Yazar: 18:35 Öykü

Kehribar

“Sülüman! Yemek hazır,” diye seslendi altmışına dayadığı merdiveni çıkmakta zorlanan hayatımın aşkı.

“Senin yemek hazır demen olmasa, yemek yemeyi unuturum biliyor musun Kehribar? Sanki orucumu açmam için ezan okuyorsun. Nasıl başarıyorsun en lezzetsiz yemekleri bile böyle güzel sunmayı?” Kolay değil tabii kırk yılın orospususun be Kehribar! İstanbul’un en meşhurlarındansın, belediye logosuna seni temsil eden bir şey konmalı. Cehenneme indirimli bilet kazanmış gibi hüzünle sevincin bir arada olduğu hayatımın yegâne ev arkadaşısın. Ah! Kim bizi yan yana yürürken görse seni annem sanır. Haksız da sayılmazlar, annem gibi bir halin var. Hatta annem bile bu kadar anlayışlı davranmazdı bana. Hiç bitmeyecek, bitse de bir işe yaramayacak romanımı yazmaya uğraşırken sorularınla yormazsın beni. Dünyayı jartiyerinde sallar gibi bir halin var. Acıkınca dolapta ne varsa masaya koyar, beni de buyur edersin.

“Seninle ilk tanışmamızı hatırlıyor musun Kehribar?” Hatırlamazsan ayıp etmiş olursun. Bilirsin zorunda hissetmedikçe konuşmam, fakat her zaman konuşmaya mecburum.

“Lanet gelsin seninle tanıştığım güne. Hayatımı berbat ettin.”

Yanılıyorsun Kehribar, yanılıyorsun. Hayatın zaten berbattı. Ben sadece emeklilik hayatına biraz ödenek kattım. Bilirsin orospuların sigortasını yatırmazlar. Hem hayatı berbat olan birisi varsa o da benim. İlkokulu okuduğum Sivas’tan, inşaatta çalışmak için İstanbul’a geldikten sonra çocukluğun yaramazlığı ile büyüklüğün şerefsizliği arasında yitip gitmiştim. Ne çalışmaya niyetim vardı ne de okumaya. Tek isteğim yaşayacak kadar gelirim olsun, afiyetle yiyeyim. Yavaş yavaş ölmeyi beklemek fena bir fikir değilmiş gibi geliyordu. Sen de bana bu süreçte eşlik ediyorsun fena mı? Tabii bir bodrum katın rutubet kokulu odalarında ölmeyi beklemek sana göre olmayabilir. Umarım kısa sürede ölürsün.

“Sana ilk geldiğim zamanı hatırlıyor musun? Gencecik oğlandım daha. Ah, ah!” Yirmi yaşına yeni girmiştim. Her Türk genci gibi epeyce erkektim. Daha İstanbul’a girerken otogarda tanıştığım kadınla yatmıştım, komşunun ikiz kızlarını teker teker elden geçirmiştim, çalıştığım inşaatın sahibi Şuayip Bey’in kızı bana yanıktı, hatta ve hatta bir gece Türkan Şoray’la viski içmiştim. Tabii ilkokulun o imkânsız ve bir daha yaşanamayacak kadar yoğun duygular beslenen karşılıksız aşklarını saymazsak ne bir hissiyat oluşmuştu içimde ne de elim bir kadının eline değmişti. Ama o kadar çok Don Juan vardı ki aramızda ancak böyle hikâyelerle onların arasında var olabilirdim. Elbette şu an baktığımda anlattığım hikâyelerin gerçeklik payının Kehribar’ın rahibe olma ihtimaliyle aynı olduğunu görünce daha çok üzülüyorum. Yine de her defasında söylenen, “Helal be! Kral adamsın emmoğlu,” gibi lafların beni neden iyi hissettirdiğini tam olarak anlayamıyorum.

Yirmi yaşlarına yaklaştığımda bizim inşaatta amele olarak çalışan bir çocuk vardı. İsmi İsmet. Kendisi benden birkaç yaş küçüktü. Yanıma geldi, “Abi bir şey diyeceğim sana, ama dalga geçmeyeceğine yemin et,” dedi. “Noldu lan İsmet! Sakın bana âşık olduğunu söyleme, ben insanlardan hoşlanmıyorum,” gibi pirinç tarlası sululuğunda bir cevap verdim. “Abi ben daha milli olmadım.”

Vallahi ne yalan söyleyeyim benim dışımda aynı durumda olan birini görmek beni mutlu etti. “Ulan İsmet eskort muyum ben?” Suratı düşünce “Dert etme yarın seninle gecelere akarız,” dedim. Ertesi iki gün iş yoktu. Düşünülmeden verilen bir vaat vardı ortada.

