Yazar: 11:30 Röportaj

Turhan Yıldırım Söyleşisi

Modern Soslu Postmodern Makarna, Turhan Yıldırım’ın ikinci öykü kitabı. İthaki yayınlarından bu yıl çıktı. Öykü türünde olan ilk kitabı Kara Gergedan’ı 2021 yılında yayınlamıştı. Turhan Yıldırım, yeniliğe ve öğrenmeye açık genç yazarlardan. Youtube kanalından takipçilerine kitap tanıtım videoları çekerken, edebiyatçıların takip ettiği basılı birçok dergide de öyküleri yayınlanmakta. Söyleşimizin ağırlığını ikinci kitabı Modern Soslu Postmodern Makarna’ya vererek sorularıma başlamak istiyorum.

Kitaba adını veren öykünün sizin edebi duruşunuzla yakın alakalı olduğunu düşünüyorum. Biraz öykünüzden ve modern-postmodern yaklaşımınızdan bahseder misiniz?

Üstteki sorunun cevabına bağlı olarak: Kendinizi neden postmoderne daha yakın görüyorsunuz?

Pandemi dönemiyle başladığım bir Youtube kanalım var. Burada edebiyat üzerine halen çeşitli videolar çekiyorum. Türk edebiyatında “Geç Modern – Postmodern” dönemi incelediğim bir videoyu çekmiştim. Tarih, 27 Aralık 2020. Sonraki gün video üzerine bir arkadaşımla yazışırken “Kendimi modern soslu postmodern makarna gibi hissediyorum,” diye bir şey yazdım. Bunu yazdığım anda sahne sahne öykü gözlerimin önüne geldi. Metni bitirdikten sonra da bu öykünün dosyanın da adı olması gerektiğine karar verdim. “Modern Soslu Postmodern Makarna” öyküsü yazarlığımın biçimci tarafını gösteren bir metin. Ama salt biçimiyle değil içeriğiyle de meselemi anlatıyor. Biçim kısmında kurmaca malzemelerden oluşan bir yemek tarifi ve hazırlanışı var. İçeriğindeyse hem yaşadığı şehirle hem de tarihsel olarak gördüğü toplumsal olaylara ilişkin problemini anlattığım bir karakter var. Zihnim çoksesli çalışıyor, bu durum çocukluktan beri böyle. Bundan dolayı ancak postmodern edebiyatın teknikleri aklımdan geçenleri doğru bir şekilde kurguya aktarmama vesile oluyor. Keza modern edebiyatın da bilinç akışı, çoklu anlatıcı gibi teknikleri yazdığım öykülerde bana yardım ediyor.

Söylemlerinizde kitabın farklı bir tür olduğunun altını çiziyorsunuz? Kitabınızı diğer öykü kitaplarından ayıran nedir?

Gençlik yıllarımda bir cümlelik upuzun akrostiş şiirler yazardım. Aklım, biçimden yola çıkarak kendine has bir matematikle çalışıyor. Farklı biçimleri kullanabilmek de bana, anlatmak istediğim temel meseleleri de daha özgün bir şekilde aktarmama olanak sağlıyor. Sadece ilk bölümün son öyküsü olan “Alayına Öykü”de yaptıklarımdan bile bahsetsem, sanırım sorunuza yeterli bir cevap verebilirim. Bu öykü öncelikle bir üstkurmaca metin. Kitabımda yer alan “İmparator Haydutyus’un Gündüz Düşü” adlı öykümde yazılışını anlattığım İmparator Haydutyus’un Sessiz Çığlığı adlı kurmaca romanı okuyan karakter, öykünün içinde Sekiz Harfin Sessiz Düşü adlı bir başka romanı kaleme alıyor. Öykü içinde yer alan bu bölümün her paragrafında bir sesli harfin lipogramı, yani eksiltili kullanımı var. Dilimizde yer alan 8 sesli harf, her paragrafta sırasıyla eksilmiş bir şekilde yer alıyor. Örnek vermek gerekirse ilk paragrafta “A” harfli, ikinci paragrafta da “E” harfli bir kelime bulunmuyor. Bu kısımda yer alan her paragraf kendi içinde bir küçürek öykü aslında. Bu paragraflar da kitapta kendinden önce yer alan öykülerle metinlerarası ilişkide. Tabii ki bunu yaparken kitabımda bulunan tüm meseleleri de yeniden, bu sefer çok daha kısa metinlerle dile getirdim. Belirttiğim bölümdeki ilk paragraf şu şekildedir:

