Yazar: 18:17 Deneme

Erken Gelen Deccâl

“Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti / Yoruldun, ama buldun ey kalbim emaneti”
(Adil Erdem Bayazıt)

Anlamak ve inanmak, sadece beynin yapacağı işler midir? Size, kalbin de beyin gibi düşünebileceğini söyleseler nasıl tepki verirdiniz? Kabul eder miydiniz böyle bir şeyi?

Amerika’nın HearthMath (Kalp Matematiği) Enstitüsünden Dr. Rollin McCraty ve ekibi, 2015 yılında düşünme konusunda kalp ve beynin senkronize şekilde hareket ettiklerini anlatan bir çalışmaya imza attı. Çalışmanın amacı ve özeti kısaca şöyle ifade edilmiş: “Kalbin beyin ve bedenle iletişim kurduğu ana yollar hakkındaki bu çalışmamız, kalbin ürettiği sinyallerin duygusal deneyimleri sürekli olarak nasıl bilgilendirdiğini ve bilişsel işlevi nasıl etkilediğini gösterir.”

McCraty ve ekibi deneklere uyarıcı fotoğraflar göstermişler, bunun sonucunda kalp dalgalarının beyin dalgalarından önce oluştuğunu ve beyne iletildiğini belirlemişlerdir. Tek başına bu bilgi kalple düşünülmesinin mümkün olduğunu kanıtlamaz tabii, ancak bazı konularda beyinden daha hızlı harekete geçip verilerini ona iletmesi, bize bu ikilinin birlikteliğinin olduğuna ilişkin fikir verebilir. Bunun haricindeki çeşitli bilimsel araştırmalar da kalbin beyni etkilediğini bildiriyor. Örneğin Dr. Shao yaptığı klinik çalışmalarda, ağrılı bir olaya maruz kalındığında beyinde oluşan ağrı algısının kalpten gönderildiğini ortaya koymuştur.

Yazının başında söz ettiğimiz araştırmaya benzer bir çalışmanın sonucu ise şöyledir: “Kalp, duyguları, düşünceleri ve aklı düzenleyen bir organdır.”[1]

Kalple duyguları bağdaştırırız genellikle. Yapılan çalışmalar ışığında baktığımızda kalbin düşünceleri ve dolayısıyla aklı da düzenleyebildiğini görüyoruz. Yazımız tümüyle bilimsel bir yazı olmadığı için buradan itibaren farklı çalışmalardan bahsetmeyi ya da az önce sözünü ettiğimiz çalışmaların detaylarına girmeyi düşünmüyorum; ama kalbin beyinle birlikte hareket etmesi, aklı düzenlemesi, duygu ve düşüncelerde etkisinin olması gibi sonuçlar beni heyecanlandırıyor. Dolayısıyla yazımı temellendirirken bu çalışma sonuçlarının izinde ilerleyip daha sonra kendi yolumu bulmak niyetindeyim. En azından, “Öyle ümit ediyorum,” diyelim.

“Uyku boyunca kalp aklı ikna eder. Uyandığımız andaki ilk düşüncelerimiz güvenilirdir bu yüzden.”[2] Yaşamak, aramaktır bana göre. Bu arayışta kalp, sandığımızdan daha ön planda galiba.

Bir dostum psikolojik rahatsızlıklar yaşıyordu. Mutluluk hormonu çok daha azdı normal bir insana göre. Hastalığı iyice artınca uzun süre göremezdik onu. Bazen yataklara düşer, tuhaf kâbuslar görürdü. Sanki kendi bedenine ve ruhuna hükmedemiyor, arada bir onu yoklayan cuntası zorla zihnini ele geçiriyordu. Onu yeni tanıyan kişilerin bu durumu anlaması biraz zordu elbette. Pek çoğu, “Kafana takma geçer,” derdi, sanki her şey bundan ibaretmiş gibi. Düzelmeyen bir sorun, kronik bir anlayışsızlık ve söylenenlere inanmama var bu hikâyede. Her şey var, yalnızca huzur yok. Tabii ben bütün bunlar yaşanırken “anlaşılmak…” diyorum, anlaşılmak ne büyük nimet!

