Öykünün birinci bölümünü okumayanlar, buraya tıklayıp okuyabilir.
Son günlerde Güzelyurt’ta en çok sorulan soru şuydu: “Bulmuşlar mı kadıncağızı?” En çok olumsuz yanıtla karşılaşan, dahası umutsuz ve boş bakışlarla yanıtlanmak zorunda kalan soru da bu oluyordu. Öyle ki, kentimizin umutsuz genç aşıklarının hiçbiri bu kerte bir olumsuzlukla karşılaşmıyorlardı sorularına yönelik olarak.
Okuyucunun da öngördüğü üzere, ötekilerde olduğu gibi bu konu üzerine de pek çok varsayım ortaya atılmıştı. Gelenek bu ya, sırf anlatacağımız öyküye şöyle dişe dokunur ve okuyucuyu hâlâ sayfaları karıştırır görmemizi sağlayacak bir giriş yapmak için her vakit her yazarın yapmaya alışkın olduğu üzere bu söylentilerden başlamak en doğrusu olacak.
Kimileri bu yitip gitmiş kadının bir adama âşık olduğunu ve onun peşinden gittiğini söyleyecek oldu. Bunlar, kadının ilişkisini gizlemesi için hiçbir nedeninin bulunmadığını söyleyenlerce kısa sürede susturuldu. Bir bölüm insan ise bu kadının, sırf inançsızlığından ötürü vurguladıkları şeytanlığının -doğrusu inançsızlık böylesi bir duruma olanak bırakmaz- bu ani yok oluşa neden olduğunu, bu kadının geldiği yere geri döndüğünü söyleyecek oldu. Bunlar en gerici zihinler tarafından bile alaya alınıp sustuktan sonra ortaya daha gerçekçi, daha dişe dokunur savlar dökülmeye başladı.
Kadının başına bir iş gelmiş olabileceğini düşünenler polise başvurdular. İçlerinden bazıları polis ile yurttaşlar arasında o güne dek yaşanmış ve pek iç açıcı olmayan olayları anımsamış, polisin kimi kez yurttaşı korumak değil korumaya muhtaç etmek görevini üstlenircesine bir tavır takındığını düşünerek gitmekten, onlardan yardım istemekten kuşkuya düşmüşlerdi. Yine de yola düşüldü. Bildirimde bulunuldu ve yitip gitmiş kadın, Bahar, aranmaya başlandı.
Kuşkusuz, polisin bu konuda yapabilecekleri sınırlıydı. Buna benzer birçok bildirim aldıkları, bunlarla da insanların düşlediklerinin çokça altında bir eforla ilgilendikleri herkesçe bilinmekteydi. Bu yüzden, sırf kâğıt üstünde bir çaba gösterilmiş olması için girilen karakoldan çıkıldıktan sonra, bir iki günü kara kara düşünmekle geçiren yurttaşlarımız, Bahar’ı aramaya koyuldular.
Bahar’ı neyin nasıl ortadan kaldırdığı, niçin gözden yitip gittiği kimsece anlaşılır bulunmuyordu. Sonuçta yurttaşlarımızca sevilen, hiç değilse saygı duyulan, yaşamlarını aydınlatma ya da neşelerini arttırma konusunda pek çoğuna yararı dokunmuş bir kimsenin nasıl ve niçin bir düşman edinmiş olabileceğine, bu düşmanın -düşmanlık beslemeyi başarmış olduğunu düşünelim- nasıl olup da bu kadına karşı duyduğu ortaya çıkması olanaksız düşmanlık duygusunu ileriye götürüp bunu bir fenalığa dönüştürebildiğine akıl sır erdirilemedi. Yine de kesin olan bir şey vardı ki, Bahar’ın o güne dek yaptıklarının hiçbir önemi kalmamıştı. Önemli olan tek şey, ona bu fenalığı eden haydutların, yaptıkları fenalıkları engelleyecek hiçbir şeyin bulunmamasıydı.
