Yazar: 18:25 Kitap İncelemesi, Murat Gülsoy Dosyası

Geciken Ölüm, Gerçekleşen Yitim: Sevgilinin Geciken Ölümü

Her ölüm erkendir, zamansızdır derler. Zamansızlığı, işaretleri olsa da ne zaman görüneceğinin belli olmamasındandır da erkenliği kime göre neye göre belirlenir. Bir bağı olmayana miadı dolanın terk-i dünya etmesi olağandır ama sevenin sevdiğini terk etmesi o kadar kolay mıdır?

Gülsoy, bu eserini biz okurlara iki bölüm şeklinde veriyor. “Öncesinde”  başlıklı açtığı iki sayfalık girişte okura bir tatil manzarasından mutlu denebilecek bir manzara sunuyor. Cem araştırmacı gazetecidir. Bir şirket yöneticiliği ve sahipliği yapan Serap ile evlidir. Bir de genç ve neşeli stajyerimiz Aslı vardır. İki sayfalık bu kısa açılış, aslında okurun ayarlarına yapılan ilk dokunuş bölümüdür. Bu bölümden sonra kitaba esas hayat veren “Berzah” adlı bölüm başlıyor. Eseri anlamlı bir okuma gerçekleştirmek adına ‘berzah’ kelimesinin anlamlarına ve kitapla ilişkili manasına bakmak doğru olacaktır. Bir coğrafya terimi olarak berzah, kıstak manasına gelir.[1] Bir diğer manası iki şey arasındaki engel, perde, ayırıcı sınır[2] ; dini terminolojideki karşılığı ise “ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatı”dır.[3] Yani ne cennet ne cehennem sadece uykulu bir bekleyiş halidir. Eser ilerledikçe tüm anlamların, mecazi şekilde Cem ve Serap adına iyi bir temsil olduğunu görmekteyiz.

Keşke telefonlarla hep iyi haberler alabilsek ama duygulara duyarsız bu aygıt ile hayatımızı bir anda altüst eden haberler de alabiliyoruz. Cem’in aldığı haber gibi… Arayan Serap’ın en yakın arkadaşı Gamze’dir. Elim bir kaza gerçekleşmiş, Serap ölümle yaşam arasındaki o çizgide asılı bir bitki haline gelmiştir. Her çaresizliğin bıraktığı ilk duygu bir umut arayışı olur. Cem ilk zamanlar bitkisel hayattaki insanların mucize dönüş hikâyeleri ile umudunu diri tutar. Daha doğrusu bunu hiç yitirmek istemez. Ölümle yaşam arasındaki çizginin bir tarafına düşemeyen Serap’ın bu muammalı hali uzadıkça Cem onun bakımını yoğun bakım ünitesine çevirdiği evinde üstlenir. Bir adanmışlık haline dönen bu bakım ile çok sevdiği mesleğini de bırakır. Günler belirlediği bir rutinde döner durur. Bir boşluk içinde yüzen tepkisiz Serap’ı plastik borulardan akan sıvılarla besler, her türlü temizliğini yapar, onun başucunda günlük gazetesini okur, onunla derin sohbetlere dalar. Burada küçük bir paragraf açmadan edemeyeceğim. Eser boyunca yazarın bitkisel yaşam denilen PVS( persistent vegetative) hakkında oldukça yetkin bilgilere sahip olduğunu okuruz. Bu durumdaki hastaların vücut ve zihin fonksiyonlarını, bakımlarını bir doktorun ağzından dinler gibi takip ederiz. Cem’in karısını çok seven araştırmacı bir gazeteci olmasıyla birleşen bilgiler okuru rahatsız etmez. Aksine bir sevinin, vefanın insanı veli de- ilerledikçe- deli de edebileceğini romantizmin dışında farklı şekillerde gösterir. Tabii ki Cem’in kendine ördüğü hapishanede günler ilerledikçe ruh hali de sabit kalmaz. Öncesinde sıklıkla gelen dostlar seyrekleşir hatta ortaya bir baba sorunu bile çıkar. Sessizliğin içinde sadece soluk alıp veren birinin başında devamlı oturunca Cem’in zihni ona ilk küçük oyunlarını oynamaya başlar. Sesli okunan gazetelere Serap adına da yorumlar getirerek monoloğu çok sesli diyaloga çeviren Cem, gerçekliği yavaş yavaş yitirmeye başlar. Şimdi Serap onun zihninin çatlaklarından sızan bir sestir. Cem’i kaçtığı gerçekleri ile yüzleştirir.

