Yazar: 15:00 Öykü

Ben Çaldım

Ben çaldım… Yine de bana hırsız demeyin. En son sıcak bir yemeği ne zaman yemiştim? Gece devriye gezen bir polis tarafından aradıkları bir şüpheli olabileceğim düşüncesi ile nezarette kaldığım o gece… Evet, evet… Gençten bir polis memurunun gelip “Aç mısın?” diye sorduğu o gün sıcak bir nohut pilavı bana dikilen gözleri üstümden çekildiğinde büyük bir iştahla yemiştim.

Çok açtım… İkinci gün olmuş ağzıma lokma koymamıştım. Başımın döndüğünü hissediyor, boş midemin içinde kıvrılıp duran ağrı burgacını elimle bastırmaya çalışıyordum. Birinden bir şey istemek çok zordu. Bırak, “Gencecik adamsın, taşı sıksan suyunu çıkarırsın, ne diye dilenip duruyorsun,” azarvari nasihatlerini dinlemeyi yanımdan bir boşlukmuşum gibi geçip gitmelerini bile kaldıracak gibi değildim. Aslında en çok onu kaldıramıyordum ve ben, dilenci değildim.

Sokakta, “Hastam var, ilaç alacak param çıkışmadı veya köyüme gideceğim, minibüs param yok,” gibi yalanlarla akşama kadar cebini şişiren kimseler de görmüştüm. Yalan söyleyip üç beş vicdan sahibi kimsenin de iyiliğe olan inancını istismar edip içlerinde kalan vicdan tortusunu sömürüp süpürmek istemiyordum çünkü o vicdana -bir zamanlar benim olduğum gibi- çoklarının muhtaç olduğunu biliyordum ve ben yalancı da değildim.

Bundan sekiz yıl yıl önce anne ve babamın ayrı ayrı kuracakları yeni düzenlerinde beni istememeleri ile başladı hikâyem. Öncesinde okuldaki durumumu söylemiyorum bile. Yaratılış gereği biraz silik, daha çok kendi kafasının içinde yaşayan bir çocuktum. Evimizden kavga gürültü eksik olmazdı. Ayrı ayrı çok iyi fakat yan yana ateş ve barut birlikteliği kadar tehlikeli maddelere dönüşen annem ve babam bu yıkıma “son kararı” verdiklerinde benim varlığım onları o kadar da endişelendirmedi. Bir yangından kaçar gibi uzaklaştıkları bu evlilikte beni kim umursardı ki? Araya büyük büyük adamlar, kadınlar, eş dost girse de bunlar ateşe odun olmaktan başka iş görmedi. Kenarda sessizce akıbetini bekleyen benim son duyduklarım ise, “Onu istemiyorum, kiminse o alsın,” oldu. Ne demekti kiminse? Hayli zamandır üstü örtülü bekleyen yok sayılmışlığım büyüdükçe imalarla, alaylarla anlam bulan acı bir gerçeğe dönüştü.

Anne babası tarafından reddedilen bir çocuk olarak konu komşunun merhameti ile bir tabak yemek, bir gece yatak günlerinden, “Merhamet de bir yere kadar canım. Anasının babasının bakmadığına biz mi bakacağız? Hem devletimizin sırtı yere mi gelmiş de bir çocuğa sahip çıkamayacak?” vicdan rahatlatmalarıyla -kendi rızamla- sokaklara düştüğüm günlere geçtim. Ben, gurursuz da değildim.

Evet, devletin sırtı yere gelmemişti belki ama benim gelmişti ve insanlar yanımdan bir boşlukmuşum gibi geçip gitmeye devam etmişti. Ben de her geçen gün kendimi görünmemesi gereken gizli bir günahın parçası, kesilip atılması gereken marazlı bir organ gibi hissederek görünmez olmayı seçtim. Öyle ya anasının babasının istemediğini kim isterdi ki? Ruhum göçmüştü belki ama yine de süründürüp durduğum, doyurmam, korumam gereken bir bedenim vardı ve ben çok korkak bir çocuktum. Şehrin sokaklarını avare avare arşınlayıp durdum. Ne iş olsa yaparım diyeceğim ama ben bir iş de bilmem ki. Bir okumak bilirdim. Okuldaki, evdeki görünmezliğimi görünür kıldığım, kendimi bu dünyaya kapatıp her şeyin mümkün olabileceği dünyalara açtığım okumaktan başka bir şey bilmezdim.