***
Güzelyurt’un sıcak bir yaz gününde, güneşten neredeyse kavruldukları sanılacak iki genç, ikisi de pek zayıf ve pek uzun, bir yandan yürüyor, bir yandan da son günlerde herkesin dilinde dolaşmakta olan olay üzerine söyleşiyorlardı. Kulakları kepçe olan ötekine şöyle söyledi.
“Kız kardeşim yemiyor, içmiyor, yalnızca bu olayı konuşuyor. Niçin bu denli içlendiğini anlamıyorum. Olur mu olur. Herkes bir gün yitip gidebilir kimseye sezdirmeden. Başına bir iş de gelebilir. Bizimki de kadının isteğiyle çekip gitmesinden değil, kaçırılmış olmasından ürküyor. Sanırsın bu kadını kaçıranlar kendisini de hedef alacak.”
“Düşünce kardeşim, düşünce,” dedi öteki. Sözünün ötesini açıklamaya girişmedi. Ne anlatacak olursa olsun, bunu anlattığı sırada yürüdüğü yolun bozuk, çürük olmasının yanında hiçbir önemi olmayacak, bunca sıkıntının arasında böyle lakırdılarla vakit tükettiği için neredeyse suçlu görülecekti. Hiçbir şey de değişmeyecekti üstelik. Saçmalıyor olmak için ille de saçmalıklar savurmak gerekmez. Sözün ilgisiz, söze hiç yaraşmayan bir yerde söylenmiş olması yeterlidir. Veysel, sonrasında söyleyeceği sözleri aklından geçirmekle yetinerek devam etti yoluna. Sözünü sürdürmekten sakınmasaydı eğer, düşünceden söz edecekti. “İlle bir ya da birkaç kişinin geri kalanları hedef alması gerekmez. Bir düşünce baş gösterir. Bunun temsilcileri olur. İnsanların çevresinde toplanacağına hiç olanak vermediğimiz konularda bile yüzlercesi, hatta binlercesi bir araya gelebilir. Hem de bunu hiç ayrımında olmadan yaparlar. Binlerce insan bir araya gelip herhangi bir topluluğu, bir grubu yok etmek, bunlardan olan herkesi öldürmek gerektiğini haykırmaz, bunun için mitingler ya da protestolar düzenlemezler. Ancak yüzlerce, binlerce aşağılık zihin, sözleşmişler gibi, tek tek başlarlar öldürmeye, kaçırmaya, işkence etmeye. Bu düşünceden korkmak gerek kardeşim. Birini kaçırmanın, izini bile bırakmamanın, belki bu yolla onun tüm haklarını ve özgürlüklerini elinden almanın bir diğerine hak olduğunu sanan, nereden geldiği belirsiz bu aşağılık düşünceyle baş etmek gerekir. Bu yapılmadıkça herkes ürkmekte, canından ötürü kaygı duymakta haklıdır.”
Veysel, tüm bunları dile getirmek yerine yürümeyi, bozuk yolun üzerinde kalakalmış bir taşı tekmelemeyi seçti. Bu tekme bile daha büyük bir değişikliğe neden olmuştu söylemeyi düşündüklerinden. Hiç değilse bir nesnenin yerinde değişim meydana gelmişti. Gel gelelim, edeceği sözler ne o kepçe kulaklara değecek ne ortada görünmeyen kadın birdenbire ortaya çıkıverecek ne de o kız kardeş, korkusunu anladığından ötürü kendisine bir kuru teşekkür edecekti. Yürümeye devam ettiler. Biraz daha kendilerini yorduktan sonra, oturdukları mahallenin tek kahvehanesine geçip oturdular. Birer çay söyledikten sonra Veysel’in az önce konuşmamak için çırpındığı konu üzerine daha çok konuşmak, sormak, bilmediği başka ayrıntılar öğrenmek isteği baskın geldi.
