12 Ekim 1891

Sevgili Tanrım! Tanrım!

Bu bir hitap değil, fani ruhumun kendini günaha, deliliğe bırakmadan önceki son yakarışıdır. Günlerdir kendi yargıçlığımı yapmaya cüret etmekteyim, düşüncelerimin toplamı bir mana etmeyi bıraktığında, kararsızlık bedenimi, karmaşa zihnimi ele geçirmeye başladığında; fani acizliğimin bir kez daha farkına varıyor ve sana sığınıyorum. Tanrım!

Sen ki, en yücesin ve sonsuz bağrına sığdırdığın bengi merhametin yanında biz kullarının günahları denizde bir damla, çölde bir kum tanesi gibi kalır. Dün hayatını sana adamış, dizlerini, sana dua ederken namusuyla çalışan bir adam gibi eskitmiş, gözlerini açsa da,  ilk mumunu yakana, ilk duasını edene kadar senin düşlerinle yanan ben, senin sonsuz suretini kullarının çehresinde görmekten bile minnet duyan ben… Şimdi korkuyla, günahımın göç etmeye hazırlanan balıkçıl kuşların kanatları gibi titreyerek çarptırdığı kalbim, yazı yazarken bile sana yakarmayı bırakamayan dudaklarımla, dünyadaki imtihanını bitirmeye yaklaşmış kuru bir yaprak gibi duruyorum karşında.

Yan gözle karanlığın bana yaklaştığını görüyorum ve… Senin duruluğunu kaybediyorum güzel Tanrım. Gölgelerin arasında karmaşaya kapılmış zihnime çekilen kara, lekesiz panterler var, kıvranarak, cezp etmek için yaklaşıyorlar bana, tıpkı Havva’ya yanaşırken vücudunu elma ağacının çevresine tatlı tatlı dolayan o reddedilmiş oğul gibi. Buz kesmiş burnumda elmaların değil, fazla olgunlaşmış üzümlerin o sarhoş edici, mide bulandıracak kadar tatlı kokusu var. Gözlerim süpürge saplarının uçlarında kozalakları seçiyor ve saçlarımın arasında yatan yılanları hissedebiliyorum. Tanrım!

Dizlerimin üstünde, çaresizce yakarıyorum; kurtar beni, arındır beni hastalıklı günahımın okşayan dilinden. Kulaklarımı ne kadar kapatsam da, güçsüz, acizim. Olgunlaşıp kendini patlamaktan alamayan bir nar gibi, zihnimde çiçek açıyor bu düşünceler ve, ve, bilincimin kıvrımları istemeyerek de olsa tutuyor o nar tanelerini. 

Yakarıyorum, yeniden, bu korkudan, suça doğru emin fakat hissedilmeyecek kadar yumuşak adımlarla ilerleyen bu düşüncelerden azat edilmek adına. 

Utanç verici olsa da, annemin karnına günahla ekildiğim günden, kanlar içinde ondan ayrıldığım ve sana layık olabilmem için kutsal sularınla arındırıldığım günden başlayarak beni bildiğini, meleklerini iki yanıma diktiğini bilirim, gece yatağa girmeden önce ve sabahları oğlunun kutsal anıtı önünde diz çökmeden önce engin gözlerini üstümde hisseder, beni tüm fani kullarından ve benden bile daha iyi tanıdığını bilirim. Eminim, yaşıtım, o zamandan beri affetmeni dilediğim kulların ağaç diplerinde oturup senin gözlerindeki yerlerini gözetmeden kız kardeşlerimiz hakkında konuşurken onlara katılmadığımı, senin oğlunla yolladığın sözleri diğer kullarına dağıtmak, onları senin yolundan ayrılmamaya itmek için kutsal evinde çalışmaya başladığımda, gözlerimin ağlayarak fark ettiği gibi paramı meslektaşlarım gibi günah evlerine dağıtmadığımı, son kuruşumu bile cemaatimin karın tokluğuna harcadığımı bilirsin.

Ayak direyecek kudrete sahip olmak gibi bir övünç duyarak günaha giremem, elbet bu da senin lütfündü. Beni, etin insanı zehir gibi saran, bütün dehşetengiz sıcaklığıyla çağıran bağımlılığından noksan yaratmıştın. Fani dünyadaki zorlu sınavımızı belirleyen bu yedi ölümcül günahtan birine bağışıklıkla yaratılmış olan ben, bugüne kadar senin yolundan şaşmadan yaşadım. Yalan ve iftira benden uzak oldu, dilimi ve gözlerimi kendime, zihnimi ve vücudumu sana sakladım. Boğazımdan bağışladığın rızık kadar dualar geçti, her günümü sana şükranlarımı sunarak, kullarının en küçük iyiliklerinde, merhametlerinde ve güzel yüzlerinde sana sevgimi biraz daha adayarak geçirdim. Biliyordum ki; tıpkı şimdi senin de o zaman kurduğum düşüncelerimde yalan olmadığını bildiğim gibi; en yüce amacım kulun olarak senin yolunda ve sana hizmet vermek, kendinden koparıp yarattığın canım ve önüme koyduğun her engel, her nimet için sana şükretmekti. Doğru berrak ve aydınlık, yanlış kara ve uzaktı, zihnimde doğru yolda yürüdüğüme dair en ufak bir şüphe kırıntısı yoktu. Lütfettiğin huzur iliklerime kadar işlemiş, uykularımı yüce amacımın dâhil olduğu rüyalarla süslemişti. Bu rahatlık, bu kendini koyuvermişlik mahvetti beni belki de.

Yüce Tanrım! Şimdi günahımı kabullenir ve bir kez daha anarken acı bana, affet beni!

