Yazar: 22:00 İnceleme, Kitap, Kitap İncelemesi, Kültür, Öykü Kitabı

Murat Özyaşar ve “Aslı Gibidir”

MURAT ÖZYAŞAR KİMDİR?

Öncelikle kitap incelemesine geçmeden evvel meslektaşım Murat Özyaşar’ın yaşamına biraz değinmekte fayda var diye umuyorum.

“Murat Özyaşar 1979’da Diyarbakır’da doğdu. İlk kitabı Ayna Çarpması ile 2008 Haldun Taner Öykü Ödülü ve 2009 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Sarı Kahkaha adlı kitabı ile 2016 Uluslararası Balkanika Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Kitapları Fransızca, Kürtçe ve Farsçaya çevrildi. Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri’nde yer alan yazıların bir kısmı İstanbul Art News, Yokuş Yol’a, K24 dergilerinde ve Evrensel, Cumhuriyet, Le Monde gazetelerinde yayımlandı.”

Özyaşar’ın hayatına dair verdiğimiz bu kısa bilgiden sonra akıcı bir dille yazılan Aslı Gibidir eserini incelemeye başlayalım. 

SELÇUK DEMİREL’İN DESENLERİYLE “ASLI GİBİDİR”

Murat Özyaşar’a ait Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri’nde yer alan yazıların bir kısmı İstanbul Art News, Yokuş Yol’a, K24 dergilerinde ve Evrensel, Cumhuriyet, Le Monde gazetelerinde yayımlanmış, Selçuk Demirel’in desenleriyle desteklenmiş ve Diyarbakır Hikâyeleri adıyla 2019 yılında yazılmıştır. Özyaşar, gidip geldiği iki dil arasında (Kürtçe ve Türkçe), yazıyla ve şehirle kurduğu özel ilişkiyi dile getiriyor bu metinlerde.  İlişki dediysek de aslında Özyaşar zamanla ikisi arasındaki kopukluktan yakındığı türden bir ilişkidir bu. Anlatımıda da sık sık buna değinmiş ve bu bu durumla ilgili serzenişini bizlere sunmuştur. Farkında olmadan konuştuğumuz sözcükleri parçalanmış aslının ne olduğunu bilmediğimiz birçok sözcüğün aslını bizlere göstermeye çalışmıştır. Hal durum böyleyken Özyaşar’ın sözcüklerin kökenine inmesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü okuması da tesadüfi değildir. 

Arka arkaya 2019 Haziran-Temmuz aylarında Dost Kitap yayımcılığıyla Aslı Gibi’dir iki kez basım yapmıştır. Her ne kadar Diyarbakır Hikâyeleri adıyla basılmışsa da tür açısından kitaba bakıldığında hikâye yerine koymak pek tabii olmuyor. Anı, biyografi yahut hikayenin iç içe geçtiği bir anlatı yahut deneme. Eserin içerik bakımından incelemesi ve ona tür bakımından bir ad verilmesi bu yönüyle iş biraz da olsa zorlaştırıyor. Eser “seni kıran kır olsun!” diyen o çocuklara ve Mavi Lorin’e büyü’sün!” diye başlıyor. Kim diyorsunuz belki Mavi Lorin? 

Namı diğer ‘Mavi Lorin’ Kırşehir’de otobüs kazasında hayatını kaybeden 3 yaşındaki Lorin Naira Can, Tunceli’nin Hozatlı ilçesinde doğmuş çakmak gözlü bir kız. Kitabın giriş kısmını Mavi Lorin’e ve diğer çocuklara adıyor Özyaşar. Ardından tüm kitapta yazdığı anlatıları dokuz başlıkta ve 114 sayfada topluyor: Diyarbakır’da Yaşamak, Muhteşem İmkânsızlık, Bazı Sözcüklerin Yaşı, Karanlık, El, Eli Tanır, Kar Uykusu, şehitler, Şahitler, Sonra İşte Kelimeler, Parçalı Bulut İstasyonlar: Diyarbakır Tren Garı ve Meryem Ana.

Hepsinin ayrı hikâyesi ve anlatımı var. Başta söylediğimiz gibi hikâye demek de mümkün değil bu anlatıma. Eser bir taraftan da kültür aşılıyor, özellikle kelimelerin kökenine inerek, o kelimenin nereden geldiğini ve nereye ait olduğunu bizlere açıklıyor. 

