Yazar: 20:00 Öykü

Çoban Ahmed’i Tanımayanlar İçin Üç Kısa Hikâyesi

0

Uyanalı epey olmuştu. Neşeli kuş seslerine bıraktıydım kendimi. Ne zaman karnımın açlığını hissettim, anladım artık kalkmak gerekir. Bir gayretle kendimi kaldırdım. Kapının yanındaki çelik kovayı aldım, avludaki çeşmeden suyu doldurdum, ellerimi, yüzümü yıkadım. Ahırdaki canlar da benim hareket ettiğimi, kendimde olduğumu anladıklarında konuşmaya başladılar. Bir insan gibi değilse de. Bir dilleri bulunduğundan. Dilleri döndüğünce bir şeyler anlatmaya. Sözgelimi gece vakti yıldızların ışıltısını, kayışını ve ayın hiç olmadığı kadar parlak olduğunu. Deli değilim. Çoban Ahmed derler adıma. Çobanlar ile hayvanların arasındaki soyut alfabeyi küçükken dedem rahmetli iyice ezberletmişti. Önce çoban kelamı derdi. Sonra ne öğrenirsen öğren. Yoluna bir değil, bin Ahmed feda olsun dedemin, rahmet istedi sabah sabah.

Zamanla herkesin gittiği, giderken de hayvanlarını bana emanet ettikleri yerdeyim. Bana emanet edilene gözüm gibi bakarım. Onlara bildiğim her şeyi öğretirim: Onlar da can kulağıyla dinlerler ve tekte kavrar. Çünkü ben de yerinden oynamaz biri değilim. Kimin ihtiyacı olursa onun yardımına giderim. Bu ihtiyaç süresi ne kadarsa. O kadar ayrı kalırım. Ben gelene kadar bu canlar başka bir kimseye muhtaç olmadan, benim öğrettiklerimce yaşar. Kimi zaman geldiğimde birinin öldüğünü öğrenir kıvranırım acıdan. Böyle anlarda yeni bir doğum unutturur her şeyi. Bir sevinirim bir sevinirim. Öyledir işte. Kimin ihtiyacı olursa giderim.

1

Günün birinde aşağıdaki derenin başındayım, mendilimi yuğuyorum, bir haber çalındı kulağıma. İşittiğime göre, Kemal Paşa’nın askere, topa, paraya ihtiyacı varmış. Karşı çıkmış. Ters düşmüş. Öğrendim ki haklıdır, bir koşu gidip babamın tüfeğini gömdüğüm yerden çıkarttım. Çok da sağlamdır. Bunca zaman toprağın içinde kalmasına rağmen hiçbir sorunu yoktur. Eskiler sağlamcıydı, belki de bundandır. Tüfeğimi ve eşyamı omzuma yükleyip canlarla vedalaşınca düştüm yollara. O zamanın şartlarıyla bir hafta sonra Kemal Paşa’nın ordusuna katıldım. Bir ağa bana adımı sordu. Ahmed dedim. Çoban Ahmed. Beni pek bir sevdi. Baktı oturduğu yerden. Zayıf ve kısa gördü. Ordunun gerisinde atın, öküzün memuru yokmuş. Oraya verecekti. Aman ağam, ben savaşa gelmişim, size yardım etmeye. Siz sağ olun, benim hayvanlarım var. Onlara başka bir çoban memur olsun da. Ben işimi göreyim. Ağanın gözleri yaşardı. Vatan aşkı diye bir ağıt tutturdu. Yazdı adımı. Afyon dedikleri bir yerde, bir paşanın ahalisine kaydetti. Ben tüfeğimi, eşyamı sırtlayıp giderken arkamdan uzun uzun baktı. Görmediğimi sanıyordu: ama bildim.

Benimle birlikte birkaç kişi daha vardı. Onlarla birlikte dere gittik, tepe gittik, düz gittik. Sonunda vardık. Paşanın bir adamı geldi baktı bize. Pek beğenmedi durumu. Aralarında söylendiler. Ama akşam yemeğine yetiştik çok şükür. Arkadaşlarla kaynaştık. Türkülere, oyunlara eşlik ettim. Zamanın büyük bir çoğunluğunu talimlerle geçiriyorduk. Hedefi her zaman tekte vurmama paşanın adamı şaşırdı. Böylesine zayıf birinden böyle bir atış beklemezmiş. Sorup durdu öncesinde ne iş yaptığımı. Hikâyemi garip buldu. Meczup demeye başladı. Kısa süre sonra adım Meczup Çoban kaldı. Benimle yol gelen arkadaşlar bile adımın Ahmed oluşunu unuttular. Kimisi yekten Meczup Çoban derken, kimileri de utancından Çoban dedi sadece.

