Yazar: 18:50 Öykü

Sensörlü Otomat

Ferah Apartmanı’nın güzel komşusuna…

Gerçekleştiremeyeceğimi bildiğim işlerin listelerini artık yapmıyorum. Ne gücüm ne de hayalim kaldı. Mutsuz olmak için havanın kararmasını, televizyonda intihar haberlerini, tartışma programlarında sabaha kadar susmadan konuşan tükürüklü adamların bakışlarının donukluğunu, korkmak için geceyi beklemiyorum. Korku artık pek yakınımda. Orada. Alt komşumda. Koç kafasıyla açılan kapının menteşelerinden ses geliyor. Kapı bir türlü kapanamıyor. Sürekli bir rüzgâr sesi dolanıyor alt katımda. Çaresiz bir ayının iniltisi gibi her gece kapıma kadar çıkıp geri dönen bir rüzgâr. Korku rüzgârı diyorum ben buna. Bir zamandır böyleyim. Eskim neydi, ben nasıldım hatırlayamıyorum.

Diğer günlerimden daha farklı bir gün değildi. Olsun, bir Allah’ın günü de hayatımda bir renk, bir hareket olsun dediğim günlerdendi. Oldu. Sabah uyandığımda başım zonkluyordu. Duşumu alıp kendime gelirim dedim. Yanılmadım. O zamanlar henüz sık yanılan biri değildim. Duştan sonra pencerede sabah kahvemi içerken yine göz göze geldik. Bu ay içinde üçüncü karşılaşmamızdı. İlkinde onu, günaydın, diye selamlamıştım medeni bir komşu olarak. Pencereyi hırsla kapamıştı. İkincisinde ondan beklemiştim, gözlüklerinin üzerinden buruşuk bir bakışla hasbinallahlarla kapamıştı pencereyi. Pencereden bakmanın, komşuları selamlamanın hasbinallahlık bir durumu yoktu. Zillerinde, Narkoz Teknisyeni Kemal İşgören yazan alt komşumla pencere karşılaşmalarımızın üçüncü ve sonuncusunu yaşadığımız o sabah, “Sigara,” dedi, “içmeyin camda. Rahatsız oluyoruz, en çok da eşim.” Hoşgörüsüzlüğü korunak yapmış bakışlarıyla sigarama baktı. “Ay tabii siz hiç endişelenmeyin,” diye gülümseyerek cevapladım. Narkoz teknisyeni komşum hızla kafasını yukarı kaldırdı. “Endişe mi? Ne endişesi kardeşim, endişelenmemi gerektirecek ne var. Siz ne demek istiyorsunuz?” minvalinde ağız dalaşına geçmek üzereyken iyi günler dileyip camı kapadım. İşim çoktu ve hava mis gibiydi. Gözlüklerinin üzerinden kendi hırçın küstahlığını bana yüklemeye çalışan narkoz teknisyeniyle uğraşılamayacak kadar bahar bir havaydı. Pencereyi kapatmamla kulpu elimde kaldı. Dert etmedim. Ev de eskiydi, etrafımdaki herkes gibi. Elimdeki kulpa bakarken salondaki pencerelerin de açık olmasından dolayı cereyan yaptı, camın önünde duran bronz heykelim devrildi. Yine dert etmedim. Hem bronzdu, kırılmaz en fazla çatlardı.

Sabah yaşadığım manasız ama son derece tatsız pencere önü ültimatomunun ardından işe giderken merdivenlerde Sevtap Hanım’la karşılaştım. Kapısının önüne her temizlik günü sıcak su bırakan, kirpikleri simsiyah, saçları sapsarı olan, narkoz teknisyeni ruhsuz Kemal’in eşi Sevtap. Gülümsedik. Sesine kar yağmış gibi bir, “Nasılsın?” duydum ağzından sonra kesik bir sessizlik oldu. Yüzünde, fener balıklarının mutsuzluğunun dağılmasına, servisin de yolun sonundaki ışıklara ulaşmasına iki dakika vardı. Ayaklarım birbirine dolanarak indim merdivenlerden. Akşam iş dönüşü çalarım kapısını, dedim. O gün, aklına geleni ertelemeyeceksini öğrendiğim gün oldu.