Ertesi gün akşama doğru İsmet’le bizim koğuştaki beyniyle penisi yer değiştirmiş abilerden duyduğum bir geneleve gittik. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı hiç bilmiyordum aslında. Yeni evlenmiş kızlar kadar acemiydim, ama İtalya milli takımı kaptanı kadar tecrübeli görünmeye çalışıyordum. İçeriye adımımızı atar atmaz birileri etrafımızı çevirdi ve ben ne olup bittiğini anlamadan kendimi bir odada, bir kadınla baş başa buldum. Her şey ne kadar hızlı ilerliyordu. Keşke devlet daireleri de orospular tarafından yönetilse.

Karşımda saçları sarıdan kızıla her an geçecekmiş gibi görünen, 170 cm civarında olduğunu tahmin ettiğim, teni hafif kahverengi birisi vardı. Yüzünde arabesk bir şarkıya giriş yapacakmış gibi bir hüzün. Hüzün demeyelim de bir çeşit katılık, donukluk, umursamazlık. Hani işin orospusu olmak diye bir laf vardır. Tam olarak öyle bir rahatlığı vardı. Daha ben hiçbir şey yapmadan kendi kendine soyunmaya başladı. Ben sadece izliyordum. Yavaş yavaş ve büyüleyici bir soyunma değildi bu. Tıpkı bizim koğuşta işten önce üzerimizi değiştirmemiz gibi bir soyunmaydı. Geriye dönüp elindeki kıyafetleri sehpanın üzerine attı. Üzerinde sadece iç çamaşırları vardı. O sırada gözlerim kalçalarına takıldı. Yüzü değil, ama kalçaları yaşını ele veriyordu. Paralel uzanan çizgilerle adeta Sahra çölünü andırıyordu. Bana döndü, “E soyunmayacak mısın?” dedi. Ben belli etmediğimi düşünsem de yüksek ihtimalle o benim acemi olduğumu anlıyordu. Ben de bir çırpıda soyundum. Ben soyunana kadar o çoktan çırılçıplak şekilde yatağa geçmişti bile. İçgüdüsel davrandım çünkü bildiğim bir şey yoktu. Yirmi saniye falan sürdü ancak. Hiçbir tepki vermeden kalkıp üstünü giymeye başladı. Adını sordum. Hiçbir yüz kıpırtısı göstermeden, “Kehribar,” dedi ve çıktı.

Dışarıda İsmet’i beklemeye başladım. İsmet içeride epey kaldı. Onu beklerken başımdan ne geçtiğini, hayatımda ne değiştiğini düşünmeye başladım. Hiçbir değişiklik yoktu. İsmet geldiğinde yüzü gülüyordu.

“De haydi gidelim Sülüman.” Bu zamana kadar adımı bilmeyen İsmet, abi demeyi bırakıp adımla hitap etmeye başlamıştı bana.

O günden sonra elime ne zaman para geçse koşarak Kehribar’ın yanına gidiyordum. Parayla dostluğu satın alıyordum adeta. Dışarıdan görünen umursamaz, arlanmaz Süleyman’ı değil de gerçek Süleyman’ı sanki sadece o görüyordu bu dünyada. Hiçbir şey anlatmasam da ona, sanki vücuduma dokunduğu her seferde bütün hayat hikâyemi öğreniyordu. İşimiz hiçbir zaman fazla uzun sürmezdi ama o sonraları hemen çıkıp gitmemeye başlamıştı. Benimle oturuyordu sessiz sessiz. Ben doğduğumda şu anki yaşımda olan ve annemle yaşıt bu kadına âşık mıydım? Hayır, aşk denemezdi buna. Sadece görülmemiş bir dostluk bağıydı aramızdaki. Ondan hiçbir şey beklemiyordum, o da benden beklemiyordu. Sadece onunla yan yana oturup geriye kalan her şeyden uzaklaşmak huzur veriyordu bana. 

Zaman geçtikçe sohbetimiz de ilerlemişti. Kehribar, Hatay’ın Araplarından Şifa’nın tek kızıymış, annesini doğum esnasında kaybetmiş. Babasıyla hiç tanışmamış. Onun hakkında bildiği tek şey felsefe profesörü olduğuymuş. İstanbul’a beş yaşındayken gizlice girdiği bir yük gemisiyle gelmiş. Çoğu zamanını sokaklarda yatarak, mendil satarak geçinmiş. Sonrasında kötü yola düşmüş mü denir yoksa kendine kötü bir hayat planı mı çizmiş denir bilinmez ama İstanbul’un en vefalı orospusu olmuş.  Hiç âşık olmadığını ama hep âşık gibi gezdiğini söyler Kehribar. “Hayatı ancak aşk sahibi insanlar mutlu yaşar ben de öyleymiş gibi davranırım. Başka türlü yaşanmıyor,” der. Bu meslekte daha filozofu var mıdır bilemem ama hep şunu merak ederdim o zamanlar: Kehribar’ın diğer insanlarla bu şekilde bir arkadaşlığı var mıydı? Bu soruyu düşündüğümde aklıma ona âşık olabileceğim ihtimali kötü bir düşünce olarak saplandı. Olamazdım, olmuyordum. Bu ancak boşa geçen yaşamımın tek ilginç noktasıydı. Orospusuna âşık olmamayı başarmak epeyce bir marifettir. Ben onunla can dostuydum.