Sokakları arşınlarken çalışan insanları izleyip benim gibi olduklarını düşündüklerimi takip ettim. Ne var ki her köprünün, geçidin dibi tapulanmış gibi birilerinin eline geçmişti ve ben bir suça da karışmak istemiyordum. Bu memleketin kışı sıcak denecek kadar iyi geçerdi ya bir inşaatta bana göre, üstü kapalı dam altında, yarım ekmeğe razı bir iş sorup durdum. Bu memleketin mültecisi de bitmez. İnşaatlar yekten onların ve adamlarının eline geçmiş gibiydi. Kendilerinden olmayana hele benim gibi bir tıfıla hiç yer yoktu. Babamla neşe içinde dolaştığımız – o zamanlar- bana hep canlı, huzurlu gelen bu şehirde mendil satayım, su satayım, ayakkabı boyayayım desen hemen biri biterdi ensende. Her köşe başı tutulmuştu. Leyleğin bile zayıf olan yavrusunu yuvadan attığı bu dünyada insan insana ne yapmıyordu? Zayıf olana acınmıyor, büyük balık küçük balığı yutuyordu. 

Bir zaman -mahalle aralarında süpermarketler bu kadar çok değilken- bakkal dükkânlarının depolarında kalıp mahalle esnafının öğlen yemeklerine ortak oldum ama büyüdükçe bunların hepsi de eğreti kaçmaya başladı. Taşı sıksam suyunu çıkarır mıydım bilmiyorum ama benim canımın suyu çok çıktı ve bu şehrin kimselerin bilmediği, herkesin sadece bir boşluk gibi geçip gittiği kaldırımlarına, parklarına, inşaatlarına çok sürüldü.

Her geçen gün kara bir kitabın tozlu sayfalarına hapsettiğim geçmişimden kimseyi çağırmak istemedim yaşantıma. Yine de bu uzun yıllar içinde anne ve babamla birkaç kez görüşmüşlüğüm oldu. Her ikisi de ayrı ayrı kurdukları dünyalarında nasıllardı bilmiyorum. Bazen bana öyle geliyor ki sanki tüm bu olanları bir başkası yaşamış da ben bir sinema koltuğunda oturmuş seyrediyorum. O kadar yabancı… yabancılaşmış…

Bu süprüntü hayat sağlığım da olmak üzere benden çok şey alıp götürdü. Bakımsızlıktan avurtları içine geçmiş, beli karnına yapışmış, sıska, yaşlı bir gence dönmüştüm. Havaların birden soğuduğu mart ayının sonlarında basit bir üşütme beni fena halde yere vurdu. Çalışamaz duruma geldim. Olaydan iki gün önceydi işte…

Açtım ve iki gündür ağzıma lokma koymamıştım. Başımın döndüğünü hissediyor, midemin içinde dönüp duran ağrı burgacını ellerimle bastırmaya çalışıyordum. Ne dilenmek ne yalan söylemek istiyordum. Sadece insan gibi yaşamak istiyordum. O an aklımdan en son yediğim sıcak yemeğin nezaretteki nohut pilav olduğu geçti. Şimdi nezarette olmak vardı, dedim. Hapishane, sıcak nohut pilav, battaniye,  yatak… Bir anda kendimi hapishanede mutluluk içinde düşlerken buldum. İyi ama benim oraya girmem için suçlu olmam gerekiyor. Aklımdan suçlar hızla aktıkça içimi büyük bir ürkü, boğulurcasına bir karanlık kaplıyordu. Bu düşüncelerle boğuşurken eski mahalleden Cennet ablanın sesiyle irkildim. O, içtenlik ve yüzünde gizleyemediği acıma ifadesiyle bir şeyler söylerken ben artık puslu gören gözlerimle başka bir şey düşünemiyordum. Hapishane, sıcak nohut pilav, battaniye, yatak…

Cennet ablanın mahallede müdavimi olduklarından, daha lüksüne verecek paralarının olmadığından ama illa da onun güler yüzünden müşterilerince dolup taşan küçük bir kuaför dükkânı vardı. Bu tesadüfi karşılaşma şimdi aklımda yeni lambalar yakıyor, kimseye zarar vermeden hapishaneye girmenin kapısını aralıyordu. Evet, evet tek yol buydu.