Hikâyenin henüz elim kazayla acılaşmadığı zamanlarında Serap’ın mevcut halinin aksine yaşam sunan ve neşe saçan genç stajyer Aslı vardır ve Cem’in ondan etkilenmesi kaçınılmazdır. Bir yanda kuruyan bir pınar bir yanda çağıldayan bir nehir… Cem’in duygusal çıkmazı onu zorlar. Vicdan, sevgi, sadakat etrafına ateşten bir çember çizer. Kazadan sonra sadece bir kere gelmiş olan Aslı’nın telefonları kesmiş olması da cabası. Cem kesif bir yalnızlık içinde Aslı’yı özler ama kafasının içinde onu itiraf etmesi için zorlayan bitmeyen Serap sorularıyla köşeye sıkışır. Kaza öncesi bir aldatmanın izlerine rastlamadığımız bu platonik ilişkiye biz de Serap’ın hayali soruları ve çıkarımları ile kuşkuyla bakarız. Yine benzer belirsizlik evin düzenli ziyaretçilerinden Erkan için de geçerlidir. Erkan, Serap’ın ortağıdır ve Cem’in bitki formunda yatan karısını kıskandığı kuşkulu adamdır. Eser boyunca net bir aldatma emaresi görülmez. Bu karakterlerle yazar bize bir çözülmenin su yüzeyine çıkan parçalarını sunar. Bu minvalde evlilik, sadakat, aşk, sevgi, insanilik kavramlarını sorgulatır.

Cem’in hayatına sürpriz bir armağan gibi giren hevesli, neşeli, zeki ve araştırmacı Aslı’nın bahsi geçen bölümlerinde tarih, mistisizm, sanat, Doğu- Batı kültürlerinin izlekleri ile yazarın entelektüel birikimini sunduğu ziyafete konuk oluruz. Tabii ki tüm bu bahsi geçen hikâye parçacıklarının büyük hikâye ile olan bağlantısını eserin sonuna doğru daha iyi anlamlandırmaya başlıyoruz.

Cem, Serap’ın etrafında inşa ettiği bu kapalı kutu dünyasına o kadar alışır ki artık dışarıda nasıl bir hayatın akıp gittiğini unutmuş gibidir. Kafasının içindeki Serap onu bir parça nefes almaya, hayatı duyumsamaya teşvik eder. Onun ise bir yanı mütemadiyen Aslı’yı özlerken bir yanı bunu yadsıyarak geçer. Postacı kapıyı iki kere mi çalar bilinmez ama Aslı’dan gelen sayfalar dolusu bir mektupla postacı kapıyı ikinci kez çalmış gibi olur Cem için. Mektup, kitapta tasvir edilen Aslı üslubu ile yazılmış ve araya bir yerlere yeni sevgili haberi sıkıştırılmıştır.  Aslı’nın bir yanı veda ederken bir yanı “Elimden tut yoksa düşeceğim, yoksa bir bir yıldızlar düşecek…”[4] der âdeta. Cem girdiği kafa karışıklığından Serap’ın babası Şefik Bey’in gelmesiyle bir parça olsun sıyrılır ama bol itiraflı baba yüzleşmesi kötü niyet gösterisiyle bir dalaşmaya dönüşür. Kartlarını açık oynayan Şefik Bey’in takındığı dramatik maske düşmüştür. Ve günün sonu… Aynı zamanda kitabın finaline yaklaştığımızı işaret eden Neşet Akıncı… Cem’in parlayan gazetecilik yıllarında peşinde koştuğu bir cinayet haberinin zanlısı. Neşet Akıncı, karısını öldürme iddiasıyla 18 yıla mahkûm edilir. 18 yılın sonunda suçsuzluğu anlaşılan Neşet Akıncı artık hapse girdiği zamanki adam olmaz. Tıpkı Serap’tan önceki Cem ile Serap’tan sonra hapis hayatını seçen Cem gibi. Ziyarete gelen Akıncı ile Cem arasında kitabın ana fikrini oluşturan felsefi diyaloglar başlar. Kitabın başından beri varlık yokluk, mistik anlatılarla zenginleştirilen diyaloglar, sohbet sırasında da peygamberler tarihinin yer aldığı bir hikâye ile zemini doldurur.

