Yazar: 21:00 İnceleme, Kitap İncelemesi, Öykü Kitabı

Orhan Kemal’in “Elli Kuruş” Adlı Hikayesi Üzerine İnceleme

Orhan Kemal, gerek konularının çeşitliliği gerekse tip çeşitliliği ile Türk hikayeciliğinde ayrı bir yer edinmeyi başarmış bir yazarımızdır. Onun birçok hikayesinde farklı farklı konulara rastlamakla birlikte çocukların da ayrı bir yer edindiğini görmekteyiz. O ilk önce şiir daha sonra da öykü, roman ve oyunlar ile yazın serüvenine devam etmiştir. Orhan Kemal’ in ilk öyküsü 1940 yılında yayımlanan “balık” adı ile kabul edilmektedir. Ayrıca bu öykünün “Baba Evi” adlı romanının bir parçası olması da dikkat çeken bir özelliktir. Yazar bu özelliği ile türler arasındaki ilişkiyi görmemize ayrı bir olanak sağlamıştır. Birçok yazar roman yazmadan önce hikayeden beslenmenin önem taşıması yönünde hemfikirdir.  Orhan Kemal de bu düşünce ile hikaye hakkındaki görüşlerini şu şekilde dile getirmektedir; 

“Hikaye bende romana geçişte bir merhale oldu. Kanaatimce küçük ve uzun hikayelerde iyice bilinmeyen kalem, romanı zor yazar, yahut yazamaz. Çünkü hikaye kompozisyonlarını kolaylıkla kıvıramayan bir yazar, çok daha büyük, çok daha enine boyuna bir kompozisyon isteyen bir romanı meydana getiremez.” (Bezirci, Asım, Orhan Kemal, Tekin Yayınevi, İstanbul 1984, s.54 )

 Orhan Kemal, yazın dünyasına şiirle girdiği yıllarda Nazım Hikmet’in telkinleri ile öykü yazmaya başlar. Aynı şekilde Panait İstrati ve Maksim Gorki’nin kendi yaşayışlarını anlatan öykülerden yola çıkarak Orhan Kemal de bu yaşayışlara benzer şekilde kendi yaşayışını anlatmış ve bu yazarlardan izlenimler elde etmiştir. Bazı yazarların hikayelerinde tanık olduğumuz gibi Orhan Kemal de sürekli ekmek peşinde koşan “küçük adam” üzerinde öyküsünü yazmıştır; Hayata karşı savunmasız, kendini boşlukta hisseden ne yapacağını idrak edemeyen, dayanaksızlıktan doğan sıkıntılı hallerden bahsetmek mümkündür. Bu “küçük adam” ın yaşamı ile çevreyi ve kişileri de yansıtır. Orhan Kemal önceleri Çukurova’ya dair yaşamları konu edinirken, zamanla İstanbul’daki hayat ve olaylar öykülerine konu olmuştur. 

Orhan Kemal’ in edebi kişiliğine dair belli başlı bilgilere değindikten sonra bu bilgiler ışığında değerlendirmelerimizi yapmak için hikayemize geçebiliriz. 

 Hikayeyi bir yazarın ağzından dinlemeye başlarız. Bu yazar her sabah bir çocuktan düzenli olarak gazete almaktadır. Yazarın daha önceki konuşmaları bize çocuk hakkında da bilgiler vermektedir. Babası gazetede çalıştığı sırada kötü bir kadının ardından evini, İstanbul’ u bırakarak gider. Annesi ilkin çok kızar ama zamanla “Napalım, bizden daha iyisini bulmuştur.” düşüncesi ile hayatını devam ettirmeye çalışır. Bir eczanede çalışmaya başlar. Ama zamların gelmesi ile geçim derdine düşerler ve oğlu 5 yaşında çalışmak zorunda kalır. Tabi bu hayat mücadelesi zor şartlar altında geçmektedir. Çocuk bir yandan eğitimine devam eder bir yandan da ailesinin geçimine katkı sağlamak için kardeşi ile anlaşarak sabahları gazete dağıtımına çıkar. Tabi düzenli olarak yaptığı bu dağıtımları aynı şekilde yazarın evine de yapar. 

İster lâpa lâpa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten canlı ve yaşam dolu sesiyle sokağa girerdi;

 Gazeteeeee! Havaadiiiiiis! 

