doğmuş bir ruha sebebiyet verirken, kalbi yok saymak başlı başına cinayettir!

Akılla kalbi karşılaştırmaya kalksak çoktur söyleyeceklerimiz: Kalp sezer, akıl bulur; kalbin derdi aşktır, akıl fayda gözetir; kalp merhamete mesken olur, akıl sınırlı işlemlerin ilk ve son durağıdır. Fakat bunların yanında; çilenin, ıstırabın, sahici tüm dertlerin mabedi de kalptir. Kalple yaşamak, dertle omuz omuza yürümek demektir.

Bergson şu sözüyle bizim anlatmak istediğimiz meseleye ışık tutuyor doğrusu: “Aklın son merhalesi, kendi kendisini inkâr etmek demekmiş.”

Aklı yine aklın kabiliyetiyle anlamlandırarak kalbin emirlerine ve kararlarına da fırsat tanıyan insanın geleceği nokta, inanıyorum ki Bergson’un geldiği noktadır. Elbette hakikate ulaşmak için; akletme, fehmetme ve tefekkür gibi çeşitli becerileri yerine getirmek gerekiyor. Bu da ancak ve ancak tutsak edilmemiş bir akılla mümkün kılınabilir. Bizim niyetimiz aklı yok saymak ve hükümsüz görmek değil, onu kendisinden öteye geçmek adına kullanılan bir vasıtaya dönüştürmektir. Sahici bir hastalık olan dünya hayatına ilaç olması için tek başına aklı kullanmak, yalnızca günlük ağrıları dindiren vasat ağrı kesicilere sarılmaktan farksızdır. Oysa bunun yanına kalbin meziyetlerini de ekleyenler, güçlü bir karışım vesilesiyle gerçek ilacı bulurlar.

Kalp, tüm sakat fikirleri eritmeye yetecek kadar güçlü bir ateş… ve o, aklı yalnız bırakmak istemiyor. Akıl hırpalanmış, dökülmüş, bünyesinde bulunan bir eksiklik neticesinde lekelenmiş. Bir defa aşka mabet olan kalpse, artık leke tutmuyor. Meydan okuyor tek başına kalan aklın yalancı zaferlerine. Şahitlik ediyor güneşe ve aya, iyiliğe ve belaya… Aklın son merhalesinin kendi kendisini inkâr etmek olduğunu görenler, kalplerine bırakıyorlar kararı. Kalbin kararıysa sevmek oluyor.

Oğuzhan Okuyucu
Latest posts by Oğuzhan Okuyucu (see all)
Visited 25 times, 1 visit(s) today
Close