Vakit dolup erler savaş marşını çalınca Allah Allah nidalarıyla hücuma kalktık. Düşman ilkin nereden geldiğimizi anlayamazmış. Biz o sırada ne kadar ileri gidersek o kadar kafaları karışırmış. Karşı tarafın erlerinde de masum olanları vardı. Zayıf, güçsüz. İnsanın gözüne bakanda ciğeri delinir. Ama ne yapardım ki. Allah’a sığındım, kapattım gözümü. Epey gittik. Sonra durduk. Yorulduk. Bizler de insanız. Yemek, içmek gibi ihtiyaçlarımız, cuğara tüttürmek, sonsuz sevgiyle bize kucak açan toprağın bağrına uzanıp bulutsuz gökyüzünü seyretmek gibi isteklerimiz olurdu. Böyle bir zamanda paşanın başka bir adamı, “Aferin aslanlarım, böyle gidersek düşman belini doğrultamaz, kurtulduk,” dedikçe yanımdakilerle neşeyle, “Var ol,” diye bağırdık. Paşanın adamı, “Siz var olun yiğitlerim,” deyip atını yürüttü.

Böylece ilerledik. Sonunda artık kurtuluş yolu tamamen gözüktü. Artık bana ihtiyaç kalmadığını anlayınca paşanın huzuruna çıktım. Kemal Paşa’nın geleceğini öğrendiğinden telaşlıydı. Bir er ile görüşmeyi beklemediğinden sinirle karşıladı. Böyleyken böyle dedim. Artık gideceğim. Canlarım beni bekler. Sen sağ ol. Ben yoluma düşeyim. Paşa hiddetle adamını çağırdı. Bir bağrış, çağrış. Sonra beni terhis ettiler. Paşanın adamı sargılı kolunu gösterip “Ne zaman koluma bakarsam seni hatırlayacağım Meczup Çoban,” deyince gözlerim sulandı. Savaş meydanında kurşunlu kolunu tedavi ettiğimdi.

“Aman kumandanım ne yaptık ki?”

“Sen olmasaydın ölmüştüm. Nişancılığın kadar hekimliğin de iyi. Allah razı olsun kim öğrettiyse.”

“Vaktin varsa anlatayım,” dedim.

Büyük bir çınarın altına oturduk. Bir cuğara sardı. Uzattı, ama ben almadım. Niye dersen öksürtüyor da onun için. Kendisininkini yakmama izin verdi. O bir nefes çekip dumanını salıncaya dek nereden başlasam diye düşündüm. Uzun bir hikâye değildir. Ama neticede hikâye, hikâyedir. Anlatırken merak ettirmeli, dinleyeni sıkmamalıdır. Rahmetli ebem iyi hikâyeciydi. Eteğinin dibinde onun anlatışını dinlerdik. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, görmüş geçirmiş, yardımsever bir kadındı ebem. O şöyle başlardı anlatmaya. Vaktiyle şu işin ucunu tutarıken. Paşanın adamı dinlemeye hazırdı.

2

Vaktiyle hayvanları otlatırken bir kayanın üstüne oturmuş göçmen kuşlarla sohbet ediyordum. Uzun boyunlu, küçük gagalı, ak bir kuş yanıma oturup dünyanın solunda, insan ayağının suya değmeden basabileceği son kara toprağında bir hastalığın ortaya çıktığını, insanların kırıldığını, insanlardan diğer canlılara geçtiğini anlattı. Zavallı canını son anda mı kurtardı ne, bir deri bir kemik kalmış, çıkınımı açıp içinden soğan, biber, yufka çıkarttım verdim. Az da su. Biraz ısrar edince dayanamadı, soğandan başladı yemeye. O yerken sordum. Nereden gidilir diye. Bir yandan yerken bir yandan tarif etti. Hakikaten yorulduğu kadar da varmış hani: Çok göründü yol gözüme. Ama işte. Yardıma ihtiyacı olana yardım etmek gerekir. O zamanın şartları şimdikinden daha ağırdı: yirmi günde varmışım. Vardığımda sokaklar cesetten geçilmezdi.