Gerçekliğin iyiden iyiye zihninden kayıp gittiği Cem, çok sevdiği Serap ile ağabeyinin aynı şekilde bir kazaya kurban gitmesini, Şefik Bey’in çok daha genç bir kadına âşık olup karısı Serap ve annesini terk etmesiyle kendinin kendinden genç olan Aslı’ya doğru çekilmesini, Neşet Akıncı’nın işlemediği bir suçun cürmünü çekerken erenlere karışması ile kendinin ölümle yaşam arasında asılı kalan karısının yanında giderek akıl yitimine uğraması arasında bağlantılar kurar.

Her şeyin göründüğünden farklı anlamlar taşıması dünya üzerindeki varlığımızı, hayatımızı kolaylıkla kavratmaz bize. Biz aslında kimiz? Hepimiz büyük bir rüyanın içindeki hayal ürünleri miyiz? Bir başkasının yerine konmuş kimseler miyiz? Aslında hepimiz bir gün gerçek âleme uyanmak üzere şu anda Berzah âlemindeki derin uykularımızda mıyız?

“ …Belki de şimdi o hücrenin içindesin. Ellerini uzattığın yerdeki hücrenin duvarları bu dünyanın sınırları. Gerçekliğin sınırındasın. Berzah’tasın… Hakikati senden ayıran o incecik çizginin üzerinde bir noktasın. Bu âlemde bir toz zerresi gibi o hayalden ötekine geçiyorsun. Hayaller içinden hayaller, suretler çarşısından yeni suretler seçiyorsun. Madem karımı öldürdüm, karısına sonsuza dek bakmakla cezalandırılacak bir Cem olmalıyım, diyorsun. Ben senin yerine senin için bedel ödüyorum. Bu yüzden ben de senin gibi bir hücreye sıkışıp kalıyorum.”[5]

“… Ya da ikimiz de sandığımız kişiler değiliz. Belki de bir başka yaratıcının bizim bilemeyeceğimiz günahlarının kefareti ödemek üzere yaratıldık. Belki de hepimizin hayatı Serap’ın esrarlı uykusunda gördüğü rüyalardan başka bir şey değil… Ne fark eder? Varoluşlarımız arasındaki bu ters simetri bizi Berzah’ta buluşturuyor.”[6]

Kitabın sonuna geldiğimizde tüm yaratılan bu karakterler, Cem’in giderek gerçekliği yitirmesi ile ortaya çıkardığı hayali karakterler olabileceği düşüncesini doğuruyor.