Akşam olunca mahallenin etrafında gergin, korkuyla dolanıp durdum. Saatler ilerledi, el ayak çekildi. Açık pencerelerden birbirine karışan yemek kokuları, çatal kaşık sesleri açlığımın ortaya çıkardığı ilkel yanımı daha da perçinleyip yapmayı planladığım iş için bana güç verdi. Biraz daha zaman geçti. Kolumda bir saatim yoktu -ki hiç olmadı- ama çay bardağındaki şekeri gayretle eritmeye çalışan kaşıkların camdaki şıkırtısı vaktin ilerlediğini, birazdan devriye saatinin geleceğini gösteriyordu. Devriye saatini özellikle bekliyordum. Kendimce ölçtüğüm vaktin tamam olduğunu düşününce dükkânın kapısına yanaştım. Cebimden inşaattan bulup getirdiğim bir demir parçasını çıkarıp kapıyı hafifçe kanırttım. Ah Cennet abla, yıllar içinde şu eski ahşap kapıyı değiştirmeyecek kadar güven doluydu. Kapı tık diye açıldı. Kalbim kapana yakalanan bir serçenin yüreği gibi dışarıdan görünesiye çarpıyordu. Etrafa hızlıca baktım. Devriyeleri kaçırmamam gerekiyordu. Gözüme ince ekranlı bir televizyon çarptı. Onu alırsan yeterince büyük bir suç olabileceğini düşündüm. Neticede bir paket saç boyası ya da bir kutu tel tokayı çaldım desem kimse beni umursamazdı. Televizyonu kucaklayarak çıktım. Kapıyı aralıklı bıraktım. Yanımda televizyon dükkânın önüne oturup beklemeye başladım. Uzaktan ışığını gördüğüm polis arabası bana doğru yanaştı ki elimi kaldırıp durdurdum. Hoş, durdurmasam da o saatte bomboş sokakta önünde bir televizyonla kaldırımda oturan biri yeterince dikkat çekecektir. Sağ koltukta oturan camı açtı, dikkatle beni inceledikten sonra, “Hayırdır birader bir sorun mu var?” dedi. Ben de heyecan kekemeliği ile, “Ben bu televizyonu bu dükkândan çaldım,” dedim. Önce benim sarhoş veya bir maddeden kafamın iyi olduğunu düşünmüş gibi gülerek yanındaki polise baktı. Öyleyse de sorun çıkarırım düşüncesi ile beni ve televizyonu arabaya koyup karakola götürdüler. Bu sırada yol boyunca benimle bayağı eğlendiler. Ben sesimi çıkarmadım. O an sadece bir saate kadar yiyeceğim yemeği düşünüyordum. Televizyonla birlikte karakola geldik. Benim ifademi aldılar. Aklımın kıtlığından şüphelenip biraz eğlenmek isteyen bir polis, “Kamera yok, yakalanmak yok. Niye bunu götürüp 1500 kâğıda okutmadın? Nereden baksan bir, bir buçuk ay yemek yerdin,” dedi. “Ama ben hırsız değilim ki,” deyince hep bir ağızdan bana güldüler.

Evet, ben çaldım. Götürüp satsam bir ay en güzel yemekleri de yerdim belki ama ya sonra… Ben hırsız değilim. Ben bu dünyanın daha fazla katlanamadığım acımasızlığını, adaletsizliğini, yok sayılmışlığımı görmemek için, aç kalmamak için, suça karışmamak için, sokaklarda kalmamak için varlığımı dört duvar arasında karanlıklara gömmeye razı olarak insan gibi yaşamak için çaldım. Şimdi devletimiz bana hapishanesinde olsun bakar mı? Öyle ya sırtı yere mi gelmiş?… dedi ve kararı bekleyen gözlerini hakimin gözlerine dikti.

Yaz, hüküm…

Visited 1 times, 1 visit(s) today
Close