Motorum mürekkep sızdırıyor Konsolos, yer gök kelimeye kesmiş. Yolumuzun üzerinde cümleler, ezip geçsek mi ne dersin? Bilirim yüreğin el vermez, incitmek istemezsin hiçbir şeyi ve hiç kimseyi. Gidelim mi seninle Simurg’un ülkesine, gezelim mi düşlerimizin incisini? Gökdelenlerden virgüller uçurdum, kim bilir neyin tepesinde ömrünü yitirecek. Hukuk diyenlere çok gülüyorum Konsolos. Çivisi çıktı bir eylül gününde, yeniden girmez ki yerine. Neyse boş verelim böyle lezzeti ekşi mevzuyu. Bizler guguk sevenler meşrebindeniz, değil mi? Zihnim bugünlerde bozuk teyp gibi bir iyiden bir de kötüden dem vuruyor. Özgürlüğümün üstünden, ruhumun içinden geçtiler Konsolos, sence bir gün düzelir miyim?”     

Kitabın kapağını sizin tasarladığınızı duymuştum. O kapakta okura anlatmak istediğiniz nedir?

Kitap kapağımın tasarımcısı Hamdi Akçay aslında. Editörüm aracılığıyla nasıl bir kapak istediğime dair notları ilettim kendisine. Düşlediğim kapak tasarımının neredeyse birebir aynısı geldi. Kapak örneğini görür görmez onayladım. Kitabımda yer alan öykülerin ruhunu çok iyi yansıttığını düşünüyorum.

Kitabınız biçimsel olarak programlanmış. “Oda Müziği” başlığı altında topladığınız öyküler ilk 16 öyküye göre daha kısa. Küçürek öyküler. Bu anlamda iki sorum var: İlki; bu biçimsel tercih kitabınız için neden gerekliydi? İkincisi, küçürek öyküler bana kalırsa edebiyatın en zor türüdür. Buna katılıyor musunuz? Siz neden zoru seçtiniz?

