Yazar: 20:39 Anlatı

Hilafta Kaybolmak

“Pardon, siz şair misiniz? Size diyorum, pardon!”

Bana mı diyordu gerçekten? Etrafımızda başka kimse yoktu. İyi de, dünyada bir sürü insan hatta insan sayısıyla eşdeğer kendini şair sayan kişi vardı. Beni nereden bulmuştu acaba? Birini bulmak demek her zaman aramak demek miydi? Ne cevap versem bu soruya bir tarafı eksik kalır. Bu cevap vermesi o kadar da kolay bir soru değil. Çok uzun zamandır şiir yazıyorum fakat şair diye tanıtmadım hiç kendimi. Hani yaşımı hesaba katacak olursak epey zamanım oldu şiir yazmaya. Ama şu an ölüp gitsem erken gitti zavallı derler, hiçbirinin aklına şiirim gelmez. Gelmez çünkü hiçbir zaman beni niteleyen bir sıfat olmadı bu. Ondan önce bir sürü sıfatım vardı adımın önüne gelen. Zirzopum mesela; ne büyük tanırım ne de küçük, hepsine basarım küfrü. Şerefsizim mesela; Cumhur Abi’nin hanımını ayartırken hiç vicdan azabı çekmemiştim zamanında. Hatta kadına iyilik yaptığımı düşünmüştüm. Hırsızım mesela; annemin kefen parasını çalıp Musil’in Niteliksiz Adam kitabını almıştım. Ya kitap çok değerliydi ya da annem en kalitesiz kefeni almayı planlıyordu. Ne fark eder, çalmıştım işte. Çalmıştım çünkü dinsizdim aynı zamanda. Ölü bir bedeni nereye ve nasıl gömmüşsün zerre ilgilendirmez beni. Allah’a inanmam ben, şairlere inanırım. Fakat öyle Yunanlar gibi uydurma tanrılara değil, sahici şairlere inanırım. Neyse ne, herkesin dini kendine. Benim şair olmadığım kesin.

“Ne münasebet, nereden çıkarıyorsunuz bunu?”

“Otururken dikkatimi çekti defterinize bir şeyler karalıyordunuz. Uzaktan şiire benziyordu.”

Ah canım! Yazdıklarımı okumadan şiir olduğu kanısına nasıl böyle kolay ulaşıyorsun? Her sayfanın yarısını kaplayan, dörtlüklere bölünmüş yazı şiir mi oluyor? Belki de akşam eve dönerken ihtiyacım olan birkaç şey alacağım, bu da alışveriş listesi. Bir evim yok esasında, yazdığım da gerçekten bir şiir. Yani en azından yazmaya çalıştığım şeyin adı şiir. Yine de sen uzaktan bakarak bunu bilemezsin. Hatta bunun şiir olduğuna ne senin ne de benim tanrılarım karar verebilir.

“Yakından bakman gerekiyor şiir olup olmadığını anlaman için.”

“İzin verirseniz yakından bakayım.”

“Yakından bakmanız için yakınım olmanız gerek, beni tanımanız gerek.”

“Beyza ben. Sizin isminiz nedir?”

Yine zor sorular soruyorsun. Çocukluğumu çok hatırlama taraftarı olmasam da o zamanlar annem Cihan diye seslenirdi bana. Uzun süre de adım Cihan olarak kaldı. Ta ki sahte kimliğimle ülkeden kaçtığım zamana kadar. Neden sahte kimliğim olduğunu bilsen değil şair, peygamber olsam yanıma yanaşmazsın. Orada adım Stanley’di. Karımsa beni Kenan diye tanıyor.

“Tarık ben de. Memnun oldum.”

“Artık sizi tanıyorum. Şiirinizi okuyabilir miyim?”

Birini tanımayı ne kadar basite indirgiyorsun… Kuvvetle muhtemel şu an bana iyi manada bir önyargı besliyorsun. Belli ki yaşın benden epey küçük. Bana bir abi gözüyle bakarken her an benden etkilenebileceğin gerçeğinin sen de farkındasın. Çünkü beni değil ama kendini tanıyorsun. Kendinden daha tecrübeli gördüğün biri sana çekici geliyor. Kırklı yaşlarımda olduğumu düşünüyorsundur. Ellime merdiven dayadım. Kucağındaki ders kitaplarına bakacak olursak oğlum senden birkaç yaş büyük olmalı. Tanışsanız iyi anlaşırdınız belki, bilemiyorum. Tanışsam belki ben de oğlumla iyi anlaşırdım, bilmiyorum.

“Bir gün okursun belki.”

“Ama şimdi okumak istiyorum. Bir daha nerede göreceğim sizi, oturabilir miyim lütfen?”

Laftan anlamaz, her istediğine kavuşabileceğini sanan insanlardan nefret ederim. Sanıyorsun ki, şurada iki dakika sohbet edeceğiz ve birbirimizin hayatında bir şeyler değiştireceğiz. İnan bana zamanında denedim bunları, zerre faydası dokunmuyor. Hem benim zamanımdan çalıyorsun hem kendi zamanından. Burada bir şairle tanışacaksın diye esas şairleri kaçırıyorsun haberin yok. Hem önemli olan şair değil zaten, şiir yahu! Peygamberin ne önemi var, sen dinini yaşamaya bak!