“Necdet! Söylesene kardeşim, nedir bu olayın özü? Niçin olmuş, nereden çıkmış?”
“Diyorlar ki…”
Sözün burasında Veysel elini kaldırdı. Dümdüz açtığı avucunu gösterdi. “Dur!” demekti bu.
“Gözünü seveyim Necdet, şayet anlatacakların kulaktan dolma, çıkıp iki dakika içinde sokakta binlercesini duyabileceğim türden sözlerse hiç söyleme, daha iyi. Var mı şöyle düzgün, güvenilir bir havadis?”
Öteki, ne diyeceğini bilemeyenlere özgü bir umarsızlıkla başını eğdi. Sağ elinin baş parmağı çenesinde, kısa bir süre düşündü. Söyleyecekleri her nelerse, bunları dile getirmemek için baskı altında bırakılmış olmalıydı. Söze başlar başlamaz, bu konuya derhal bir açıklık getirdi.
“Doğrusu söz vermiştim kimseye söylemeyeceğime. Sözümü de tuttum sayılır. Baksana, sana bile henüz anlatıyorum. Yalnız, bu konuda kesin bir söz verdim. Ne olursun, kimseye bunlardan söz etme. Sana olan yakınlığım olmasa bunları söylemeye kalkışmazdım bile.”
“Anlat bakalım. Neymiş bunlar, görelim.”
“Bizim Selda’nın sınıf arkadaşı var. Geçtiğimiz günlerde bizim eve geldi. Adını öğrendim. Soyadını sormazsın ya, nasılsa onun da sözü açıldı. Onu da öğrendim. ‘Gümüş’ deyince şaşırdım kaldım. Sormama bile gerek bırakmadan, yüzümün aldığı hâlden doğruca anladı ne düşündüğümü. O ailedenmiş. Kadının yeğeniymiş. Kardeşinin kızıymış. Birkaç söz ettik olay üzerine. Son günlerde hiçbir olağandışılık yokmuş kadının yaşamında. Yalnız kendisi birilerini görmüş çevresinde. Bir kez kadını uzaktan öylece izlediklerine tanık olmuş. Pek üzerinde durmamış. Onlardan kuşkulandığını söyledi ancak yazık ki uzağı göremiyormuş. Ne yüzlerini tarif edebilmiş polislere ne de tutup bir plaka ya da bir başka ipucu görebilmiş. Kim oldukları bilinmiyor ama hiç değilse kuşku duyulan birileri var. Benim anladığım kadarıyla, bu kişiler bir süre sonra planlar yapmaya, kadını tuzağa düşürmek için uğraşmaya başladılar. Yalnız, bizim Selda’nın arkadaşı şayet bu kişileri görmüşse, nerede gördüğünü bilmesi bile olayı bir yerlere taşıyabilir. Hatırlamıyormuş. Hakkı var. İnsan sonradan önem taşıyacağını bilse neleri aklında tutmak istemezdi ki!”
“Yazık olmuş,” diye yanıtladı öteki. “Bu kişileri yakalatabilecek tek kişiyken bunu yapamıyor olması bir yana, onlardan kuşkulanmasına karşın olayı engelleyememiş olması çok büyük bir vicdani kıvranışa neden olmuş olmalı. Düşünsene, kendine yakın bulduğun bir kimsenin katilini her gün görüyor, onun senin ve bu yakınının başına büyük bir yıkım getireceğinden habersiz, belki onun yüzüne gülümsüyorsun bile. Dahası, bu tür kimseleri kucaklamış, ona sevgisini sunmuş, bu kişinin bir canavar olduğunu bilmeksizin, en yakınlarından birinin ölüm nedenini her gün, hem de her gün, bunu yaptığından habersiz bir biçimde kendi elleriyle beslemiş kimselerin bile görüldüğü olmuştur. Ne büyük bir sancı nedeni! İnsan yaşamı boyunca kıvranır böylesi bir durumda. En ıslah edicisinden tut da en acımasız olanına dek, hiçbir adalet anlayışı bu tür bir yarayı onarmakta yeterli olamaz.”