Öykülerimde üç ayrı kaynaktan beslendiğimi fark ettim. Küçüreklerle birlikte dört ayrı kanalın olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle sanki bir romanmış gibi kitabımı kurguladım. Eserim bir öykü toplamı değil. Öykülerin sıralanması, kitap içi kurgusunun bir matematiği var. İlk bölüm, “Kent-Biçimci”, “Duygusal” ve “Toplumsal-Tarihi” olarak grupladığım öykülerden oluşuyor. Bu grupların her birinde beşer öykü bulunuyor. İlk bölümün son öyküsü olan “Alayına Öykü”yse tüm bu metinleri kapsıyor. Bu beşerli öyküler “bir, iki, üç” şeklinde sıralanıyor. Kitabımın başında yer alan öykülerden örnek vermek gerekirse birinci öykü “Modern Soslu Postmodern Makarna” kent-biçimci grubundan, ikinci öykü “4.17” duygusal öykü grubundan, üçüncü öykü “Uçurtma Şenliği”yse toplumsal-tarihi gruptan. Diğer öykülerse bu sıralamaya uygun şekilde kitabımda yer alıyor. “Oda Müziği” bölümünde yer alan öykülerimin önemli bir kısmı aslında küçürek öykü tanımının dışında metinler. Türk Edebiyatında Yeni Bir Tür – Küçürek Öykü kitabında Ramazan Korkmaz, “100 sözcüğü geçmeyecek anlatıları ancak küçürek öykü diye adlandırabiliriz,” şeklinde ifade eder. Bu tanıma göre yola çıktığımızda kitabımda belirtilen kelime sayısına sahip yalnızca iki öyküm bulunuyor. “Oda Müziği” bölümünde yer alan dokuz öyküyse yüz kelime ve üzeri metinler. Ben bu öyküler için “Küçülmüş öyküler büyükmüş” diyorum. Birden çok fotoğraf karesini içeren, küçüreklerden farklı olarak “vurucu ve şok edici” olmaya odaklanmayan öyküler bunlar. Genellikle de iki yüz, iki yüz elli kelime civarındalar. Benim açımdan bunları yazması çok da zor değil. Daha doğrusu normal boyuttaki öykülerimle aralarında zorluk açısından pek bir fark bulunmuyor. Bunun temel nedeni de okuru “şok etmeye” odaklanmayışım. Metne başlarken hangisinin normal boyutta, hangisinin küçülmüş öykü olacağına rahatlıkla karar verebiliyorum. Zihnimin standardın dışında çalıştığını küçük yaşlarımdan beri biliyorum. Beynimi ancak “zor” olarak addedilen türler ya da biçimler tatmin edebiliyor. Bu noktada yalnız olduğumu da düşünmüyorum. Edebiyat tarihi boyunca zihni çok farklı çalışan binlerce yazar eserleriyle yer aldı. Sadece Oulipo grubu yazarlarına bile baksak, dille, biçimle ve türlerle nasıl oynadıklarını, edebi metinlere dair tüm kuralları nasıl kırdıklarını görebiliriz.

Kitabınızda birçok tekniği kullandığınızı görüyorum. Üst kurmaca tekniği, bilinç akışı, metinlerarasılık gibi. Yazarın yaşadıkları yazdıklarına yansır, diye bir düşünce var. Ben bunu yazarın okudukları diye değiştiriyorum. Böylelikle Modern Soslu Postmodern Makarna’daçok okuyan, her okuduğunu denemek isteyen bir yazar görüyorum. Bu bir anlatma telaşı mıdır yoksa türünü bulma çalışmaları mı?

Aslında ne bir anlatma telaşı içindeyim ne de türümü ve yerimi bulma çabasındayım. Yirmili yaşlarımın başında sanırım Şirazi’ye aitti, “Çünkü ben senin zindanında olduğum günde özgürüm,” mısrasına akrostiş şiir yazmıştım. Bu kadar uzun bir cümleye akrostiş yazmanız için deli olmanız gerekiyor. Buna başka bir açıklama yapamıyorum. Zaman içinde pek çok özel, zor okunan, zor okunduğu iddia edilen eserleri okudukça tek delinin ben olmadığımı, başka deli yazarların da var olduğunu, hatta delilikte benden de ileri olduklarını gördüm. Madem onlar sıradışı çalışan beyinlerini bu tekniklerle kaleme dökmüşlerdi, ben de bu anlatım biçimlerini kendi üslubuma ve kurgulama gücüme göre kullandım. Örneğin metinlerarasılığı, günümüz yazarlarında olduğu gibi ustalara, geçmişin büyük yazarlarına saygı duruşu olarak kullanmıyorum. Metinlerarasılık tekniği, kurduğum oyunların ayrılmaz bir parçası. Meselelerimi, dert edindiklerimi okura daha iyi aktarabilmem için nadide bir anlatım biçimi. “Esarete On Dört Kala” gibi tamamen bu anlatım şekliyle kurguladığım bir öyküm var kitabımda. Bu metnin ana kurgusuyla Yanardağın Altında romanı arasında çok sıkı bir metinlerarasılık ilişki bulunuyor. Ama sadece bununla da kalmıyorum. Öyküm, Motosiklet Günlüğü, Tutunamayanlar, Niteliksiz Adam, Aylak Adam, İnsanın Esareti, Solaris, Dövüş Kulübü, Üç Silahşörler, Dönüşüm, Bayel Ağıtçıları, Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?, Kılları Yolunmuş Maymun, Ütopya, Terra Nostra, Kara Dörtleme (Biz, Cesur Yeni Dünya, 1984, Fahrenheit 451), Tehlikeli Oyunlar, Şato, Ferrari’sini Satan Bilge, Ölüler Evinden Anılar adlı kitaplarla ve Solaris, İnek, İnsanın Esareti, Dövüş Kulübü, Kelebekler gibi filmlerle de ilişki halinde. Belleğimde koskocaman bir kütüphaneyle yaşıyorum. Ama yalnızca bu da değil. Filmlerden, oyunlardan, tablolardan, şarkılardan ve ne yazık ki insanlığın trajedilerinden oluşan dev bir arşive sahip fil hafızasıyla baş başayım.