“Tabii, buyur otur.”

Nasıl da gözlerin parlıyor. Kim bilir aklından neler geçiyordur… Kimbilir neleri sormak, neleri bilmek istiyorsundur. Ama biliyorsun sorduklarının cevabının bende olmadığını çünkü sorduklarının bir cevabı yok. Şiirin nasıl olması gerektiğini soracaksın şimdi bana, biliyorum; en sevdiğim şairi soracaksın, biliyorum. İnan, hiçbir şairi sevmiyorum. Sadece onlara inanıyorum ve biraz da korkuyorum onlardan. Çünkü biliyorum, yaşamdan sonra hayat olmadığı için kimse cehennemle cezalandıramaz beni ama elimde olan yaşamı ancak birkaç şair cehenneme çevirebilir söyledikleriyle, ancak onlar kaçırabilir huzurumu.

“Neden şiir yazmayı bırakmıyorsunuz?”

Bunu hiç beklemiyordum doğrusu. Şiirle olan geçmişime bakacak olursak hiçbir zaman şiir yazmayı bırakmamıştım gerçekten. Yirmili yaşlarımın ya başıydı ya biraz daha öncesiydi. Sevdiğim ya da sevdiğimi sandığım bir kız vardı, usul usul ağlıyordu bir köşede. Cemal Süreyya ölmüş. Kendi kendime “Kim ulan bu dallama?” dedim. Nereden bulduysam, bir yerden çalmış bile olabilirim, bir kitabını bulup okumaya başladım. Sevdim, hem de öyle çok sevdim ki bütün kutsal kitaplardan daha çok önemsedim o kitabı. Artık benim için konuşmaya bile değer bir konu değil bu fakat o zamanlar hiç değilse cuma namazlarına gitmeye çalışan bir adamın, hiç okumamış olsa bile kutsal kitapları görece değersiz görmesi çok zor bir durumdu. “On dokuzunda putperesttir insan,” diyordu Cemil Meriç. Gerçekten de okuduğum her şairi gözümde bir figür haline getirmeye o kadar bayılıyordum ki o zamanlar, belki de gerçek şiirin tadına hiçbir zaman varamadım. Varamayışımın bir bedeli olarak şiir yazmak durumunda kaldım, çoğu zaman istemeye istemeye. Aslında yazmak duygusu büsbütün hâkim ruhuma. Fakat bir korku var içimde. Hani Sait Faik’in “Yazmasaydım delirecektim.” diye bir lafı vardır, meşhur. Sanki bana yazarsam delirecekmişim gibi geliyor. Biraz kendimi ifade edememekten korkuyorum, biraz da dilimin açıldığı koşar adım duygu dökmelerimin bir zehre dönüşeceğinden ve beni tamamıyla huzursuzluğa düşüreceğinden… Bu sebeptendir ki, yazmaya hevesli olup da benim kadar az yazan ama bir türlü de yazma telaşesinden kurtulamayan bir insan evladı daha yoktur. Yine de şimdi sen gelmeden biraz önce Fernanda Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı adlı eserini okurken içimde içime sığmayan bir iç benlik hissediyordum. Sanki ansızın dünyanın en iyi şiirini yazacağım, ansızın dünyanın en ifade edilmez duygularını tek bir şiire dökeceğim. O yüzden şiir yazmayı bırakamam. Bu bir ruh coşmasının en bilindik hali olabilir ama benim bu şiiri dökmemin önünde yatan engeller sadece kültürel birikimimin yetersiz olmasından kaynaklanıyor. Sanki bu şiiri yazarsam noterde tasdiklenmiş bir intihar mektubu olacak. Sanki giyotine yerleştirilmiş kafama kurşun sıkacaklar. Evet, bu bir Murat Menteş alıntısı. Genç peygamberdir kendisi. Böyle kafamda türlü düşüncelerle nasıl bırakabilirim şiir yazmayı? Bunun sana ne faydası var gibi bir lafa getireceksen konuyu, hayır olmayacak tabii… Ah azizim, demek istiyorum, ah azizim; bırakalım şu faydacı düşünceleri!

“Hiç başlamadım ki şiir yazmaya.”

“Siz böyle her lafa aksi mi cevap verirsiniz? O kadar belli ki yalnız olduğunuz, iletişim kurma çabam sizi huzursuz ediyor.”