Zaman geçer ve çocuk dağıtımlarına devam eder. Ama iki gün boyunca çocuk yazarın evine uğramadığından dolayı yazar çocuğu merak etmeye ve onun hakkında endişe duymaya başlar. İki gün geçtikten sonra çocuk tekrar eve gelir ve yazar çocuğun hastalandığını ancak ilaç alacak para olmadığını öğrenir. Yazar bunu öğrenince ne yapacağını düşünür. Ona ilaç parası vermek ister. Ama o kabul etmez. Daha önce babasının bir dostu kendisine para vermiş, sonra borcunu vermek isteyen çocuğun parasını kabul etmemiştir. Gazeteci çocuk da bu hareketinden dolayı onu “kötü insan” olarak niteler. O gururundan asla ödün vermez. Karşılıksız para almak kabul edeceği bir durum değildir.  Yazar ileride alacağı gazetelere karşılık çocuğun beş yüz otuz kuruş ödeme yapmasını ister ve çocuk ile anlaşmaya varır. Çünkü çocuğun okumaya hevesli olduğunu hele ki doktor olmasını istediği için elinden geleni yapmak istemektedir. Çocuk o kadar dikkatli bir şekilde işini yapar ki her gazete verdiğinde kalan borcunu söyler, “elli kuruş” borcu kalıncaya kadar. Ardından günler haftalar ve aylar geçer ki çocuktan bir ses yoktur. Yazarın endişesi günbegün artar. Her gazete satıcısını o diye bekler. Ta ki kapıyı o çocuktan daha küçük ve zayıf bir çocuk çalıncaya kadar. Bu çocuk onun üç yaş küçük kardeşidir ve ağabeyinin “elli kuruş” borcu olduğunu, kendisine vermesi gerektiğini ve kusura bakmamasını söyler. Yazar çocuğa ne olduğunu sorduğunda aldığı cevap karşısında şaşkınlığını ve hüznünü gizleyemez; o öldü!

 Hikayeyi okumaya başlayınca hüznün ve zorlu bir hayatın adım adım izleri sizi sona/hüzne doğru da yaklaştırmaktadır. Sürpriz sonlu ya da bitmemiş bir sonlu hikayelerden değildir. Hüznün en baştan kurguya yerleştirilmesi bir çocuğun da zorlu hayatına adım adım yaklaşması demektir zannımca. Yani sadece hikayedeki hüznün sona kadar varlığını devam ettirmesine karşılık, bir çocuğun da adım adım yok oluşuna şahit olmaktayız. İçimizi burkan bir durumla karşı karşıya kalmak, gönlümüzde hüznün izlerini  var etmektedir. Çünkü henüz küçük yaşta (5 yaş) olan bir çocuğun olması gerektiği konum orası olmamalıydı. Çocukluğunun enerjisi, mutluluğu boynuna takılan bir mecburiyet ile tükenmemeliydi.  Her çocuğun var olması gereken yegane ve en kutsal yer, oyun alanı olmalıydı. Ama ne yazık ki hayat şartları çocuklara eşit bir şekilde bu hakkı tanımıyor. Aynı zaman diliminde ve mekanda iki ayrı bedende iki ayrı ruh olarak gördüğümüz çocuklar vardır. Birisi kendinden istenilen çocukluğu eksiksiz yerine getirirken diğeri sırtında taşıması gereken yükü ile bu duruma aykırı davranmak zorundadır, her ne kadar isteksiz olsa da. O gururlu bir çocuktur ve yoksulluğunu gururu ile örtmektedir. Tabi ki her iki çocuk da gözümüzde değerli ve kıymetlidir ama en çok hoşuma giden şudur ki; hayata karşı direnç sergileyen çocuk az da olsa yorgunluk, bezginlik, vazgeçiş sergilemeyen, sadakati uğruna emek veren, insanlara karşı ölüme giden yolda bile sadık kalan, bu uğurda da elinden gelen her şeyi yapan ve asla yüzünden gülümsemeyi eksik etmeyen çocuk, ne güzelsin! Sadece şu özelliğin bile seni değerli kılmaya yeter de artar bile.. “Elli kuruş” ifadesini hayatımızda en yüce, kıymetli yere oturtmayı ve bu yolda sonuç ne olursa olsun sadık kalmayı senden öğrenmesi gereken bizleriz.. 

 Öykümüzün içeriğine göz atacak olursak, yazarımızın süslü bir dili yoktur. Biz okurlara vermek ve göstermeye çalıştığı ortamı gözümüzde canlandırır ve o ortamda o insanların hayat mücadelesine dahil etmek ister. Öyküleri giriş, düğümleme ve sonuç bölümlerine ayrılır. Bu uygulama yöntemi Ömer Seyfettin’in yöntemi gibidir. Bu öyküsünde de Orhan Kemal ilk önce kişi ve ortam betimlemesini yapmaktadır. En geniş bölüm olarak da konuşmaları ve kişilerin ruhsal yaşantılarını belirtir. Ardından da sonuç bölümü giriş bölümünden daha kısa, duygulu ve şaşırtıcıdır. O bir olay çerçevesinde var olan kişiyi alır ve öykü yazısının genel kuralları ile sunar okuyucuya. 