Birer çay daha söylediler. Kahvecinin çırağı, elinde tepsi ile sürdüğü yaşama ayak uydurduğunu kanıtlamaya çalışan yapmacık bir neşe içerisinde çay ocağına doğru yürürken, iki arkadaşın da başını kaldırıp tepedekinin kim olduğuna sanki sözleşmişler gibi birlikte bakmalarına neden olacak bir şey oldu. Necdet’in karşısındaki boş sandalye yerinden oynadı. Bir el, sandalyeyi çevik bir biçimde, raks ettirir gibi geriye çekti, düzeltti. Niçin oluştuğu belirsiz bir endişe içerisinde bu yüzü görmeye çalışan iki arkadaş, gözlerini tepeye diktikleri ilk anda gülümsediler. Neşelenmişlerdi besbelli. Necdet, yerinden kalkıp bu geleni kucaklamak ister gibi bir coşkunlukla karşıladı bu beklenmedik konuğu.
“Ooo, İsmet! Hoş geldin kardeşim! Buyur, otur!”
İsmet asık bir surat ile karşılık verdi. “Nereden böyle?” diye sorulduğunda, “Meydandaydım,” dedi. “Kalabalık, ana baba günü.” Karşısındakilerin boş bakışlarını görünce dayanamadı. “Duymadınız mı siz? Ortalık ayağa kalktı.” Ötekiler hiçbir şey duymadıklarını, ortalık bu denli karışıkken nasıl olup da bunun kulaklarına gelmediğine şaştıklarını söyledikten sonra ne olup bittiğini anlatması için soluklanmasını beklemek zorunda kaldılar. Gerçekten de çok karışıktı meydan. Öyle ki, olaylarla ilgisi bulunmuyor olduğu görülen İsmet bile nefes nefese kalmış, bir su içip soluklanmak zorunluluğunu duymuştu. Bir süre sonra konuşmaya başladı, ne olduğu belirsiz olayın görgü tanığı. Ötekiler de dinlediler.
“Biraz hava almak için dışarı çıktım. Artık böyle bir şey pek kalmadı ya, neyse! Dışarı çıkamıyorsun, çıksan bile ne yapacağını bilemiyorsun. Biriyle yan yana olmadığın sürece şöyle bir hava almayı dileyeceğin yer değil artık İstanbul. Ben de bizim meydana çıktım. Orada soluklanırım, dedim. Hiç değilse bir iki ağaç gölgesi var. Sonra aklıma kol saatim geldi. Şu kolu yok mu, çıkmış. Saatçiyi biliyorsunuz, meydanın arkasında kalır. Gidip geldikten sonra, bir de ne göreyim! Sanki demin ardımda bıraktığım meydan, aynı meydan değildi. Öyle ki, bu gidiş gelişten sonra yanlışlıkla başka bir aleme ayak bastığımı sanacaktım. Her yanda insanlar var. Meraklı insanlar, bir şeyler yapmak isteyen insanlar, bir şeyler yapabilenler. Sonra herkesin baktığı yöne baktım. Korktum epey. Niye korktun diye soracak olursanız, doğru düzgün bir yanıt veremem ama sanırım orada tanıdık bir yüz görecek olmaktan korktum. Korktuğum olmadı ama gördüğüm manzaraya bakın: Genç bir kız, bir lise öğrencisi, sarı saçlı böyle, yüzü pek zayıf, uzun boylu bir de. Elinde bir bıçak var. Bir adamı yere yatırmış, deştikçe deşiyor. Kanım dondu. Çekiştiriyorlar, uzaklaştırıyorlar ama görsen, bir biçimde kendini kurtarıp yeniden birkaç bıçak darbesi daha bırakıyor adamın üzerine. Sonra kenarda bir araba ilişti gözüme. İçinden üç kişi çıktı. Biri elinden tabanca çıkardı. Donup kaldım. Vurdu kızcağızı. Hiç düşünmeden. Öylece vurdu. Çevredekileri görsen, ‘İyi yaptın!’ diyenini bile işitti kulaklarım. Arabaya binip kaçtılar bunlar. Orada yalnızca şu kızcağız ve az önce doğradığı adam kalmış. Kimdir, nedir diye pek sordum ama söyleyen, bilen çıkmadı. Polis geldi, ambulans geldi. Bir şey yapamamış olmak öyle zoruma gitti ki! Benim bir suçum yok, değil mi? Silah çıkardı adam. Tek bir anda, tek bir saniyede vurdu onu. Hem ötesi, onun hemen öncesinde de bir şey yapamazdım. Öyle ya, bıçak vardı ortada. Yok, hayır!”