Nasıl da kudretinle karıştırdığın bulutlar sarmıştı gökyüzünü ve nasıl da yıldırımların kızgın mızraklar gibi saplanıyordu yeryüzüne! Âdemoğullarının faniliklerini hissetmesi için ne fırtına, ne haşin bir gece! Rüzgârla savrulan koca ağaçlar bile sana yakarıyor, köklerini koruman için bağırıyorlardı sanki. Kutsal evinde zamansız çıkan kargaşayı elbet duymuşsundur, hepimizin koşuşturarak, karanlığa karşı mumları ve gaz lambalarını yakıp onları rüzgâra karşı korumaya çalışarak kapıları açışımızı, yüzlerimizde endişe ve hüzünle o ölü arabasını karşılayışımızı.

Acıyla yüz hatları yüzüne kazınmış gibi görünen baba, genç kızını son yolculuğuna çıkmak üzere bize teslim ediyordu. Boş bir oda ayarlandı, ölü, yatağın üzerinde geçireceği son gece için yatırıldı, Başrahip aspergillum ile yanına erken almak istediğin genç kızın üstüne kutsal su serpiştirirken bir başkası içine defne yaprakları atılmış bir kutsal su kâsesi getirdi ve ben kendi ellerimle bunu kızcağızın başucuna yerleştirdim. Küçük oğlunu emanet edecek kimsesi olmayan baba, ölü arabası ile köyüne dönüyordu, ayarlaması gereken cenaze masrafları, haber vermesi gereken insanlar vardı. Yarın güneş doğarken cenaze kafilesi ile geri dönecekti.

Kilisemizde rahibe bulunmadığı için Başrahip en güvendiği kişi olarak ölünün başını bekleme işini bana verdi. Ne güven ama!

Ah, keşke o kadarla kalsaydı sevgili Tanrım. Keşke, kulların senin buyurduğun gibi sözlerin kadar gönderdiğin yargılara, eylemlerine de sorgusuz sualsiz uysaydı. Fakat kusurlu canlılarız biz ve o kızcağızın babası da bizden biri. Gencecik yavrusunun neden bir anda yığılıp kaldığını, senin yanına, gümüş kentine olan yolculuğuna neden bu kadar erken çıktığını öğrenmek istiyor, bu ufak bilgi ona teselli olacak belki de. Başrahip onu geri çeviremiyor ve biliyor, biliyor ki; senin yoluna girmeden önce ben insanları kendi ellerinin verdiği güç, kendisi gibi fani ve aciz yaratıkların bilgisiyle iyileştirebileceğini sanan bir haindim. Ettiğim tövbeler, dizlerimin üstünde geçirdiğim günler Başrahibe göre son bir muayeneye engel değildi.
Onu ve beni affet Tanrım, çünkü biz iyilik yapmaya çalışırken bile bilmeden günah işleyebilecek kadar kendini bilmez, cahil ve güçsüz yaratıklarız.

Fakat o gece, -lanet okumak benden uzak olsun, fakat! Fakat…- sana değil, onun söylediklerine hürmet ettim, bu çirkin, belki affı olmayacak kararımın sonunda da günahın meyveleri zihnimin içine tohumlarını saçtılar. Tanrım! Düşünmek istemiyorum, fakat resimler kapalı göz kapaklarımın arkasından geçiyor ve günahlarının tövbesi olarak altın iğnelerle kendini kör eden o onurlu ancak günahkâr kral gibi ben de kendimi kör etsem bile biliyorum ki; o resimlerden kurtulamayacağım.

Benim cezam bu resimler, bu hatıralar. Muayene eden parmak uçlarımın dolaştığı gri ve yarı esnek ten! Günahım! O çökmüş boyun, o mavimsi fakat yumuşak dudakların üstünde, hala bir nebze nemli ağzın içinde bir boğulma belirtisi arayan parmaklarım. Ve önünde yatan masumiyete rağmen, belki de ona karşı hızla çarpan, kendini bilmez günahkâr kalbim!

Henüz dışarıdan anlayabileceğim kadarıyla kalbinin durumunu kontrol eden ellerim, korkunç bir zorunlulukla onun kadınlığının yeni belirmeye başlamış meyvelerine dokunduğunda bile anlamıştım bu yeryüzünden olabilecek bütün inançla silinmem gerektiğini! 

Hemen o anda ne kadar da istedim fani bedenimi arkamda bırakıp ruhumu sana teslim etmeyi. Sanki düşünceler hala tazeyken kendi etimden kurtulduğumda günahın, uyanan ilk erkekçe düşüncelerimin izleri de silinecekti. Ne cehalet, ne kendini bilmezlik! O kızın içinde daha fazla var olmayan canının bende uyandırdığı heyecan… Günah!

Ertesi gün kilisemizin çanları çaldığında onun için değil, ikimiz için de çalmalıydı. Tövbe olarak kanımla toprağı doyurmalıydım, zehirli zihnimi bu dünyadan silip etimle toprağı ve hayvanları doyurmak ulaşabileceğim gerçek kutsal amaç olurdu. Ancak senin sözlerin ve gümüş kapılarından geçememe korkusu aldı benden kendi canımı alma düşüncesini.

Şimdi, yakarıyorum sana Tanrım! Aciz kulunu günaha düşmekten kurtar, defterlerimi kapat ve canımdan, etimden ayır beni. Çanlar, hala kulaklarımda çalıyor ve karanlık yaklaşıyor. Tepinip çığlıklar attıklarını, birbirlerini kuyruklarından başlayarak tüketirken toynaklarını yere vurduklarını duyabiliyorum. Pençeli ellerini bana uzatıyorlar. Yılanlar saçlarımın arasında kıvranıyorlar.

Kurtar beni Tanrım!

Ecem Kapusuz
Latest posts by Ecem Kapusuz (see all)
Visited 12 times, 1 visit(s) today
Close