Diyarbakır’ı anlatmaya kalkışsa ayrı büsbütün kalınca bir kitap oluşacak sanki. “Oğul oğul,” diyor,” dert mi arasın Diyarbakır’da, Diyarbakır’ın taşı toprağı ahü vahtır.” Bu cümle Diyarbakır’ı çilekeş yapmaya yetiyor. Böyle bir cümleyle başlamak anlatıma zaten biz okuyuculara merak güdüsünü hemen aşılıyor. 

Diyarbakır’da yaşamak, Kürtçe’nin yasaklı olması sebebiyle temiz bir Kürtçenin konuşulmadığı, yaşayanların Türk olması sebebiyle temiz bir Türkçenin de konuşulmadığı, herhangi bir dilin herhangi bir ağız, şive ve lehçesinin de konuşulmadığı, hele hele bir aksanın hiç konuşulmadığı, ancak ve ancak “aksayan” bir dilin konuşulduğu, gramatik ve semantik bağlamda Türkçeyle Kürtçenin birbirine fena halde bulaştığı, bulaşmakla kalmayıp birbirini feci kırdığı bir dilin içine doğmak ve oradan konuşmaktır.

Aksamak kelimesi bir işin önüne bir taşın takılması, ertelenmesi ya da kimi zaman topallamak manasında kullanılabiliyor. Burada ikinci anlam bu tanımlamaya daha çok uyuyor olması biraz can sıkıntısıdır Özyaşar için. Çünkü dilin aksanı meselesi üzerinde bile duramazken Özyaşar ne yazık ki aksayan bir dilin hak edildiği değerin verilmemesinden ve karmaşık bir dilin olmasından şikayetçi. 

Tanımlamaların içine Diyarbakırlı sanatçıları da ekliyor bir taraftan. Diyarbakırlı olan, orada yaşayan ve oralı olan birçok sanatçının varlığından söz ediyor Özyaşar: Ahmed Arif, Hicri İzgören, Kemal Varol, Şeyhmus Diken’in şehridir orası. Öfkesi de sevinci de isyanı da başka bir yere benzemeyen, 40 yıl orada yaşasanız da hayret kipiyle bakmak zorunda olduğumuz kent değil, şehirdir Diyarbakır. Yazar kent demiyor Diyarbakır’a ve o buraya şehit demekten yana. Kent sonradan gelişen, insan selinin bir araya gelmesiyle oluşan, binaların yığın yığın toplandığı toz ve is dumanıdır. Şehir ise daha gelenekçidir, eskiye bağlıyken oluşumunu coğrafi yapısına borçludur. Kentte duvarların soğukluğu yüzlerimize ayaz gibi çarparken, şehirlerde müstakil ve muzdarip evlerin çatı altındaki sobanın verdiği sıcaklık gönlü yumuşatır. Böyle düşündüğümüzde Diyarbakır gerçekten de şehir tanımına daha uygun ve yatkındır. Çünkü bu şehrin gerek mimarisi dokusuyla gerekse tarihi yapısıyla şehre daha yakındır. 

Yazar niçin bu şehre ve dile hâkimken, bağlıyken niye bu eseri Kürtçe yazmıyor sorusu akla geliyor kimi zaman. Kürtçede bir kelime Türkçede farklı anlama tekabül gelebiliyor yahut tam tersi. Böyle bir karmaşıklık işleri daha karmaşık hale getirme olasılığı belki yazarı yorabilir ve işleri çıkmaz hale getirebilir diye düşünüyorum. Elbette bunun nedenine Özyaşar kitapta değiniyor. Ona göre sözünü ettiği bir “aksan” değil, “aksayan” bir dil demiştik. Tüm kudretini de bu aksaklıktan alan, muhteşem imkânsız bir dil! Kimsesiz gibi gözüken fakat sahip çıkmak için dişini tırnağına takan bir milletin dili. İmkanları zorlayan bir dil.

Şimdi de gelelim “bazı sözcüklerin yaşı” meselesine

Bazı coğrafi ve tarihi yerlerin, tarihi olayların ömrü, yaşı olduğu gibi bazı sözcüklerin de yaşı vardır. Sözcüklerin yaşı ne kadar uzunsa ömrü de o kadardır. Bazı sözcüklerin kaderi vardır, vakalar doğurur o kelimeleri. Bundandır belki kimi kelimelerin sıcaklığı ya da soğukluğu. Bazı sözcükler bazıların ağzında erkenden paslanırken bazıları o kelimelerin yanından bile geçmemiştir, tanımamıştır. Gerçek ya da temel anlam olarak gördüğümüz sözcükler tamamıyla aslından uzak olabiliyor, kimisi insanın ayaklarını keserken yerden kimisi omzuna olabildiğinden fazla yükü yükleyebiliyor, insanın kaderi bu sözcüklerden doğabiliyor veya kader bu sözcüklerin imkânını bizlerden kıskanıyor. 