Bir sonraki kitabınızda da bu çeşitliliği görecek miyiz?

Üçüncü öykü dosyam bitmek üzere, kalan son birkaç metni kaleme alacağım. Onda da yukarıda bahsettiğim kitap içi kurgu bulunuyor. Öykülerin diziliminin yine kendine has bir mantığı var. Bu sefer, Modern Soslu Postmodern Makarna’da yaptıklarımı biraz daha ileri noktaya taşıdığımı, edebi sınırların üzerinde nefesim tükenene kadar horon oynadığımı söyleyebilirim. Yeni dosyamın adı “Direkler Arasında Metinler”. Salt ismi bile okura nelerle karşılaşabileceğini gösteriyor. Kara Gergedan’da anlatıcılarımdan biri, “Arkadaş, anlayın diye yazmıyorum ki ben. Tek derdim okurun kafasına vurup beynindeki tüm telleri yakmak,” demişti. Modern Soslu Postmodern Makarna’da bir başka anlatıcım, “Afiyet zehir zakkum, ısırgan olsun,” dedi. “Direkler Arasında Metinler” de anlatıcı artık ne der kısmı sürpriz olsun fakat sırf şu iki cümleden bile yola çıktığımızda, pek hayırlı ifadelerde bulunmayacağına yazarı olarak garanti veriyorum.

“Alayına Öykü” adlı öykünüz, üst kurmaca tekniği, kullandığınız bir çalışmanız. Edebiyatımızın önemli bazı eserlerini anarak öyküye mizahi bir yön de veriyorsunuz. Bu öykü özelinde bütün öyküleriniz için sormak isterim, mizah, üst kurmaca ve edebiyatımızdan örnekler bir seferde yazılacak öyküler değildir sanırım. Nasıl bir hazırlık aşaması var öykülerinizin?

Öncelikle mizahı kullanma kısmına yanıt vermek istiyorum. Edebi eser okumaya Aziz Nesin’in öyküleriyle başladım ve sonrasında da Rıfat Ilgaz’ın öyküleriyle devam ettim. Bazı zamanlar, içime Aziz Nesin’in ruhu girdi, diye kendimle bir güzel dalga geçerim. Yaşamımdaki en büyük eğlencenin edebiyatın ta kendisinin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle söyleşilerimi ya da YouTube kanalımdaki videoları dinleyen, beni az çok tanıyan arkadaşlarım, bunla ne demek istediğimi gayet iyi biliyor. Şu an sizin sorularınızı cevaplarken bile yer yer eğleniyor, kendimle kıyasıya dalga geçiyorum. Tek seferde yazdığım öyküler nadirdir. Yazı masasının başına oturduktan sonra genellikle ancak üç dört oturumda metinlerimi bitirebiliyorum. Bunun temel nedeni katmanlı öyküler kaleme almam. Tabakalar arasındaki bağlantılarda kopukluk olmaması adına zamana yayarak öykü yazma tarzı çok daha uygun geliyor bana. Öykü kurgusu ilk olarak zihnime düştüğünde, eğer bilgisayar başında değilsem geleni unutmamak adına telefonuma not alırım kilit noktaları. Kurgu çoğunlukla aylarca zihnimde yaşar. Bu mayalanma süreci belirli bir olgunluğa geldikten sonra da yazı masasının başına otururum. Sonrasıysa tufan, vakte yayılan canhıraş bir yazma mücadelesi. Cümleler üzerine rahatlıkla kalem oynatabilmeme rağmen duyguları aktarırken -yazdığım öykünün içeriğine göre- canım çok fena yanıyor, vicdanımın sızısı metni bitirdikten sonra da maalesef geçmiyor. 