Beş sene boyunca hayatım Kehribar’ın etrafında dönmeye başlamıştı. Yaşı da ilerlemişti, artık fazla iş yapamıyordu. Önemsizleşmişti, kullanılmış kondom muamelesi görüyordu. Buluşuyor, zaman geçiriyorduk. İnsan orospusuyla bowling oynar mı? İnsanın yakın arkadaşı ile seks yaptığı kişinin aynı olması ne büyük avantaj, anlatamam. Zaten Kehribar da artık bu işten paçasını kurtarmış gibiydi.

Ben yirmi yedi yaşımdayken memleketten abim ve ailesi İstanbul’a geldiler. Bir süre sonra binalarındaki bodrum katına beni yerleştirdiler. Kira da olsa başımı sokabileceğim ev olunca freelance çalışan Kehribar sık sık benimle kalmaya başlamıştı. Abim buna fazla ses çıkarmıyordu. Gerçekten çok iyi bir adamdı abim. Hani Kehribar ne kadar iyi orospuysa o da o kadar iyi bir abidir. Benden bir iki yaş büyüktü. Hayatta kaçırdığı maç yoktu şu ana kadar. Mutlu bir evliliği, sağlıklı bir çocuğu vardı. Bunların üstüne iyi kazanan bir avukattı kendisi. Çok anlayışlı bir insandı ama Kehribar’la aramızda olan duruma anlam veremezdi bir türlü. Sürekli neden evlenmediğimizi sorardı. Her gece süren iki dakikalık maceramızda Kehribar oscarlık performans sergilediği için abim bizi duyuyordu büyük ihtimalle.

Aslına bakacak olursak bir ara ben de ciddi ciddi evlenmeyi düşündüm Kehribar’la. Ta ki Kehribar abime işini öğretene kadar. İşe gitmek için uyandığımda yan odadan konuşma sesleri geliyordu. Abimle Kehribar sohbet ediyorlardı. Daha doğrusu abim Kehribar’a ak sakallı pezevenk rolü yapıyor gibiydi. “Neden evlenmiyorsunuz?” diyordu. Kehribar durdu, “Kanunumuzun iki evliliğe birden izin vermediğini benden daha iyi biliyor olman gerekmez mi?” dedi. Abim hiçbir şey demeden çıktı. İçeri dalıp kimle evli olduğunu sordum. “Aman hayatım ne önemi var, boş ver,” deyip boynuma sarıldı. Tatlı dilin en şeytanisinin beni kandırmasına izin veremezdim. Fazla ısrar edince dayanamayıp söyledi, “Seninle tanıştığımız günü hatırlıyor musun? Ondan önceki gün birisiyle evlenmiştim. Daha doğrusu zorla evlendirilmiştim zengin şerefsizin tekiyle. Bir de dünyanın en modern insanı ki işime devam etmem onun için hiç sorun olmuyor. Kendisini sevdiğime öyle inanmış ki her gün üstümden o kadar kişi geçmesini umursamıyor bile, ama seninle olan durumumuzu bilse öldürür büyük ihtimal beni.”

Korkmadım desem yalan olur, korktum. Benim kadar salak olunca herhangi bir kadın için ölmeye her an hazır oluyorsunuz. Ama ben Kehribar’a âşık değildim ki. Onun bana ne hissettiğini de hiç sormamıştım. Sadece hayatımda olması olmamasından daha çok işime geliyordu.

Abimin yanına çıktım. Durumu kendisiyle konuşmalıydım. En azından kendince bir önlem alırdı. Şerefsizliğin anlamı yok, bir şeyi de doğru dürüst söylemeliydim. Kapıyı yengem açtı. Bacağının dibinde büyük ihtimal her yaramazlığında amcasına çekmiş diye hakarete uğrayacak olan yeğenim vardı. Beni görünce boynuma sarıldı. Onu kucağıma alırken abimin nerede olduğunu sordum. Evde yoktu. Yengemin Kehribar’a olan nefreti bana da yansıyordu. Ne denir ki bir Yahudi, Hitler’den nefret etmekte ne kadar haklıysa yengem de Kehribar’dan nefret etmekte o kadar haklıydı.

Ertesi günlerde Kehribar’ın suratı cennetten kovulduğunu yeni fark etmiş şeytan gibiydi. Bir aksilik olduğu belliydi. Artık ne benimle fazla konuşuyor ne de eskisi gibi eve iş getiriyordu. Ne kadar sorsam da ne olduğunu anlatmadı.