Işıklarda, kimliklere pvc kaplanır, diye son ses cızırtılı bir kaydı dinleten abi araziydi. Karşıdaki Malatya Pazarı’nın önüne kayısı kasaları yığılırdı. Dükkânın önü bomboştu. Servis zamanında geldi, içi yine ekşi peynir ve uyku kokuyordu. Değişen pek de bir şey yoktu. Zaman, şehrin içinde bir ileri bir geri gidiyordu. Horuldayanlar kalabalığına, “Günaydın,” dedim. Bu huyumdan bir türlü vazgeçememiştim. Oysa doğma büyüme buralıyım. Cevap tabii ki gelmedi. Bütün gün, performansıma yansıtılacağına inancımı her ay tazelediğim puan için öğlen arasına dahi çıkmadan masamdan ayrılmadan çalıştım. Aynı horlamalarla, bu kez soğan kokularına bağlanmış nefeslerle eve döndüm. Apartmanın önünde bir iki dakika dikildim. Yönetici masrafları kısmak için sensörlü otomatı seksen saniyeye indirmişti. Apartmandaki altı dairenin altısının da otuna bokuna, çöpüne çalısına bulaşmayan, gününden gününe aidatını ödeyen, faturalarını tel dosyalarda saklayan, merdiven temizliği gününde daire önüne birer kova su bırakmayı ihmal etmeyen gönlü geniş ruhu dar yaşayanları buna da itiraz etmemişti. Daireme ulaşana kadar on iki kere etrafımdaki kara cinleri kovalar gibi birtakım hareketlerle sensörün beni de görmesini sağladım. Sevtap Hanımların dairesinin önünde otomat yine söndü. İçeriden hiç ses gelmiyordu. Şimdi işin yoksa sabahki sohbeti anlatarak giriş yap, gelişme bölümünde sıkıntını dile getir, tatlıya bağlayarak sonuçlandır, iyi niyetini göster, kendini anlat, Sevtap’ın sessizliğini de sormayı ihmal etme. Hiç sırası değildi. Midemden gelen seslerle karanlıkta kendi daireme doğru çıkmanın en doğru karar olduğuna kanaat getirdim. Kapıyı kapadım. Bilgisayar çantamı aynanın önüne bıraktım ve kapının kapanmasıyla, sensörsüz kendi dairemin karanlığında kalakaldım.

Önce sesin televizyondan geldiğini düşündüm. Silah sesleri televizyondan gelirdi. Ama televizyondan duyduğum sesler midemde patlamazdı. Bekledim. Sevtap Hanım’ın haykırışını duydum. Sesi boğazına yapıştı sanki, bitiremedi cümlesini. Ardından tok bir silah sesi daha. Sonrası upuzun, dipsiz bir sessizlik. Orada öylece ne kadar kaldım bilmiyorum. Bilgisayar çantam benden daha cesur duruyordu aynanın önünde. Devamındaki günlerde, saatlerde, işe gidişlerde, eve gelişlerde, apartmana girişlerde, çıkışlarda o silah kafamda binlerce kez daha patladı. Önce silah sonra Sevtap’ın, “Dur, Allah aşkına dur!” diye içine gömülen sesi. Kuyu bakışlı narkoz teknisyeni Kemal yirmi iki yıllık karısı Sevtap’ı tek atışla öldürdü. Kıskançlık cinayeti dendi, cinnet getirdi yazıldı, belliydi tuhaftı o adam diye konuşuldu. Benim kafamda hep o silah patladı. Oysa o sabah bahar gibi bir şey vardı dışarda.

Pencereden bakıyorum eskisi kadar sık olmasa da, perdelerin ardından. Gri bir çamur var yollarda haftalardır, sanki görünmez tel örgüler her yerde. Bahar, demişlerdi tam gelecek bu sene. Hani diyorum nerede? Size geldi de bana mı uğramıyor bu bahar? Size baharın kokuları bana kurşunlar mı?

Editör: Hatice Akalın

Aysim Demiröz Göral
Latest posts by Aysim Demiröz Göral (see all)
Visited 61 times, 1 visit(s) today
Close