Şöyle düşünün: Bir saatlik sürenin elli dokuz dakikası boyunca kafanızdaki kuruntularla ve sonu gelmeyen çürümüş düşüncelerle uğraştıktan sonra, birileri geri kalan bir dakikada size gelip olanları kafanıza takmamanız gerektiğini söylerse, hatta sizi olayları abartmakla itham ederse, gerilip bir tane yumruk atma isteği doğar içinizde. Yani anlamamaktan kaynaklanan bir problem varken işi basite indirgemek, hastalığı küçümsemek ya da yok saymak, en yumuşak ifadesiyle ayıptır!

“Anlamak” demişken şu olaya değinmemek olmaz: Aynı dostum bu hastalık nedeniyle yaptırdığı testlerin sonucunu bekliyordu. Ben, iyi veya kötü sonuca odaklandığım için korkuyordum, gergin bir bekleyişti benimkisi. Ama onun için durum farklıydı.

“Sonuçlar geldi. Çok mutluyum!” dedi. “Mutluyum!” Bu kelimeyi ondan duymayalı epey zaman olmuştu.

“Sonuçlar kötü ama ben mutluyum; çünkü sebebini buldular, hastalığıma neden olan şey ortaya çıktı. Beni bu hâle getiren her neyse, bunu teşhis ettiler ve tedavi sürecine başlıyoruz.”

Mutluluk sebebi buydu: Anlaşılmak! Tahlillerde bir şey çıkmasaydı onun için her şey daha kötü olacaktı şüphesiz. Üstelik ona inanmayanlara verecek bir cevabı da vardı artık.

Ali Ayçil, Yenilgiden Dönerken adlı eserinde, “Anlamak kimi zaman bir cahilin merakını tatmin etmek için giriştiği bir çabadan ibarettir,” der. Bana öyle geliyor ki bu sözde bahsi geçen “anlamak” yalnızca beynin devrede olduğu bir eylemdir. Şayet tahlil sonuçlarını beklemeden; söylenenlere, hissedilenlere, hastalığa maruz kalan kişinin vaziyetine bakarak durumu idrak ediyorsak, bu, kalple beynin işbirliğinden doğan bir “anlamak” olur. Hâliyle ona “anlayış” deriz. Bilgi ve bilinç arasındaki fark gibi, anlama ve anlayış da birbirinden ayrılır. Bizzat yaşamasak da, elimizde tahlil sonuçları olmasa da bir başkasına inanmak ve onun hâlinden anlamak… İşte bu, hem yazının girişinde sorduğumuz soruya bir cevaptır, hem de bu sorunun ardından değindiğimiz bilimsel araştırmaların günlük hayattaki karşılığıdır.

Beyin ve kalp işbirliğinin günlük hayata etkisine küçük bir örnek vermeye çalıştık. Şimdi de bu etkinin çok daha büyük inançlar söz konusu olduğunda nasıl bir konumda yer aldığına bakalım; dini inançlar…

Enis Doko, bir felsefecinin gözünden bakarak imanın üç boyutu olduğunu söylüyor: Önerme boyutu, teslimiyet boyutu ve erdem boyutu.

İlk boyut olan önermesel inanç boyutu, bir önermenin doğru olduğu yönünde kanaat belirtmektir. Belli iddialar listesini kabul ederek o iddiaların işaret ettiği dine inanmaktır. Bu ilk boyutta sadece “akıl” devrede gibi görünüyor.

İmanın ikinci boyutu, teslimiyet boyutudur. İnandığımız şeye güvenmek, kendimizi ona bırakmak ve inançların gerekliliğini yerine getirmeyi kabul etmektir. Burada devreye “irade” giriyor. İbadetleri bu boyut içinde düşünürsek sanırım yanılmış olmayacağız.

İmanın üçüncü boyutu olan erdem boyutu ise, iman ettiğimiz dinin bizde bir karakter inşa etmesini, dini ilkelerin bizi daha iyi bir insan yapmasını ifade eden boyuttur. Kuşkusuz, üçüncü boyutta aklın ve iradenin yanında emek de devreye giriyor.