İnsanlar hastalıktan, ben yorgunluktan. Cesetlerden uzak bir yerde oturacak bir yer buldum. Çöktüm oturdum. Hiç bizim buralara benzemezdi. Taştan yüksek binalar. Taştan yol. Buranın ağacı bile taştandı. Hani ortam müsait değildi latifeye ama taşı sıksan suyu çıkar lafı belki burası içindi diye geçirdim içimden. Bakışlarım yerdeydi. Yaklaşırlarken görmediğim birkaç kişiyi başıma gelip durduklarında fark ettim. Genç bir kadın eğilip yanıma oturdu. Beyaz naylonla örttüğü elleriyle dokundu. Kafasını kaldırıp yanındaki memura, “Sağlıklı görünüyor,” dedi.

“Çok iyi,” dedi kel kafalı memur.

“Kırsalda yaşıyor olmalı, kıyafetlerine baksana. Belki de ondan sağlıklı.”

“Size yardıma geldim,” dedim. İkisi de şaşırdı.

“Sen bize nasıl yardım edeceksin ki?”

“Duydum ki insanlar hastalıktan kırılırmış. Bana gebeyken annem İ. Deresinde yıkanmış. Ondan dolayı bana hastalık bulaşmaz. Ne gerekirse yapmaya geldim.”

Yanıma eğilip oturan kadın boş gözlerle baktı. Memur ve onun arkasındaki diğer memurlar kendi aralarında fısıldaştılar. Sonra beni de deniz kenarında üç katlı bir binaya götürdüler. Burada beni soydular, ağzımı, kulaklarımı, vücudumun geri kalanını kontrol ettiler. Hastalığın bana bulaşmamış olduğuna kanaat getirdiklerinde sevindiler. Sonra yemek yedirdiler. Yediğim hindiydi. Yanında su. Yemekten sonra yatacağım yeri gösterdiler. İlk günün günahı olmaz derler ya, biraz da yorgunluktan dolayı üzerime düşen işi sormadım. Günler nasılsa benimdi. Uyuyup uyandıktan sonra, ertesi gün, işe koyuldum. Benimle ilgilenen kadın hekime, diğer memurlara yardım ettim. Sokak sokak, mahalle mahalle gezerekten, evlere, izbelere, harabelere, çöplere bakaraktan. Hasta insanları takip ettik. Kolay değildi. Yoruldum.

Ama mutluydum. Niye diye sorarsanız yardım etmek gibisi yoktur. Bir insan diğerine yardım ederken hatırlıyor insan olduğunu. Niye yaşadığını. İşte bu yüzden. Kaldığım yer meğerse revirmiş. Hekimler, ebeler burada türlü türlü ilaçlar yaparak bu hastalığın kırılmasını sağlamaya, insanları kurtarmaya çalışırlarmış. Ama hastalık almış başını gitmiş. Ama nereye. Ucu bucağı belli değil. Her gün haberler alınıyor. Şu vilayette. Bu kasabada. O memlekette. Nasıl canım sıkılıyor anlatamam. Hani hasta belirlemekten, ilaç yapmaktan başka bir şey gelse elimden o dakika. Ama yoktu. İnsan çaresiz kaldığı zaman tutunacak bir umut dalı arar. Etrafım çınar ağacınınki gibi dallı budaklıydı, ama ben yetişip de tutamıyordum. İşte buna canım nasıl sıkılıyordu.

Bu böyle giderken ben iyice ilerlettim kendimi. Biraz benim yardımım, biraz da hekimlerin gayretleri sayesinde hastalığın yayılmasını yavaşlattık. Bundan sonrası Allah’a kalmıştı. Günler vardı ki uyumamıştım. Önümdeki hastanın ilacını da verdikten sonra hava almaya dışarı çıktım. Baktım bizim kel kafalı memur da orada durmuş deryayı seyrediyor. Deryadır, ilaca muhtaç memleketlere ilaç göndeririz, onlar bize çürük sebzeleri gönderir. Biz de bunlarla yine ilaç yaparız. Kel memur, “Allah razı olsun bayağı yardımın dokundu. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Senin oralara da ilaç milaç gönderelim,” dedi. “Para almazsın, karın tokluğuna çalışırsın. Bari bunu yapalım.”

