Yazar: 19:00 Öykü

Beybişovır

Misafirler yenice gitmişti. Onlarla ilgilenirken epeyce bir yorulmuşuz. Yok mangalıydı, yok kutlaması, süslemeleriydi derken, iyice pilimiz bitmiş. Kayınpederle bahçedeki sandalyelerden birisine arkamızı yaslayıp, ayaklarımızı da iskemleye uzatalım demiştik. Güneş hafiften kavakların arkasına düştüğünden, oturduğumuz yer az biraz gölgelik, karnı toklara da kestirmelik olmuştu. Kayınpederin yarım saat, kırk dakikalık içi geçmişti fakat benim değil. Kalkıp bebeğe bakayım dedim, ne zamandır sesi çıkmıyordu. Ağlar ederse, belki Şeniz duymayıverirdi.

“Bir çay olsa iyi giderdi de mi?”

“Efendim? Ha, uyandınız mı baba? Ben de içeriye gidiyordum.”

“Otur damat otur. Şeniz çayı getirir şimdi. Şeniiiiiz! Hadi kızım bize bir bardak çay getiriver.”

Hiç sesimi çıkarmadan sandalyeme geri döndüm. Kayınpederin lafını ikilettiğim görülmemiştir. Bu eve iç güveysi girdiğimden beri, bu hep böyle. Aslında Şeniz’i Allah’ın emri, peygamberin kavliyle istemeye geldiğimiz günden beri dersem, daha doğru olur. Adamın karşısına smokinle, çiçekle dikildim diye burnumdan getirmişti resmen. Evvela ruhsatlı tabancasını önündeki sehpaya koyarak başlamıştı sözlerine. Gören olsa, “Bu adam emekli binbaşı falan değil, bildiğin mafya, ” derdi. Öz babam, “Kalk oğlum, bu adamdan kız mız alınmaz. Dünyada başka kız mı kalmadı? ” diye beni sıkıştırıp durmuştu. Fakat aşk işte, ya Şeniz’i alırdım ya da bileklerime jileti vurdum mu, kara toprak beni alırdı. Öz babam tepinse de yırtınsa da, davullu zurnalı Şeniz’i gelin almıştık. Aslını söylemek gerekirse, alınan Şeniz değil de bendim. Kayınpeder daha ilk baştan söyleyeceğini söylemişti zaten.

“Bana bak lan! Gözüm üzerinde. Kızıma bir yamuk yaptığını göreyim, Allah’ıma kitabıma vururum seni. Nah bu silahla!”

Aradan on yıl geçti. Kayınpederle aynı çatının altında geçen koskocaman bir on yıl. İlk yıllarda kendimi kışladaymışım gibi hissederdim.

“Damat saat yedi oldu hâlâ yataktasın. Ayıp be!”

“Damat o ne biçim oturuş öyle? Kahve mi lan burası?” laflarını yüzlerce kez duymuştu bu kulaklar. Fakat evliliğimizin dördüncü yılında, Perihansu’yu kucağımıza aldıktan sonra bambaşka bir hal almıştı her şey. Kayınpederin o dağları, ovaları inleten sesi, “Maazallah Perihansu’yu uyandırıverir,” diye kısıldıkça kısılmıştı. Adam otuz yıllık askeri hayatının tüm rutinlerini bitirmiş, sigarasını pat diye bırakmıştı. Torunuma oyun odası hazırlayacağım deyip çalışma odasında ne kadar beylik tabancası, üniforması, madalyası varsa hepsini ardiyeye indirmişti. Salıncaklardan birini salonun ortasına, diğerini de bahçeye kurdu. Durup durup kayınvalideye,

“Perihan! Çocuk uyandığında haber ver bana. Onu parka götüreyim.”

“ Perihan! Toruna şu bebeği aldım. İyi mi, oynar mı bunla?”