İmanın bu üç boyutunu kısaca sıralamışken birinci boyuttaki imanın hangi türden olduğunu da sorgulamakta fayda var: İnancımız, irrasyonel (akıl dışı) arasyonel (akıl üstü) ve rasyonel (akla dayanan) iman türlerinden hangisi ya da biz hangisini uyguluyoruz?

Bu konu defalarca tartışılmıştır ve hâlâ tartışılmaya devam etmektedir. Bizim konuyu getirmek istediğimiz yeri görünce bu tartışmada kimin haklı olduğunun bizi ilgilendirmediği de ortaya çıkacaktır düşüncesindeyim.

Şayet mevcut deliller bir Tanrının ve sözünü ettiğimiz dinin varlığını ortaya çıkaracak kadar yeterli değilse, örneğin “Dünya yuvarlaktır,” yargısı kadar net bir şekilde herhangi bir dinin hükümsüz olduğu ortaya konabiliyorsa ve biz buna rağmen iman ediyorsak, bu irrasyonel bir imandır. Arasyonel iman, imanı aklın ötesinde bir şey olarak kabul eder, yani delillerden bağımsız, akılla ilgisizdir. Anlaşılması, akıl yoluyla ulaşılması mümkün görülmez. Sezgiler esastır. Rasyonel iman ise delillere bakar. Ortada doğru olma ihtimalleri yüksek olan deliller varsa ve biz, inanma yolunda ilerlediğimiz dinin doğruluğuna işaret eden delilleri mantıklı bularak inanmışsak, buna rasyonel bir imandır diyebiliriz.

Konuyu getirmek istediğimiz yere şu soruyu sorarak kısa yoldan varalım: Sizce bir insan, hem rasyonel hem arasyonel bir inançla iman edebilir mi?

Kutsal kitaplar kalbi düşünmeye yarayan organ olarak ifade ediyor. Hatta Kuran-ı Kerim’de özellikle “kalple düşünmek” kelamı geçer ve mühürlenmiş kalplerden söz edilir. O hâlde imanın ilk boyutu rasyonel olup bundan sonraki süreçte arasyonel bir imana eviriliyor olabilir mi? Yani aklın tek başına üstesinden gelemediği noktada, bir güven ve teslimiyetle, kendisinde O’nun hakkında yeterince bilgi olmayan bir yaratıcıya ve O’nun dinine iman edebilir mi insan? Meselenin beyinle ilgili olan kısmında rasyonel, kalple ilgili olan kısmında arasyonel bir iman gündeme gelebilir mi? Belki de felsefecilerin ve ilahiyatçıların saçma bulacağı bu sorular beni daima düşündürmeye devam edecek.

Bu soruları sorarken yazımızın başındaki bilimsel çalışmaların sonucunu gözden uzak tutmayalım: “Kalp, duyguları, düşünceleri ve aklı düzenleyen bir organdır.”

Bergson, aklın son aşamasını kendi kendisini inkâr etmek olarak görmüştü. Akılla bir noktaya kadar ilerlemek, onun gücüyle delilleri doğrulamak, inanmak, akabinde daha da yukarı çıkabilmek adına aklın yanına kalbi eklemek… Bu aşamadan itibaren delillerle ve akılla ilgisiz olan her şeyi de idrak etmiş oluyoruz.

“Yürekten sevmek, sevdiğimiz şeyi çok önceden bağışlamış olmaktır,” der Bourget. Bu sözü inanç meselesine uyarlayarak “Yürekten inanmak, inandığımız şeye çok önceden teslim olmaktır,” diyebiliriz. “Çok önceden…” ifadesi bana her zaman kalbin işlevini hatırlatıyor. Hayatın hangi alanında ne türden bir yaygara koparsa kopsun, insanın çaresiz kaldığı ve havada uçuşan fikirlere giydirecek bir elbise bulamadığı anlarda dahi kalp, aklı aşan bütün durumlarda olduğu gibi her renkten ipi kullanarak kusursuza yakın bir örgü örebiliyor.

