Yazar: 23:30 Makale

Auteur Sinemasının Yaramaz Çocuğu (Fatih Akın)

Auteur Sinemasının Yaramaz Çocuğu

Öncelikle sinemada “Auteur kuramı Nedir?” ve “Auteur Yönetmen Kime Denir?” sorusunu cevaplayarak başlayalım.  “1950’lerde Cahiersducinema’da yazanlar auteur sözcüğünü artık filmi yaratan yönetmenler için kullanıyorlar, senaryo yazarları için değil!  Ayrım Auteur yönetmen ile Metteur en Scene arasında kuruluyor. Auteur  kendi düşünce ve duygularıyla filmi yazarken; Metteur en Scene ise senaryo yazarının yazdıklarını görselleştirir. Metteur en Scene  çok usta olabilir ama filme yansıttığı yalnızca ustalığı ve  bu konudaki becerisidir, kişiliği değil. Auteur  ise gerçekleştirdiği görüntü düzenlemesi, kamera hareketleri, vb.  özellikleri ile filme kişiliğini yansıtır. Birey olarak kendisini filme ve yarattığı biçimiyle Auteur olur.’’(1)

Bizim konumuz da auteur yönetmenleri  içinde gururumuz olan Fatih Akın oluyor. Fatih Akın tam anlamıyla kendi sinemasını yazdığı senaryolarla değil kendi anlatım dilini oluşturmasıyla başarmıştır. “Çekim başladığı an senarist evde,” diyor bir röportajında. Kendisini sinemanın yaramaz çocuğu olarak dile getiriyor.  Biraz geçmişini anlattığında çocukluğundan başlıyor yazma hikayesi… Hatta Elveda Berlin filminin hikayesini çocuk yaşlarda yazmıştır.

“Senaryo kutsaldır, ama film başlayınca senaristi bir köşeye koyabilirim; çünkü içimden yönetmen çıkıyor, bazen on sayfalık bir şey yazmışım ama sette o sahne için bir bakış yetiyor,” diyor. İşte sadece filmlerini izlerken senaryolarıyla şapkadan tavşan çıkarmıyor, aslında ters köşe ederken filmin bağlantı noktalarının nereye gideceğini çok iyi biliyor. Bunun nedeni de aslında yine geçmişini anlatırken yönetmenlik yapmadan önce birçok sette çalıştığını söyleyerek tamamlıyor.

Filmlerini izleyince “bizden biri abi,” veya “aynı benim hikayem,” diyor insan. Zaten büyük yönetmenler filmlerini yazarken ortak noktada toplumsal psikolojik gerçekliği ele alıyor. Yani Duvara Karşı filminin intihar sahnesinde toplumdan kendini soyutlamış bir insanın intiharı da, diğerleri gibi olmuyor. Yaşayarak oluyor, son hızla duvara doğru. “Ben sizden biriyim, ama sizle aramdaki farkı da gösteriyorum,” diyor. O yüzden filmleri hep canlı kalıyor ve izleyici her an içinden yeni bir planın çıkacağı durumuna hazırlıklı oluyor. Film eleştirmeni Andrew Sarris, auteur kuramını sadece bir kuram olarak ele almıyor tam tersine şunu diyor; “Auteur bir değer biçme aracı olacak ve böylece auteur’lar ortaya çıkacak. Bu durumda sinema tarihi düzene girecek, aslında sinema tarihi auteur’ların tarihi’’.(2) Bu düşünceyi ele alıp Fatih Akın, Jim Jarmusch, Leos Carax, Aki Kaurismaki gibi yönetmenlere bakınca konuları birbirinden ne derece farklı olursa olsun aslında sinemanın diğerleriyle arasındaki farkı ortaya koyuyor. Bu fark kendi bağımsız çizgilerinden kaynaklanırken, bu bağımsız çizgi sadece politik yansımalarla değil aynı zamanda filmlerinde kendi imzalarıyla, kendi manalarını da vererek diğerlerinden ayrılıyor. Ama bunu yaparken toplumun içinden gelen hikayeleri didaktik bir şekilde anlatıp kolaya kaçarak değil tam tersine bundan önceki usta yönetmenlerden ilham alıp kendi sanat dilini oluşturarak yapmasıyla başarıyorlar.

Benim istediğim şeyler ve benim özgürlük alanım;

Fatih Akın Amerika’da bir röportajında (röportajı yapan adamın kesinlikle Fatih Akın’dan bîhaber olduğu kesin) sizi Oscar alırken görecek miyiz? sorusuna; “Ben istediğim şeyleri yapıyorum, sevdiğim şeyleri, içinde olduğum şeyleri; burası benim özgürlük alanım,” diyor. Farkı burada koyuyor, bir şeyleri almak için çekilen filmler yerine, çocukken yaşadığı bir hikayeyi senaryolaştırıyor ve çekiyor. Politik bir şeyler yapacağım kaygısıyla bir yerlere şirin görünme derdi olmadan, kendi anlatımıyla Türkiye’deki politik bir dönemi tüm şeffaflığıyla ve sinemanın sanat kısmından uzaklaşmadan anlatıyor. Ya da bir yol filminde tüm Avrupa’yı bizlere göstere göstere sanki filmle yolculuk yapıyormuş hissi vererek çekiyor. Adamın sevdiği iş bu abi dedirtiyor amiyane tabirle. Filmlerinde bir alt metin arayarak kasıntılığa yer vermeden tüm çıplaklığıyla her şeyi anlatıyor. Filmlerinde Pollyannacılık yapmıyor. İyi, kötü, çirkini oynayıp “En iyi ahlakçınız kimse çıksın, gerçek hayatta bir değeri var mı?” diyor filmlerinde. “Ben kafama göre takılıyorum. Gönlümden ne çıkarsa onu yapıyorum,” diyor. Bağımsızlık karakterinde var desek yeridir. Ayrıca hem Almanlar hem Türkler arasında bir kavgadır gidiyor bu adam nereli diye. Kendisini Alman gibi hisseden bir Türküm diye adlandırıyor, ama kim hangisini isterse onu sahiplenebilir diyor. Ben  ise dünyaya mal ediyorum. Dünya sinemasının özgün karakterlerinden olduğu açık.

Kısa not; Auteur yönetmenlerin çekim perspektifleri, mekan ve alan kullanımları da diğerlerinden çok daha farklı bakış açılarına sahipler. Bu yazıda  çok fazla belirtemedim, lakin kendisinin ifadesiyle; “Her milletten insanın olduğu bir sirk alanı gibi,” diyor zaten bu da filmlerine yansıyor.

Kaynaklar : (1) Seçil Büker ( Sinema Tarih Kuram Eleştiri)

            (2) Seçil Büker ( Sinema Tarih Kuram Eleştiri)

Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close