“Bu ölen kız,” diye karşılık verdi Necdet. “Zayıf dedin ya, elmacık kemikleri pek belli oluyordu değil mi? Saçları kıvırcıktı. Öyle mi?”
Karşısındakinin korkusu bir kat daha arttı. Bu yüzün tanıdık bir yüz olmamasına ilk anda sevinmişti. Şimdiyse bu avuntu da onu bir başına bırakmak üzereydi. Bir fotoğraf çıkardı Necdet.
“Bu kız mı?”
Kız kardeşinin bir fotoğrafıydı bu gösterdiği. Yanında kendisinin de az önce Veysel’e sözünü ettiği arkadaşı bulunuyordu. Yitip gitmiş kadının yeğeni. İsmet’in onaylar görünen bakışıyla karşılaşınca bir of çekti Necdet. Yerinden kalktı. Sandalyenin yere düştüğünü görmedi bile. Ellerini ceplerine koydu. Veysel ve İsmet de peşine düştüler. Veysel her şeyi anlamıştı. İsmet’in durumu tüm açıklığıyla kavradığı söylenemezdi ancak gördüğü fotoğraftan bir şeyler çıkarmıştı. Bu üzüntüyü, bir yakının yitirilmesinden kaynaklanan bir üzüntü olarak görüyordu. Necdet’in sayıklamalarıyla tüm olay aydınlandı onun adına. Ne olsa, Güzelyurt’ta öcünün alınması gereken bir kişi vardı ve herkes, yüzünü görmemiş, adını duymamış olanlar bile, onu çok iyi tanırdı.
“Öç almak istemiş. Halasının öcünü almak istemiş.”
Sayıklamayı bıraktı. Bağırmaya başladı. Diz çökmüş ağlıyordu.
Olaydan sonra bir not ortaya çıktı. Son bir söz. Son bir ağıt.
“Neredesiniz? Neredesiniz ey insanlar? Düşseydik ya barındığımız ağaçların tepelerinden. Vahşi hayvanlara yem olurken uyansaydık ya o ürkek uykularımızdan. Son kalanımızın da son gördüğü, bir çift koca diş olsaydı ya parçalanmak üzereyken.
Yine yansaydı, donsaydı, yine konuklarının çoğunu yitirecek denli göktaşı yağsaydı da üzerine, görmeseydi dünya insanın egemenliğini! Ey adalet! Kanun koyucular! Düzenin yargıçları! Neredesiniz? Niçin bir iş gelmiyor elinizden? Yoksa siz de mi saplandınız bu bataklığa? Niçin öcümü kendi ellerimle alacak denli güçlü olmam gerekiyor? Oysa yorgun olmaya, bitkin olmaya hakkım olmalıydı bunca acı çekiyor, akıbeti belirsiz bir yakının yasını tutuyorken. Niçin bir başıma bıraktınız beni? Niçin var ediyorsunuz hâlâ bu devleti? Elim ayağım titriyorken acıdan, acımın nedeni olan canavarların cezasını çekmelerini sağlamıyorsa niçin var o? Tutup doldurmak için mi ceplerinizi, yararımıza oluşturulduğuna inandırdığınız makamları doldurarak? Niçin varsınız? Niçin varlar? Niçin dolduruyoruz böyle günden güne sayımız artarak yeryüzünü?