“Yo, sağ ol. Bir memleketim olmadığından değil. Ama bizim oralara bu tür hastalıklar ulaşmaz. Bizim oralar açlıktan kırılır. Bir de susuzluktan.”

“Olur mu? Yanılıyorsan?”

“Yo, yo. Sen sağ ol.”

Suyundan bir yudum aldı. “Annen baban ölmüş. Kimin kimsen yok mu senin?”

“Yoktur.”

“Kimseyi sevmedin mi?”

Şimdi deryayı izleme sırası bana gelmişti. Biraz özel bir soruydu bu. Sorulması da ayıp. Ama sorulmuştu bir kere. Yalan icat olmamıştı henüz o yıllarda, yok, diyemedim.

3

Ben yeni evliydim. Dedem, nenem, ebem, babam, anam falan herkes hayattaydı. Beni evlendirdikleri için çok mutluydular. Demeleriydi ki, artık benden yana tasalanmaya gerek yoktur, yanımda bir hatun olduğu sürece rezil olmam. Öyleydi. Hatunum Elif, tarhana, soğan, buğday, arpa, mısır, işte o zaman Allah ne verdiyse rızkımıza bulup buluşturur doyururdu karnımı. Hiç yok demezdi. Hiç yüksünmezdi. Herkes içinde olunca yüzüne bakamazdım. Ama kalbimden geçeni anlarmış. Bir keresinde, “Senin düşündüklerin aklından değil yüreğinden çıkıp ayan oluyor,” dedi. Karanlık basıp da yataklara çekildiğimizdi. Gözlerini, dudaklarını, yanaklarını. Onu nasıl seviyordum. Bunu kuşlar, kurbağalar, atlar bilirdi ki ben o zaman atların seyisiydim. Atlardan en bilgesi bana, en güzel nalını verdi. Bunu yalnızca güvendiğine yapar. Hatunuma olan sevgimin sahici olduğunu anlamış da vermiş.

Zaman gelir ve giderdi. Bunu habersiz yapardı. İşte habersiz gelip gittiği zamanlardan bir zaman hatunum Elif gebe kaldı. Sevincimden üç gün yemek yiyemedim. Bahardan yeni çıktıydık. Kurak bir kıştı. Doğru düzgün yağmur ve kar düşmemişti. Yağmur ve kar düşmeyince. Toprak ıslanmamış. Islanmayan toprak da mahsul vermemişti. Geçen seneden kalmalarla Allah’a yine şükredip yaşamaya devam edecektik. Dere de o zamanlar akmıyordu. Dere çok sonraları. Şu dağ gidince öte yandan gelmeye başladı. Neyse. Elif’im öyle bir zamanda gebe kalmıştı ki, nereden bulup doyursam, canının çektiğini getirsem. Yoktu. Göçmen kuşlardan ricacı oldum. Dönüşünüzde ne bulursanız diye söz aldım. Ama onların dönmesine de yarım sene var.

Elif’im açlığını söylemez. Canının çektiğini söylemez. Babamın, anamın, benim gözümüzün içine bakar da ağzını açmaz. Elif aç mısın, yo; Elif su içen mi, yo; Elif, Elif, Elif. Bir Elif ki dünyalara bedel. Ama yok. Onun yemesi gerekir. Kendi için değilse bile. Karnındaki çocuğumuz için yemesi gerekir. Elif yiyecek ki karnı büyüsün, bebemiz gelişsin, sağlıklı olsun. Ama anası yemedikçe gelişemez. Büyüyemez. Ah yavrum. Doğmadan mı başlayacaktı talihsizliğin? Daha ananın karnındayken mi yoklukla sınanacak, mücadele edecektin? Bu senin gibi günahsıza, hangi günahkârın yüküydü? Benim mi? Cananım ananın mı? Babamın, anamın, dedemin, nenemin. Hangimizin? Ah bir dilin olsa da. Dilin olsa da. Dilin olsa da söylesen.

Bir gün ben atların başındayken bir elçi geldi. Der ki, Elif’im bitkin düşmüş, hastalanmış, evde yatarmış. İşte o zamanın kocakarıları derken, herkes başına toplanmış. Gözünü az açanda, “Ahmed nerede?” demiş. Atlardan herhangi birine de atlayabilirdim, ama o zaman işte, can mı dersin, ne dersen, koşmaya başladım. Ben koşunca arkamdan elçi de koşmaya başladı. Hâlbuki bizde adettir, kötü haber de getirse elçiye, muştucuya hakkı verilir. Bilmem ondan mı gelir arkamdan? Neyse.