Birkaç yıl öncesini anımsıyorum. Gerçekleşmesini çok istediğim bir şey söz konusuyken “Hayırlısıysa olsun,” demekten çekinirdim. O konudaki arzularım o derece yüksekti ki benim için en doğrusunu bilecek olana dahi bırakamıyordum işi; yani elde edeyim de sonuçları ne olursa olsun, diyordum. Bundan daha cahilce, daha korkunç, daha zehirli bir düşünce olabilir mi? Bu düşünce, imanın ikinci boyutu olan teslimiyet ve güven boyutuna ters düşmüyor mu?

O dönemde itinayla sınırlarda dolaşmak istedim. Çocukluğumdan beri devam eden mevcut inancıma dair her türlü argümanı toplayıp, delilleri görüp, bu delillerin tam tersi istikamette koşar adım gittim. İnandığım tüm değerlerin yerine bambaşka şeyleri ikame etmeye çalıştım. Günün sonunda fark ettim ki, hakikati bulmak diye bir şey yok. Hakikat bulunmaz, hakikate teslim olunur.

Ve bu yolda mutlaka çeşitli Deccâller çıkar karşınıza. “Deccâl’den evvel başlıyor aldatmacalar,” derken anlatmak istediğimiz, kalbî düşünceleri yok sayan kimseler ve onların ister istemez yaptığı yönlendirmelerdir. Benim de arayışıma musallat olan Deccâller oldu. Bugünlerde yalancı bir zafer aramakla meşgul olan bu kimseler, kendileriyle çelişerek hakikati bulduklarını iddia etmekteler. Hakikati kim kaybetmiş ki biz bulacağız! “Hakikati buldum!” demek kadar kibirli bir başka ifade var mı?

Onlar, hep aynı tantanalarla uğraşıp kendilerini kandırıyorlar ve garip bir tafrayla taraftar arıyorlar suni hakikatlerine. Prometheus olmak istiyorlar. Onun gibi anılmak, acı çekmiş bir kahraman olarak yarına kalmak… Ama çabaları beyhude. Sisyphos gibi sonuca varmayan bir işi tekrarlayarak yüreklerini tatmin etmeyi dahi beceremiyorlar. Yine Yunan Mitolojisinden giderek onların en iyi anlayacağı dille ifade etmek gerekirse, kibirlerinden ötürü cezalandırılacakları, yani Nemesis’in intikamını tadacakları gün yakındır.

Yazımızın son bölümünde Teoman Duralı’nın Afganistan’da başından geçen şu olayı anlatmak istiyorum:

Duralı, bir dostuyla Afganistan’ın Mamian bölgesinde yaklaşık 3500 metre yüksekliğindeki bir dağa çıkmış. Akşamüstü, hava kararıyor, geri dönmeye vakit yok… Mecburen dağın arkasındaki alanda kalacaklar. Kendilerine geceyi geçirmek için bir yer arıyorlar; çünkü kapalı bir alan bulamazlarsa donacaklar. Bu esnada bir mağara ilişiyor gözlerine, bir bakalım deyip mağaranın girişine doğru yol alıyorlar. Mağaranın kapısı bir hayli dar olduğu için eğilerek giriyorlar içeri. Biraz ilerledikten sonra kapı iyice alçalıyor, çantalarını da sırtlarından indirip yanlarına alıyorlar, artık dizleri yere değerek ilerlemekteler… derken mağaraya varıyorlar. İçerisi zifiri karanlık… Fakat önemsemiyorlar bu durumu. Karanlığı dert etmemelerinin sebebi, zemin. Mağaranın öyle rahat bir zemini var ki “Cennete mi geldik?” diyor Teoman Duralı. Hayatında ondan daha rahat, daha yumuşak, daha güzel bir zemin görmediğini söylüyor. Zemin, üzerinde yaylanabileceğiniz kadar yumuşak ve esnek. Hâliyle geceyi bu mağarada geçirmeye karar veriyor iki arkadaş.

Deliksiz bir uykunun ardından sabaha doğru bir ışık huzmesi gözlerini alıyor Teoman Duralı’nın. Uyanıp gözlerini tavana diktiğinde binlerce hatta belki on binlerce gözün kendisini seyrettiğini fark ediyor. Dehşet bir korkuya kapılıyor tabii. Korkmamak ne mümkün! Şahane bir zeminin üzerinde rahat ve deliksiz bir uyku geçirdikten sonra, uyanır uyanmaz tepenizde binlerce yarasa görseniz, herhâlde siz de korkardınız. Bu korkunun etkisini yavaş yavaş üzerlerinden atınca durumu anlamaya başlıyorlar. Meğer o kuş tüyü gibi yumuşak zemin, yarasa pisliğiymiş. Gece boyunca yarasalara yuva olan bir mağarada kalıp o yarasaların pisliğinin üzerinde yatmışlar.