Murat Özyaşar ise şu şekilde açıklıyor sözcüklerin yaşını: “Bazı sözcükleri söylemenin bedelini ağır ödetirler size. Çünkü bazı sözcükleri öğrenmenin yaşı olduğu gibi, bazı sözcüklerin de yaşının olduğunu yıllar yılar sonra öğrenirsiniz.” 

El, eli tanır

Bu sözü muhtemel ilk kez duyuyoruzdur ya da aşina kalıyordur bizlere. Özyaşar’a göre, Kürtler hikâye anlatmak için gelmiştir dünyaya. Ancak bir halk çok geçirmiş ya da görmüşse geriye bir anı bırakabilir ve bu anıların yaratıcısını ancak o toplumun içinden doğmuş bir yaratılan anlatabilir. Hal böyleyken de kültürün taşıyıcısı o kültürü anlatabilir sadece. Nasıl insan vücudundan çıkan bir diğer elden farklı değilse aynı toplumun kültüründen çıkan fertler de geçmişin izlerine şahit olanı kendisine yabancı görmez. Yaşayışlar farklı olsa da ortak olan kültür aynıdır, farklı yollardan gidilse de birleşecek olan yol yine aynıdır. 

Kar Uykusu dört mevsimi belirtiyor eserde. Özyaşar dört mevsimi ilkbaharda Zindan adlı bir karakterle başlatıyor ve mevsimi yine bu karakterle kışta bitiriyor. Zindan’ın abisi susuyor, bildiklerini ya da bilmediklerini susuyor. Yapmayacağım dediğini yapıyor Zindan ve diğerleri, bildiklerinden vazgeçiyor ve yaşam hiç kimseyi haklı çıkartmıyor, şaşırtıyor ya da aynı bırakıyor, sustukları kış uykusuna dalıyor. Böyle onların yaşamı da tıpkı Zindan’ın adı gibi. 

Biraz sözcüklerin geçmişine gidelim yine. Sonra “Şehitler, şahitler, sonra yine kelimeler”.

Kelimelerin geçmişi ve morfolojik yapısı, kökeni üzerinden eser oluşturmasını biraz da okuduğu bölüme bağlıyorum Özyaşar’ın. Edebiyata ilgisi küçük yaşta başlıyor ve bu heves anlık kalmıyor. Daha sonra Dicle Üniversitesi’nde “Türk Dili ve Edebiyatı” okuyor. Bu nedenle eser kurgularken kelimelerle bu kadar ilgilenmesi ve onlar aracılığıyla kimi hayatları bunlara bağlamasındaki başarı bu işin eğitimini aldığındandır biraz da. 

“Unutmak mümkün değildir, çünkü simsiyah bir hakikat gibidir bazen, tuhaftır ve fena halde hayrete düşürür beni kimi sözcüklerin anlam dünyası ve bazı sözcüklerin aynı kökten oluşu.”

Hiçbir olay tesadüfî değil ki kelimelerin de doğuşu ve karşılaşması, birleşmesi tesadüfî olsun. Mesela “yürümek yürekten”, “acz” ve “mucize” kelimesi aynı kökten, “kelime” ve “kelam ile “yara” anlamındaki “kelm”, “garip” ile “gurbet”, “şiir ile şuur”, aynanın göz manasına gelen “ayn”dan, “oda”nın “od” ile ilişkisi de makbüldür, içi ateşle dolu olan yerdir oda, “felek” ile “felaket” ve pencere sözcüğü ise “penc” ve “re” sözcüklerinden “penc” beş,” re” ise yol anlamını taşıyor Farsçada. Dört tarafı kapalı olan bir duvara açtığımız “pencere” ise beşinci yol anlamına geliyor. Bu nedenle de kelimeler albayım, bazı anlamalara geliyor ve kâinatta hiçbir varlık boşuna yaratılmıyor.