“Uçurtma Şenliği” adlı öykünüzde şiirsel bir anlatımla iç içe geçmiş figürler var. İslami bir figür olan Habil Kabil kardeşlerden, mitolojik karakter olan Simurg yani Anka Kuşu’na uzanan. Siyasi bir gözlem de var sanatsal bir gönderme de. Dolayısıyla bu öykünüz tek pencereden izlenemez.  Ve ben bu yoğunluktaki öykünüzün çıkış noktasını merak ediyorum. Sizin özellikle vurgulamak istediğiniz hangisiydi?

İnsanlık tarihi maalesef katliamlardan oluşuyor. Gözünü kırpmadan kardeşini dahi öldürebilenler doğaldır ki başkalarını da tereddütsüz katledebiliyor. Öyküde Habil ve Kabil’den başlayarak farklı zaman dilimlerinde yaşanan trajedileri anlattım. Bu öyküde derisi yüzülerek katledilen Seyyid Nesimi de var, darbe döneminin Uçurtmayı Vurmasınlar’ı da. Simurg, öykümdeki acı gerçekliğin sert havasını yumuşatmak için kullandığım büyülü gerçekçi anlatımın bir parçası. Keza ilk öykü kitabım Kara Gergedan’da yer alan “Alayına Gider Senfonisi”nin finalinde devreye Zümrüdüanka giriyordu. Belli mi olur bir başka kitabımda da bu sefer Phoenix çıkagelir.Genellikle öykünün tanımı yapılırken ister olay isterse durum öyküsü olsun kısa bir zaman diliminin anlatılması ifade edilir. Bu öykümde de görebileceğiniz gibi büyülü/harikulade gerçekliğin yardımıyla çok geniş bir zaman dilimini aktarabildim. Yazarlığımın yapıtaşlarından biri de uzunca bir vakte yayılan olayları kurgunun yapısı içinde anlatabilmem. Şiir diline sahip olmam da kalemimin yine bir başka özelliği. Üzerinde halen çalıştığım bir şiir dosyam da mevcut.  

“Kardeşine Ağıt” adlı öykünüzü diğerlerinden farklı buldum. Bir dönemi, aslında hiç unutmayacağımız, tekrar tekrar yazacağımız, hatırlayacağımız ülkemin siyasetine leke olan bir dönemi yazıyorsunuz. Bu öykü bir ağıtsa, saf okur olarak sormak isterim, o şair sen, ben, biz miyiz yoksa birebir tanıdığınız gerçekliğinde mi?

Üzülerek söylüyorum ki gerçekliğin ta kendisi. O öykü İlhan Erdost’un katlediliş hikâyesini anlatıyor. Kardeşinin ismini, adına ekleyen şair de Muzaffer Erdost’tur. Bu öyküyü Muzaffer İlhan Erdost’un kendi anlatımından dinleyerek, bir yandan gözlerimden yaş döküp bir yandan da yazdım. Kaleme almayı geçtim, öyküyü yazıp bitirmemin üzerinden belirli bir zaman geçmesine rağmen hâlâ adını duyduğumda boğazım düğüm düğüm oluyor. Darbe dönemlerinde olduğu gibi tarihin başka dönemeçlerinde de maalesef böylesi acı olaylar meydana geldi. Çok farklı coğrafyalarda, tarihin farklı dönemlerinde benzerlerini görebiliyorsunuz. Toplumların hafızası unutmaya meyillidir. Sanatçılarınsa bu yaşananları eserlerinde bir şekilde yer vermesi gerektiğini düşünüyorum. Öykülerimde, yalın gerçekliği kurmacanın kendi realitesi içinde yeniden yaratarak okura aktarıyorum. Toplumsal-tarihi olarak grupladığım öykülerin hemen hepsi salt gerçekliği okura gösteren, unuttuklarımızı bizlere hatırlatan metinler. Bunların bazılarında gerçeküstü öğeler kullanarak gerçekliği kırarken, “Kardeşine Ağıt” gibi öykülerdeyse realitenin ta kendisini eğip bükmeden kurmaca içinde okura sunuyorum.