Sayısız tehlikeyi atlattı insanlık. Sayısız yoldan geçti. Var olmaya devam etmesi için, bu denli egemen olabilmesi için yaşadığı yere, pek çok aşamadan geçmesi gerekti. Ağaç dallarında uyurken düşmemeliydi, mağaralarına dalmamalıydı uyurlarken vahşi hayvanlar, çok soğuk ve çok sıcak dönemleri atmalıydılar, ateşin nasıl yakılabildiğini öğrenmeleri gerekliydi, zihinlerini ötekilere göre kat be kat fazla geliştirecek olan bu eşsiz buluşu yapmalıydılar, inanmalı, sonra bunun bir işe yaramadığını öğrenmeliydiler, ayaklanmalıydılar, krallar, diktatörler devirmeli ve sonra devrilmemek için demokrat taklidi yapanlarıyla sınanmalıydılar. Tüm bunlar, insanı var eden bu süreç, bir ufak terslikte yerle bir olacak denli rastlantısaldı. Sonundaysa bu yerde, bu adi ve karanlık yerde bulduk kendimizi. Buraya gelmek için mi yaşandı bu eşsiz süreç? Sırf ben, öcümü alacağım diye girişeceğim bir savaşta can alıp can vereceğim diye mi tutundu benden önceki kuşaklar yaşama? Soyağacımın epey gerisinden bir ninem ve dedem, birbirlerine sırf bu yüzden mi âşık oldular? Selamımı bile esirgeyecek denli aşağılık olduklarına tüm yüreğimle inandığım kimselerle yüz göz olmak zorunda kalacağım bir savaşa girişebilmek için mi?
Ölmeliyiz. Yok olmalıyız. Böylece türümüzün iki ayrı parçası, yok olmalarında yarar bulunan iki parçası ortadan kalkmış olacak. Bir parçamız suçlulardan meydana geliyor. Aşağılık kimseler, yüzsüzler, milyonlarca ezilmiş, çiğnenmiş, onuru hiçe sayılmış insanın ölmesini dilediği o adi suçlular. Öte yanda ise suçsuz, kötülüğe tanıklık ettikçe kötü olmaktan ölesiye korkan, aklından geçen kötü bir düşünceye bile katlanma gücünü kendisinde göremeyecek denli saf yürekli kimseler var. Bunlar, bu iki parça da yok olmadıkça suçun, kötülüğün izi silinmeyecek yeryüzünden. Yok olmalıyız. Öylece ölmek olmaz. Gebermek yaraşır bize. İnsanlık olarak hak ettiğimiz tek son bu.
Bir yerden işe girişmek gerekir. Sonumuzu getirmek benim elimde değil ancak sonumuzun önünü açacak olan adımı atmaya belki olanak vardır. Benim öykümde de yer almakta insanlığın bu iki parçası. Saf yürekliyi ve aşağılık olanı, suçsuzu ve suçluyu aynı günde, aynı anda yok edeceğim. İntiharı ve cinayeti bir araya getirecek, pek görkemli bir öç almış olacağım böylece. Hem bu katillerden hem beni yalnız bırakmış olan insanlıktan hem de suçlunun biricik koruyucusu adaletten. Tanrım! Niçin krallığından ve yargıçlığından en ufak bir iz göremiyorum? Niçin yoksun?”
- Bir Olay ve Dört Ağız - 27 Temmuz 2022
- İki Yolcu ve Bir Köylü - 20 Mayıs 2022
- Gün Işığı - 27 Nisan 2022