Parçalı bulut istasyonlar: Diyarbakır Tren Garı

Şair ve yazarlar treni pek sever ve çoğu vasıtaya göre daha manalıdır. Hatta üzerine birçok şiir, şarkı ve yazı yazılmıştır. Özyaşar için de öyledir tren algısı. Trenin onun hayatındaki yeri ise şehri ikiye ayırmasındandır. Fakat bu ayırış daha çok muhitten ziyade zihniyeti, sosyal statüyü ve yaşam koşullarını ayırmadır. Hâlbuki onun trenle il münasebeti ona taş atmakla başlar. Fakat ondan sonra atılan taşlar ona ve Diyarbakaır’a olur ve bu taş ağırdır artık, canlarını acıtır. Trenle ve yaşadıklarıyla ilgili söyleyeceği çok söz varken o, bu durumu u şekilde özetler ve sonlandırır:

“Aslında sadece bunu demeliydim galiba:

İki ray arasındaki yakınlık ya da uzaklık kadardı her şey.

Oldu, bitti.

Oldubittiye geldi her şey.”

MERYEM ANA YAHUT “CUMARTESİ ANNELERİ”

Bilir misiniz bu anneleri, cumartesi annelerini? Ben ilk kez Arzum Onan’dan duymuştum bu anneleri; adlarına, neler yaptıklarına, niçin bu adı aldıklarına Onan’ın verdiği bir söyleşide rastlamıştım. Anneler, onlar ne kıymetliler, Meryem Ana da öyle. Biraz değinelim onlara ve bu işin aslına:

“Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemleri düzenleyerek gözaltında kaybolan yakınlarını ve faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayanlardan oluşan bir topluluktur.

12 Mart 1995 tarihinde Gazi Mahallesi’nde bulunan Alevilerin çoğunlukta olduğu bir kahvehaneye durdukları bir taksi şoförünü öldürerek aynı taksiyle kahvehanedeki sivillere yönelik kimliği belirsiz kişilerce gerçekleştirilen silahlı provokatif saldırı sonucu başlayan ve şehrin diğer bölgelerine yayılan olaylar. 15 Mart 1995’e dek kent geneline yayılan olaylar sonucunda 22 kişi hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi yaralanmış ve tutuklanmıştır.

21 Mart 1995’te Gazi Mahallesi olayları sonrası gözaltına alındıktan sonra Hasan Ocak ortadan kaybolur. Annesi Emine Ocak, ailesi ve arkadaşları 55 gün boyunca Hasan’ı arar. 15 Mayıs’ta, Hasan’ın işkence edilmiş cansız bedeni kimsesizler mezarlığında bulunur. Ceset, Hasan gözaltına alındıktan beş gün sonra Beykoz Ormanı’nda köylüler tarafından fark edilmiştir. Hasan’ın cesedine ulaşılmasının ardından kayıplara karşı adalet arayan bir insan hakları mücadelesine dönüştü ve ilk kez 27 Mayıs’ta 15-20 kişilik bir grup, Galatasaray önünde oturma eylemi yapmaya başlar.

Nadire Mater’in de aralarında bulunduğu “Arkadaşıma Dokunma” kampanyasını yürüten bir grup Hasan Ocak’ın cesedinin bulunmasıyla “Her Cumartesi aynı saatte Galatasaray meydanında sessizce oturalım.” fikrini ortaya koyar. Oturma eyleminde “örgüt pankartı olmayacaktı, slogan atılmayacaktı ve her hafta bir gözaltında kaybın öyküsü anlatılacaktı.” Medya oturan insanlara “Cumartesi Anneleri” adını takar.”

Meryem Ana da onlardan biridir ve o her evlat için onlara duyduğu sevgiyi şu sözlerle yineler: “Senin güllen bana değsin, oğlum ağlamasın. Oğlumun güllesi de sana değil bana değsin, senin annen ağlamasın.” Bu sevgiyi açıklayacak çok söz sanırım. 

İncelememi bitirmeden evvel geçtiğimiz günlerde kutlanan Anneler Günü’nü anmak adına önce kendi annemin, ardından “Cumartesi Anneleri”nin ve beni duyuyorsa Meryem Ana’nın ve tüm annelerin gününü kutluyor, onlara uzun ömürler diliyor ve onları anıyorum.

Murat Özyaşar’a da bize böyle özgün bir eseri sunduğu için teşekkür ediyor ve edebi hayatında başarılarının devamını diliyorum.

Visited 5 times, 1 visit(s) today
Close