“Perihan! Aha şuraya yazıyorum, bizim torun doktor olacak. Kafası zehir gibi maşallah!” diyordu. Adamın her “Perihan!” deyişi, kadıncağızın hazır ola geçer gibi sıçraması demekti. Yılların alışkanlığı vardı onda. Kayınvalide bu Perihanlara, sınır karakollarının lojmanlarından, kayınpederin çatışmadan döndüğü akşamlardan ve sabahlara kadar ütülediği asker üniformalarından aşinaydı. Uyutmayan, kayınvalidenin kalbine stent taktıran bir Perihandı bu Perihan. Ancak sonraları, bu mermi gibi Perihanların içinde pamuklar biter olmuştu. Aynı heybetli duruş, fakat çatılmamış kaşlar, yumruk yapılmamış eller, barut fıçısına dönmemiş bir yüz belirmişti artık kayınpederde. Hal böyle olunca kayınvalidenin yıllardır boğazında biriktirdiği o düğümler de teker teker çözülür olmuştu. Gözümüzün önünde ast üst ilişkisini bitirmişler; birbirlerine, “Hayatım!” demeye başlamışlardı. Bir araya geldiğimizde kayınvalide ile kayınpederin saatlerce süren muhabbetlerini dinlerdik. Fakat bu muhabbetlerin içinde ne lojmanlarına isabet eden molotofkokteyli ne kanlı çatışmaların kayınpederin vücudunda bıraktığı mermi izleri ne de kayınvalidenin genç yaşta yakalandığı rahim kanseri vardı. İçinde Şeniz’in de büyüdüğü bu koskoca kırk altı yıldan, muhabbetlerine serptikleri doğru düzgün bir anı zerresi dahi yoktu. Varsa yoksa Perihansu vardı bu içi pamukla dolu İlahi Hayri beyli, Perihanlı sohbetlerde. Bir de her akşamın rutini, dede-nine-torun selfieleri. Kayınpeder, Perihansulu profil resimlerini cümle aleme göstermek için, bu yaşından sonra kendisine sosyal medya hesapları açtırdı. Gerçi elli kere izah etsem de fotoğrafları internete yüklemeyi bir türlü öğrenemedi ama canı sağolsun.

Perihansu şimdi altı yaşında. Kardeşi Hayrican dünyamıza gireli yaklaşık altı ay oldu. Kayınvalideyi bilmem de, erkek torun gelince kayınpeder kesin rotasını ufaklığa çevirir, işler değişir diye düşünmüştüm. Fakat yanılmışım. Kayınpeder, “Benim torunumun pabucunu dama atacak adam daha anasının karnından doğmadı,” deyip kestirip atmıştı bendeki şüpheleri. Apolet taşımaktan yorulmuş olan omuzları, ilk göz ağrısını taşımaktan usanmadı.

Babyshower partisini bugün mü yapalım yarın mı derken altıncı ayın son pazarında yapalım gitsin, demiştik. Günler öncesinden davetiye, ıvır zıvır işlerine epey bir kafa yormuştuk. Kayınpederle kayınvalide bu işlerin neyin nesi olduğunu pek anlamasalar da, çarşıdan bir sürü kuşbaşı et, dana kıyma falan getirerek, kendilerince yardımcı olmaya çalıştılar. Gerçi bizim İtalyan, Fransız mutfağından hazırladığımız konsepte, etli kuru fasulye, kaburga dolması falan, biraz garip kaçmıştı. Fakat aldırış etmedik. Ne de olsa adam bütün masrafları kendi emeklisinden karşılıyor. O bir şey değil de, nazar boncuklu, süslü püslü “Perihan Nine’yle Hayri Dede’nin Beybişovırına Hoşgeldiniz” diye yaptırdıkları pankartı görünce şok olduk. Bizim haberimiz olmadan ne ara yaptırıp da balkonun korkuluklarına sabitlemişler, hayret doğrusu. Şeniz’le birbirimizin yüzüne bakıp, gülmemek için kendimizi zor tuttuk.

“Damat! Duymuyorsun herhalde beni! Daldın gittin iyice. İki saattir şu balkondaki yazıyı soruyorum sana. İyi oldu de mi buraya? Misafirler de beğendiler gibime geldi. Ne diyorsun?

“Hı? Ha, evet babacım. Affedersiniz, bir an duymadım sizi.”

Kıpkırmızı olmuştum. Hemen oturduğum yerde doğruldum. Bilmez miyim, adamın sersemleşmiş, kafası dalmış gitmiş olan damada alerjisi vardır. Daha doğrusu vardı. Onun alerjisi bitti fakat bendeki bu ani refleksler, kalp çarpıntıları bitmek bilmedi.

“Bu misafirler pankarta bakıp bakıp gülüştüler, sonra da onun altında fotoğraf çektirip durdular. Valla damat, Cenabıallah izin verirse, üçüncü torun geldiğinde şey edelim diyorum: Perihan annenle ben, torunları kucağımıza alalım; şöyle topluca bir fotoğraf…”

Şeniz bir türlü mutfaktan gelmek bilmedi. Bu yavaşlık normalde kayınpederi sinir hastası yapardı. Fakat o esnada aniden başlattığı, “Üçüncüsü kız mı olur erkek mi?” muhabbetinden dolayı her şey süt limandı. Adam üçüncü, dördüncü torun siparişlerini verdikçe vermeye başlamıştı. Tek kelime etmedim, öksürdüm sadece. Fakat içimden yüz defa “ Tövbe estağfurullah! Eskiden Şeniz’le el ele tutuştuğumuzda kudurmuş köpeklere dönerdi. Şimdi de utanmasa, yatak odamıza kırmızı lambalar falan getirecek,” demiştim.