Yalnızlık benim için bir özlem aslında. Sürekli yalnız olmama rağmen hayatın yoğunluğu içerisinde hep yalnızlığa özlem duymuşumdur. Günlerim tek başıma uzun uzun yollar yürüyüp, hâlâ kapanmamış birkaç meseleyi kapatma uğraşı içinde geçerken akşamları olan yalnızlığım, kendi başıma kalmalarım yetmiyor bana. Süresini kestirememekle beraber uzunca bir süreyi tek başıma, sadece sevdiğim şeyleri yaparak geçirmek istiyorum. Bu bir bencilliğin ürünü mü yoksa insanlara karşı bir tahammülsüzlük mü bilmiyorum. İnsan içine karışmak bana her zaman dert vermiştir. Çünkü onların kendi aralarında yaptığı en ufak şakanın bile sadece şaka olduğuna kendimi bir türlü ikna edemeyip hayata karşı olan bu umarsız tavırlarını kendi kendime, hatta çoğu zaman yüzlerine karşı eleştirdim durdum. Bu da beni sonu gelmez bir yalnızlığa itti. İtti ve ben buna hiç direnmedim, hep daha fazlasını istedim sadece. O yüzden, şimdi senin buraya oturup benimle sohbet etme isteğin bana sıkıntıdan başka bir şey vermiyor. Yeni tanıştığı insanların kim olduğuna çok da takılmadan, herhangi bir konuda uzun uzadıya konuşan insanlara hep hayranlık duymuşumdur. Çünkü ben bırak yeni tanıştığım kişileri, uzun yıllardır tanıdığım kişilere bile zihnimi açmakta zorlanıyorum. Aslında hareketli bir zihnim olduğunu düşünürüm. Yani bu konuşulan konularda bir fikrim olmadığından değil de kendimi rahat ifade edemeyişimle ilgili. Bazı zamanlarda tamamen buna üşenmemden ya da karşımdakini konuşmaya değer görmememden de kaynaklanıyor. Yalnızlığım tercih mi yoksa zorundalık mı tam olarak kestiremiyorum. Kestiremiyorum çünkü, arkadaş denen kavramın ne olduğunu anlamakta zorlanıyorum ya da biriyle gerçekten arkadaş olmanın imkânsız olduğuna kanaat getiriyorum. Kendimi insanlardan üstün görmüyorum, sadece onların benden üstün olmadığını düşünüyorum ve birçoğunun davranışına anlam dahi veremiyorum. Çok arkadaş gördüm… Birbiriyle samimi olan arkadaşlar, birbirlerine dertlerini anlatmaktan acizler. Çünkü onlar dışarıya karşı güçlü bir duruş sergilemek istiyorlar ve bundan asla taviz vermek istemiyorlar. Herhangi bir insanın bariz bir hataya düşmesi onlara gülünç geliyor. Çünkü onlar asla hata yapmazlar, nerede nasıl davranılması gerektiğini mutlaka bilirler.

“Saat geç olmuş, kalksam iyi olacak. İyi günler, Beyza Hanım.”

Aslında saate hiç bakmam. Saate bakmak korkutuyor beni. Ölüme yaklaştığım için değil, doğumdan uzaklaştığım için. Yok olup gitmek düşüncesi hiçbir zaman dert vermedi bana, hiçbir zaman varlığıma taşıyamayacağım anlamlar yüklemedim. Geride kalanların üzüleceğini düşünmek basit insanlara göre. Asıl üzülünmesi gereken geride bıraktığımız kendimiz. Nerede kaldı o çocukluğumun ertesi tükenmek bilmez avarelikleri? Gençlik bir sürüncemeden başka bir anlam ifade etmez benim için. Geriye dönüp baktığımda, ne günlerdi be diyeceğim bir gençliğim yok. Yine de o zamanların başıboş gezinmelerini, anlamsız vakit öldürmelerini özlüyorum. Annemin evi terk etmeden önce yaptığı son yemeği hatırlıyorum: Makarna. Ne sosu vardı ne mantarı. Hiçbir zaman da olmazdı. Tadı tuzu vardı herhalde ama anlamadığım bir tatsızlığı vardı. Sevgisini mi katmamıştı annem yoksa bu terk edilmiş bir çocuk yorumu muydu, seçemiyorum. Annemin yokluğu önem arz ediyordu benim için. Babam gibi değildi. Çünkü babamı hiç tanımamıştım. Tıpkı şu an kendi oğlumun beni hiç tanımaması gibi. Şerefsizdim gerçekten, zirzoptum, piç kurusunun da önde gideniydim. Ne kadar sıfatım varsa hepsini hak ederek kazanmıştım.

İnsanın kendinden nefret etmesi, her sabah aynaya baktığında yine aynı bedende bulunmaktan kahrolması acı verici. İnsan, diğer insanlardan durduk yere kaçmıyor. İnsan diğer insanlardan kaçmıyor. Kendinden kaçıyor. Biraz mantıklı düşünmek gerekirse ne gibi bir zararı dokunabilir gencecik bir kızın bana? İki dakika sohbet etsem sırf gönlü hoş olsun diye, ne çıkar bundan? Ama yapamam, hakkında kötü düşüncelere sahip olmaktan alıkoyamam kendimi. Kendime olan nefretimi onun üstüne kusmaktan daha kolay bir yol var mı?

Editör: Çisem Arslan

Doğan Arslan
Latest posts by Doğan Arslan (see all)
Visited 24 times, 1 visit(s) today
Close