 Orhan Kemal’ in yazdığı öykülerde çalışan insanların önemli bir yeri vardır. Ekmeğinin ardında koşan memurlar, fabrikalarda güç koşullarda çalışanlar, sokakta düşmüş kadınlar, dilenciler, çöpçüler, açlığa karşı mücadele eden insanlar gibi birçok şekilde hayatla mücadele eden kişiler görürüz. Yazar da bu insanların içinde bulundukları ruh hallerini, çatışmalarını, iç dünyalarını başarılı bir şekilde anlatmaktadır. Ayrıca bu tür insanların dertlerini dinlemeye gelenlerin hiçbir işlevi olmadığını sadece olayların üstünü örtmekten başka bir işe yaramadıklarını düşünür. Bu açıdan düşündüğümde Orhan Kemal’ in sevecen ve duyarlı kişiliği şaire karşı daha da ilgili olmamı sağladı. Toplumda bu tür insanların özellikle çocukların sayıları pek çoktur ve günden güne de artmaktadır hepimizin bildiği gibi. Bunu sadece bir döneme ait olaylar olarak düşünmek yersiz olacaktır. Anne ya da babasını kaybeden bir çocuğun mecburi bir şekilde ailesinin idaresini sağlamak kendine düşecektir. Bu yoldaki eziyetleri, iç sıkıntıları kendi içinde yaşayacak, yeri gelecek kendini teselli etmekten başka çaresi kalmayacaktır.       Orhan Kemal de bu tür düşkün insanları öyküleştirirken bir yandan da toplumu suçlamaktadır. Özellikle İstanbul’da yaşadığı insanlardan çıkardığı birçok insanlara karşı davranışı böyledir. 

 O’nun öykülerinde çocukların da ayrı bir yeri bulunmaktadır. Çoğu çocuklar çalışmaya mecbur bırakılmış, ailelerine ekmek taşıyan kişilerdir. Ben bu yazarımızın bu kadar çocuklar üzerinde durmasını kendi yaşantısında aradım. Çünkü kendisi de varsıl bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine rağmen siyasi nedenlerden dolayı babasının sürgün edilmesi ile yoksul bir hayata devam etmek zorunda kalmıştır. Bu zorlu süreçte kendi de geçim derdine düşmüş ve çalışarak geçim kaynaklarını sağlamaya çalışmıştır. Çoğu yazarın kendi hayatından etkilenmesi ve bu yönde eserler vermelerine bir yazarı daha katabiliriz. Kendisi de bu tür zorluklara göğüs germiştir. Bu zorlukların yazarlık serüvenine olan etkisi de yadsınamaz bir gerçektir. Gecekonduda yaşayanların, esnafların, işçilerin, küçük memurların yörelerinde yaşayan insanların gelenekleri ve anlayışları olan insanları gerçekçi bir şekilde anlatmayı başarabilmiş bir yazarımızdır. Bütün bu kişiler ve olaylar; gözleme, anılara ve izlenimlere dayanmaktadır. 

 Yazarımızı Sabahattin Ali ile karşılaştıracak olursak: Sabahattin Ali’ nin daha çok kırsal kesim üzerinde durması, orada yaşayan insanları öyküleştirmesi normaldir. Çünkü henüz sanayi atılımının olmaması büyük etkendir. Orhan Kemal ise daha çok sanayileşen bir ülke içinde yaşamış, geçiş döneminde bulunmuş ve bu yönde de öykülerini ortaya koymuştur. Öykülerinin benzer olmasına mukabil toplumsal görüşe karşı bir ayrılık görülmektedir. Daha önce de bahsettiğim gibi Orhan Kemal’ in kendi hayatından etkilenerek eserlerini meydana getirmesi düşüncemi,  Mustafa Baydar ile yaptığı konuşmadaki şu sözleri destekler niteliktedir; 

“Hayatımın eserlerime tesir ettiğine şüphe yok. Zaman zaman düşünürüm: On altı yaşımdan itibaren ekmeğimi kazanmak zorunda kalmasaydım ne olurdu?.. Belki de herhangi bir memur olur, dümdüz bir hayat sürerdim.” (Edebiyatçılarımız ne diyorlar, s.114) Eğer yazarımızın böyle bir hayatı olsaydı belki de zengin gözlemleri sayesinde eserler üretme ihtimali de en aza indirgenecekti. Bu sebepten dolayı Orhan Kemal’ in ekmeği peşinde koşan insanları anlatan izlenimci-gerçekçi öykülerini kendi kural ve boyutları ile kendine özgü bir biçimde şekillendiren kıymete değer bir yazar olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. O öykülerinin yanı sıra romanları ile de gerçekçi yönde edebiyatımızın gelişmesine katkı sağlamış bir yazarımızdır. 

Kaynakça

  • İLERİ, Selim, İlkgençlik Çağına Öyküler 2, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1992, s.15.
  • Türk Dili, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Sayı: 244, Temmuz 1975, s.104-114. 

KANTARCI, Aslı, Orhan Kemal’in Hikayelerinde Çocuk Tipleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2016, s.112.

Fatma Korkmaz
Latest posts by Fatma Korkmaz (see all)
Visited 90 times, 1 visit(s) today
Close