“…Şu suskunluğun, az önce söyleyeceklerimi önceden bana bildiren halin kadar garip. Vicdan azabımın ürünü olan sen, Neşet, belki de bu yüzden ağabeyimle aynı adı taşıyorsun. Bu da bir rastlantı değil herhalde… Hem karımı öldürmeyi düşünen ben olarak benim yerime hem arkadaşlarını, yoldaşlarını ihbar eden bir hain olarak ağbim yerine ceza çekmek üzere yarattım seni belki.”[7]

 “Bizim yerimize acı çekmen için vicdan azabının ateşiyle kavrulmuş ve bu yüzden de gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş zihnimin bir ürünü olarak yaratılışın gibi…”[8]

Gerçek ile hayalin, bilim ile sanatın, mistisizm ile modernin harmanladığı bu eser, akıcı bir üslup ve düşündürücü bağlantılarla okura sunulmuş. Karakterlere verilen ruhlar onların yaşam biçimlerine oldukça uygun şekilde işlenmiş. Yapay hiçbir şeyin yer almadığı eserin tamamında esere yedirilmiş olan yazarın entelektüel birikimi ve bunu kullanma biçimi onu klasik bir yapıt olmaktan çıkarmıştır. Hayatın içinden ama sık karşılaşmadığımız bu konu; okuru yazarla birlikte düşündüren, onun yerine koyan, ben olsaydım dedirten bir işleyişe sahip.

Kitap kapağının ve adının kitap seçiminde önemli belirleyiciler olduğuna inanan biri olarak biraz da kapak tasarımına ve – sadece ismi ile değil- tasarımın içerikle olan incelikli atfına değinmek istiyorum. Can Yayınları’ndan çıkan eserin kapağında John Everett Millais’in Shakespeare’in Hamlet oyun karakteri olan Ophelia’nın suda boğulmasını resmettiği tablosu kullanılmış. Parçaların birleşmesi adına biraz Ophelia’dan sonra da tablodan bahsetmek isterim. Shakespeare’in en fazla oynanan oyunlarından Hamlet’te Ophelia, Prens Hamlet’in başta umut verip sonrasında aşağılamaları ve geri çevirmeleri ile yavaş yavaş melankoli ve gerçeklik yitimiyle aklî melekelerini kaybettiği tutkulu âşığıdır. Masum ve saf sevgi ile bağlanan Ophelia çaresizlik girdabının içinde artık benzi solgun, kendi kendine halk türküleri mırıldanan, neşesi sönmüş, bir delilik hali içindedir. Çiçek toplamaya gittiği bir günde düştüğü nehirde çiçekleri ellerinde boğularak ölür. Pek çok esere ve alana kaynaklık eden Ophelia, daha çok resim sanatında işlenmekle birlikte en bilinir tablo da Millais’in tablosudur. Tabloda güzel Ophelia’nın boğulmuş görüntüsünde ellerinde tuttuğu ve etrafında saçılı duran çiçeklerin hepsinin bir anlamı vardır. Misal kırmızı gelincikler uyku ve ölümün birer temsilidir. Gerek Ophelia’nın adanmış aşkı, içsel buhranıyla gerçekliğini yitirmesi gerekse tablodaki çiçeklerin ölüm ve uykunun temsili olması eserimizin henüz kapağını aralamadan göğe attığı kemendin ya da ineceğimiz kuyudaki ipin ucunu elimize tutuşturur. Kapaktan başlayarak zekice kurgulanmış ve birleştirilmiş bu eser her hali ile meraklı okur gözlerinde daha anlamlı bir hale gelecektir. Günümüzde Can Yayınları tarafından 5. baskısını yapan bu değerli eseri tüm okurlara tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar.

Editör: Melike Kara


[1] Türk Dil Kurumu Sözlüğü https://sozluk.gov.tr/

[2] Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

[3] Diyanet İşleri Başkanlığı http://diyanet.gov.tr

[4] Attila İlhan “Yağmur Kaçağı” şiirinden. https://sub1.farmaupdate.com/siir/a/attila_ilhan/yagmur_kacagi.htm

[5] Murat Gülsoy, Sevgilinin Geciken Ölümü, Can Yayınları, basım yılı, s. 207.

[6] Murat Gülsoy, a.g.e., s. 208.

[7] Murat Gülsoy, a.g.e., s. 206.

[8] Murat Gülsoy, a.g.e., s. 208.

Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close