Bir gece ansızın bir silah sesi duydum. Türk filmlerinin klasik sahnelerinden birinin tam ortasındaydık. “Kehribar! Çık dışarı!” Ne yapacağımı bilemedim ilk başta. Böyle durumlarda hiç güven vermem. Askerde nöbet bile tutturmazlardı bana. Kehribar korkudan bana sarılıyordu. Hiç bu kadar sıkı sarılmamıştı. Böyle ölmeyi beklemek bir tercihti aslında. “Nolur bir şeyler yap!” dedi gözleri kapalı şekilde korkudan titreyerek. Yapacağım ne vardı sanki Kehribar? Seni kucağıma bile alamazdım ben, o kadar güçsüzdüm.

Kendimi belli etmemeye çalışarak camdan baktım. Sayabildiğim kadarıyla yedi kişilerdi. En ortada top sakalı beyaz, Tarık Akan saçlı bir herif vardı. Herhalde Kehribar’ın kocası oydu. Kehribar’a sesini çıkarmamasını söyledim. Gitmelerini bekliyorduk ama gidecekleri yoktu. Kafamı camdan uzatıp “Ne bağırıyorsunuz!” diye çıkıştım. Korkak bir askere göre fazla cesaretliydim. Fark etmeden Kehribar’ı etkilemeye mi çalışıyordum yoksa?

“Kehribar nerede lan?”

“Kehribar falan yok burada,” dememle kurşunun kulağımı sıyırması bir oldu. İşte yine mesleğini hızlı icra eden birisi. Kulağımda bu kadar kan olduğunu bilmiyordum. Olduğum yerde kalakalmıştım. Odanın duvarları gözümde büyüyüp küçülüyordu. Kurşunu kalbime yemiş gibi yere yığıldım. Kehribar başımda şehit annesi gibi saçlarımı okşuyordu. Herhalde bir orospu için şehit olsam annem bundan pek memnun olmazdı.

Abim telaşlanmış, aşağı inmişti. Ah benim teoride güçlü pratikte eksik abim, her şeyi konuşarak çözemezsin. Şeytanın avukatı bile olsan bu adam şeytandan betere benziyordu. Şeytanın bu kadar keskin nişancı olduğunu sanmam. Elindeki silahtan çıkan kurşun az önce kulağımı sıyırmış olan adama “Beyefendi sakin olun,” denir mi? O sırada birkaç el ateş edildi. Hemen doğruldum fakat şokun etkisiyle her şeyi gerçekleştikten birkaç saniye sonra görüyordum. Abim yerde yatıyordu. Her tarafı kan içindeydi. Bağıramadım bile, komşular benim yerime feryat figandı: “Polisi arasın biri, avgat beyi vurdular yetişin, kızım şurdan benim silahımı getir.” Kehribar beni içeri çekti. Sakinleştirmek için dudaklarımdan öpüyordu. Belki de son kez bir meslek icrasında bulunmak için. Siren sesleri Kehribar’ın nefesine karıştı. O andan sonrasını hatırlamıyorum, bayılmışım. İnsanın abisi ölürken erekte bir şekilde bayılması kulağa pek hoş gelmiyor.

O günden sonra yengem de memleketteki annemle babam da yüzüme bakmadılar. Yengem hemen yeğenimi de alıp memlekete döndü. İki üç avukat katilleri kınadı. Kehribar yaşı ilerlediği için işten kurtuldu ve ben bir evin içinde bir ölüyle baş başa kaldım. Sanki ölen abim değil Kehribar’dı. Evin içinde bile gece şovuna çıkacak gibi elbiselerle gezen, monoton hayatın fantezi memuru Kehribar bir anda kafasına çember bağlayıp gün boyu çemberinin kenarına oya işleyen teyzelere dönmüştü. Erkenden yatıyor, kavga etmek dışında benimle hiç konuşmuyordu.

Abimden geriyeyse yengemin götüremediği bir oda dolusu kitap kalmıştı. Hukuk kitaplarını çöpe attım. Bir işe yaramıyorlardı zaten, kalanları okumaya başladım. On seneden fazla oldu abim öleli. Her gün okuyorum, her gün. Sanki sayfaların birinde abime rastlayacakmış gibi. Sanki bir yerde abim konuşsa ben rahatlayacağım. Öyle ki abimin sesini duymadığım zamanlar konuşmazsam delirecek gibi oluyorum. Öyle geliyor ki sanki abimin ölümüne yeteri kadar üzülmüyorum. Belki diyorum, belki kitaplarında bulamadığım abimi yazdığım romanda bulurum.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Doğan Arslan
Latest posts by Doğan Arslan (see all)
Visited 40 times, 1 visit(s) today
Close