Mutfak kapısını kapatıp, yanımıza ilk gelen kayınvalide oldu. Elindeki tabakta partiden arta kalan kurabiyeler vardı. Yavaşça önümüzdeki sehpaya koyup, sandalyesine çekildi. Ardından Şeniz geldi, elindeki çay tepsisiyle. O ana kadar altın dişleri görünesiye kadar gülümseyen kayınpeder, çaydan bir yudum aldıktan sonra aniden suratını ekşitti.

“Bu ne kızım? İmamın abdest suyunu mu getirdin bize? İçilmez ki bu!” dedi.

“Ayyy baba! Çay kalmamış, tüp de bitti. Aceleden ben de demliğin üstüne sıcak suyu boşaltıverdim. İdare ediverin artık bugünlük.”

Hayri Bey kızını duymamış gibi yaptı. Belki de duymamıştı. Kafasını balkondaki yazıya, direklere bağladığımız renkli balonlara ve bizden az ileride oynayan Perihansu’ya çevirdi. Uzunca bir süre o beğenmediği çaydan birer ikişer yudumlar alıp, torununun ip atlayışlarını izledi durdu. Ardından bakışlarını bu kez kayınvalideye çevirmişti.

“Perihan fark ettin mi, büyüdükçe sana benzer oldu. Önceden burnunu bana benzetirdim. Şimdi git gide o da sana benzedi. Alnının şurasındaki girintiler aynı seninki gibi.”

Kayınvalide pür dikkat dinlerken hemen atladı, “İlahi Hayri Bey! O da nereden çıktı? Kulaklarını unuttunuz herhalde! Sipsivri, maşallah aynı sizinkiler gibi!” Şeniz oturduğu yerde kıvranmaya başlamıştı. Ben de öyle. Gözlerimizle, “Eyvah, yine başa sardık. Bunlar iyice bunadı,” dedik. Konu ne ara buna gelmişti? İşimiz yoksa yine dürtecektik bu ihtiyarları. Şeniz, “Hadi sen söyle. Her seferinde ben söyleyip duruyorum. Bir kez de senden duysunlar,” der gibi bana bakarak kaşını gözünü oynattı. Yüzüm aniden kıpkırmızı oldu. Her halimle ona “Olmaz!” dedim. Saçmalamıştı iyice bu Şeniz. “Beni tanımıyormuş gibi yapma. Her zamanki gibi sen konuş onlarla,” dedim. Fakat Şeniz sanki yemin borcu varmış gibi bakışlarında tek bir geri adım atmadı. Büyüyüp, küçülen göz bebekleri, “Bu pısırık damat numaralarına daha fazla kanacağımı sanıyorsan, avucunu yalarsın,” diyordu. Daha fazla kaçamazdım, on yıllık karım iyice köşeye sıkıştırmıştı beni. Mecburen ağzımı açmak zorunda kaldım. “Anneciğim, babacığım, çok affedersiniz. Mahzuru yoksa size bir şey söylemek istiyorum. Çok pardon biraz yutkunduğum için. Şimdi daha iyiyim. Tekrar özür dilerim, beklettim sizi. Hemen söylüyorum. Iııı… Siz, şey…. Siz, Şeniz’i yetiştirme yurdundan almamış mıydınız?”

Elim, ayağım zangır zangır titriyordu. Lafımı söyler söylemez önümdeki su dolu sürahiyi bir anda kafama diktim ve sonra da uzunca bir süre öksürdüm. Şeniz’in yüzüne bakmadım. Kızgındım ona. Kayınpedere hele hiç bakamazdım. En iyisi kalkıp gitmekti. Fakat kayınvalidenin o nemlenen gözleriyle benim şah damarı kesilmiş bakışlarım kesişiverince olduğum yerde kalakaldım. Kalbim kaç şiddetinde çarpıyordu acaba, hiç bilmiyorum. Herkes gibi, ben de sehpanın üzerindeki kurabiye kırıntılarına gözlerimi diktim. Ardından çıldırtan bir sessizlik türedi dakikalarca. Perihansu’yun koşturmasını, Hayrican’ın ağlamasını duymadı kulaklarımız. Sadece sessizliği bozan kayınpederi işittik. Ağlamaklı bir sesle, “Unutmuşuz,” diyordu.

Editör: Hatice Akalın

Tuba Sina Aydın
Latest posts by Tuba Sina Aydın (see all)
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close