Sevim Burak hayranlığınızı biliyorum. Kitabınızın girişinde şifrelediğiniz ismi, sizin de onun gibi şiirsellik ve öykülerinizde türleri aramanızı birbirinize benzetiyorum.  Bu yorumumda haksız mıyım? Sevim Burak sizin için kimdir?

Aslında o şifrelemeyi, yani ters yazımı ben yapmadım, yazarın, kendisini öykü karakteri haline getirip bizlere yaptığı bir oyun. Mives Karub ismi onun Afrika Dansı kitabında geçer. Kitaba ismini veren öyküsünde şu şekilde yer alır:

GİZLİCE ÇIKARILAN

BİR CESET Mİ OLACAĞIM

ÖLÜ MİVES KARUB GELİYOR MU OLACAĞIM

NİYE GİZLİ ÇIKARILACAĞIM

Alıntıda geçen büyük harf kullanımı Sevim Burak kaleminin ayırıcı özelliklerinden biridir. Özellikle bu öyküde dilin sınırlarını fazlasıyla zorlamıştır.

Dediğiniz gibi benzerliğimiz bulunuyor. Zihnimi Sevim Burak’a yakın hissediyorum. Fakat tabii ki onun beyni çok farklı, çok özel, çok değişik çalışıyor. Yazdıklarımın çok daha uçlarını, ilerisini ben daha dünyaya gelmeden önce yapmış. Çabam, ona yetişmek ya da onun gibi olmak değil de hem kalemini hem de aklını yakın bulduğum bir yazarla öyküdaş olabilmek. Bilenler bilir, Sevim Burak’ın yazarken kullandığı teknik de çok ilginç ve kendine özgüdür. Kâğıda yazdığı öyküleri parçalara ayırıp perdeye asar. Sonra tutturduğu parçaların yerlerini değiştirir. Böylece öykünün kurgusu da baştan aşağıya farklılaşır. Bu şekilde bir öykü üzerinde uzun süre çalışır. Sırf bu çalışma yöntemiyle dahi ne kadar özel bir zihinle karşı karşıya olduğumuzu görebiliyoruz. Sevim Burak, elinde makasıyla dili yeniden yaratmış, kesip biçmiş, bölüp parçalamış ve sonuçta muazzam eserler bırakmış bir kalem. O benim için edebiyatımızda daha önce yapılmayanı yapmış, yazınımıza atom bombası gibi düşüp geriye koca bir boşluk bırakmış harikulade bir kalem. Yazdıkları o kadar kendine has ki onun metinlerine yakın öyküler kaleme alabilmek bile çok ama çok zor. Oğuz Atay için Yusuf Atılgan ne ifade ediyorsa benim için de Sevim Burak odur. Son olarak kendi adını ve soyadını öyküsünde ters yazmış bir yazarın aziz hatırasına üçüncü öykü dosyamda bulunan “Modern Zaman Palyaçosu” adlı öykümden bir bölümle saygı duruşunda bulunayım.

Kısa bir süre sonra kendine gelip, “,ıdyakaş rib uB” dedi. Ne söylediğini anlamayan salondakilere daha yüksek sesle, “,ıdyakaş rib ecedas uB” dedi. Sonra, “,milelüg rebareb peh idyah anısakaş keşe mığıtpaY” diye söyledi ve bütün seyirciler bir tufan kopmuşçasına gülmeye başladı.

Cevaplarınız için teşekkür ederim.

İncelikli sorularınız ve bu güzel söyleşi için ben teşekkür ederim.

Editör: Melike Kara

Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close