Avludan girince evin önünde oturan babamlar kalkıp yanıma geldiler. Anladım ki Elif’imin durumu hiç iyi değildir. Saygısızlık etmek istemem, ama babamı hiç dinlemiyorum, önümden çekilmesini bekliyorum. “Gel hele,” dedi. “Senle az dolanalım.” Babama bakınca kırmızı gözlerinden ne demek istediğini anladım. “Yok,” demişim, “ben hatunu göreyim hele.” Kolumdan çekip önüne kattı.

“Bak,” dedi. “Aç kulaklarını ve de bir dinle. Ahmed’im. Babasının kurbanı. Bu dünyada kimi insanlar vardır hayatlarında elem nedir, sıkıntı nedir bilmeden göçüp giderler. Dinle. Kimisi de vardır sıkıntıdan, elemden kafasını kaldıramaz. Çok şükür. Bu ikincisinden değiliz. Değiliz ama-”

“Baba?”

“He Ahmed?”

“Hatun iyi değilmiş. Hele bir göreyim. Sonra konuşalım.”

“Ahmed. Allah seni acılarınla sınamak ister oğlum. Sakın isyan etme. Acını tut, ama canından geçme. Allah seni bununla sınar evladım. Kafanı kullan.”

“Baba tutma Allah aşkına.”

“Hadi-”

Babam önümden çekilince eve doğru büyük adımlarla yollandım. Kapıdan kafamı uzatmayla tanımadığım hatunlar yüzlerini örttüler. Bir şey. Bir şey aradım onlarda. Babamın dedikleri, içimdeki ateşi büyüttüğünden, onlardan acıma serpecek umut aradım. Ama bakışları daima yerde bir sürü hatun. Kapıdan bir ayağımı içeri doğru uzatınca diğer ayağım bir adım geri gitti. Güçlükle ilerledim içeride. Sonra. Odaya girdim. Hatunum uzanır sedirde. Üstünde örtü. Kalbim yoktur artık. Anam, nenem hepsi burada. Gözlerinde yaşlar. Canın çekilir sanırsın. Öyle sızı. Biraz sonra da. Babam hocayı getirdi. Uzaktan izliyorum olanları. Niye dersen, babamın Allah’a isyan etme sözünü tutuyorum. Acım büyük. Sevdiğim birini bir daha göremeyecek olmanın acısı. Karnında bebeğimizle hatunum Elif.

Karnında bebeğimizle hatunum Elif’in öldüğü senenin kışında kış bereketli geçti. Uzamış sakalımdan akan gözyaşlarım yağmur suyuna karıştı. Ben dağlarda, çayırlarda uzun uzun yürüdüm. Yürürken düşündüm. Düşündüğüm sırada göçmen kuşlardan sözünü aldığım kuş gelip yanıma durdu. Gagasını açıp önüne bir tutam saç koydu. Sonra uçtu. Simsiyah. Kapkara bir saç. Alıp kokladım. Elif kokuyordu. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Kokladım, kokladım, kokladım. Kokladım. İçim dışım.

4

Uzun uzun yollardı geldiğim. Ayaklarımda derman kalmamış. Derenin kenarına çıkınımı yıkıp uzandım. Yanımda ağır ağır akan suyun sessiz ve sakinliğine kendimi bırakıp gözlerimi gökyüzüne verdim. Biraz sonra yanıma yaklaşan koyunlardan biri kulağımı, yüzümü, burnumu yalamaya. Beni gördüğüne sevindiğini göstermeye başladı. Ben de ona sarılıp uzun uzun anlattım yolda gördüklerimi. Zalim mazlum insanlara ettiklerini. İnsandan gelen hastalığın insanlara ne ettiğini. Âşıkların gözü karalığını. Ekmeğin aslanın midesinde oluşunu. Açları. Tokları. Haksızlığa uğramışları. Haksızlığa uğratmışları. Bir daha kim bilir ne zaman giderim yardıma. Kim bilir ne zaman yardıma ihtiyacı olur insanlığın. O zamana kadar seninleyim, sizinleyim koyun, can.

24 Haziran 2021, Altınekin

ÇİZİM: BETÜL HAYMANALI
Mete Karagöl
Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close