Teoman Duralı; algı, çıkarım, bilgi, teemmül ve idrak gibi kavramların farklarını açıklamak amacıyla bu olayı anlatmış çoğu zaman. Bense, kendi konumuz adına bir örnek ve metafor olarak gördüm yarasa olayını.

İster bir insana günlük bir olay hakkında inanmak, ister futbol tartışması, ister siyasi görüşlerin havada çarpışması, ister bir dine ya da tam tersine inanmak olsun, hiç fark etmeksiniz yaşadığımız bir sorun var. Bazen kalbimizi bazen de aklımızı kullanmaktan kaçıyoruz.

Neden?.. Çünkü zemin yumuşak, kuş tüyü gibi…

Bir şekilde kabul etmiş olduğumuz o mevcut fikir ya da inanca kendimizi bırakıyoruz. Evet, oraya varmak için biraz eğildik büküldük, çaba sarf ettik, sonunda girdik içeri, ancak büyük bir adım atmış da sayılmayız bu hâliyle. İçeri girdikten sonrası malum. Zemin bizi rahat ettirdiği için gerekli sorgulama sürecine girmiyoruz. E atmosfer de karanlık. İstesek de göremiyoruz üzerine bastığımız zeminin gerçekte ne olduğunu. Zaten imanın ikinci boyutu olan teslimiyet boyutunda ve o olsa da eksik kalan erdem boyutunda sorunlar yaşıyor olmamızın sebebi de bu: Beyni ve kalbi bir arada kullanma becerisini geliştirememek. Kalpten gelen sinyalleri yok saymak veya aklı hiç işin içine sokmadan taklit yoluyla inanarak ilme muhalif olmak. (İnanan tarafın diliyle bir özeleştiri yapıyor gibi görünsek de her türlü inanç ve inançsızlığı kastederek bunları söylediğimizi belirtmek gerek.)

Zemin yumuşak olduğu için yer değiştirmiyoruz. Köksüz ve hükümsüz olanlar hariç, anlamaya ve inanmaya kapalıyız. Mevcut durum bize hoş geliyor. Peki, ya sabah olmazsa? Ya göremezsek yarasaları ve idrak edemezsek üzerinde yattığımız zeminin mahiyetini? İş işten geçerse ne olacak?

Cevap gayet açık: Erken gelen Deccâl’in arkasında saf tutacağız.

Kalbin düşünebildiğine dair yapılan araştırmalar, psikolojik rahatsızlığına kimseyi inandıramayan dostum, imanın üç boyutu, rasyonel ya da arasoynel iman ve son olarak yarasa olayı… Her biri arayışımda bana destek olan birer rehber. Aramaya devam ediyorum. Bulmak diye bir şey olmadığını bilerek, ama neyi aradığımı da unutmadan arıyorum.

Bir işaret beklemiyorum. İçinde bulunduğum hâl, bir inanç arayışı değil, inancımı çok daha huzurlu yaşadığım günlerin arayışı. “Yaşamak, aramaktır.” demiştik yazının başlarında. Neyi aradığını bilmeyen insan, onu bulsa bile bulduğunu fark edebilir mi? Tabii bunları düşünürken “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır,” sözünü de göz ardı etmiyorum. Benim buradan anladığım, bulunmak istenen mananın ve ulaşılmak istenen huzurun Allah tarafından bahşedilmesidir. Bir lütuftur. Demek ki, layık olmak gerekiyor.

Arayanlar buluyor, fakat bulmalarına sebep olan şey aramaları değil; istemeleri, sevmeleri ve hakiki bir imanla teslim olmaları.  


[1] Whitney

[2] Nazan Bekiroğlu

Oğuzhan Okuyucu
Latest posts by Oğuzhan Okuyucu (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close