Yazar: 17:55 Anlatı

Hermésa

Hermésa. Bir gün bir khametipis’in ayaklar altında tekmelenerek öldüğüne yanlışlıkla şahit olana kadar, hayatı anlamadığını bilmiyordu. Erkeklerin o çekilmez gürültüsü yok olduktan sonra, kadının yanına bağdaş kurdu. Henüz soğumamış teninde gezdirdi parmaklarını. Kapanmaya fırsat bulamamış gözlerini kapattı. Kölelerinden biri onu bulana kadar, öylece orada oturdu. Birilerinin yardım etmesini bekledi. Kadın sokaklarda mı çürüyecekti? Zoe, kölesi, Hermésa’yı kaldırdı dikkatlice ve koluna girdi. Yol boyu süren sessizlikte düşündü Hermésa: Acaba babası, onun için Zoe’yi satın almasaydı, Zoe da böylesine bir kaderle mi karşılaşırdı? İnkâr etmiyordu annesinin kıza yaptıklarını. Bazen günlerce yemeksiz bırakırdı, Hermésa elbisesinin altında biriktirdiklerini götürürdü sevgili kölesine ama ya Zoe de öyle bir kadın olsaydı? Annesinin söylediğine göre, kötü bir kadın. Kötü kadınlar ne yapar bilmiyordu ki. Emin olduğu tek şey vardı: Hiç kimse bu şekilde ölmeyi hak etmezdi.

Oturduğu son akşam yemeğinde masada bu konuyu açmak, annesine sormak istedi: Kötü kadınlar ne yapardı? Mermer gibi tenine dokunduğu zaman kadın hiç de kötü biriymiş gibi durmuyordu. Yalvarmamıştı bile. Sanki kabullenmişti başına gelecekleri. Sormasına gerek bile kalmadan abisi ve babası, kahkahalar atarak anlattılar kadının başına gelenleri. Bir evde çalışıyormuş bu kadın, sadece erkeklerin gittiği bir evde. Bebeği olamazmış, yasakmış. Zamanla karnı belirginleşmeye başlamış, giydiği uzun ve bol kıyafetler bir işe yaramamaya başlamış. Cezasını bu şekilde vermişler, sokak ortasında, belki onlarca kişi tarafından tekmelenerek… Annesi kaşlarını çatarak yüzüne baktığında hiçbirini duymamış gibi hemen başını eğdi Hermésa, bu akşam da azarlanmak istemiyordu. Taştan ve soğuk koridorda, peşinde Zoe ile odasına ilerlerken abisi ile babasının çirkin kahkahalarını daha fazla duymamak için kulaklarını kapadı. 

Babası, bir senatördü. Senatoda takındığı alaycı, üstten bakan ve sinirli dil üzerine yapışmıştı. Artık babasının bir kişiliği olduğunu bile düşünmüyordu, çoğunluğun düşünceleriyle hareket eden bir kuklaydı o. Abisi Atticus ise, kuklanın kuklası. Her ailede olduğu gibi, abisi babası gibi olmak istiyor, onun gibi davranıyordu. Oysa hatırlıyordu Hermésa. Birkaç yıl öncesine kadar tapınağa kim yalın ayak daha hızlı koşacak yarışması yaptığı uzun saman sarısı saçlı bu çocuk, artık yemek masalarında kendisini görmezden gelen uzaktan bir akrabaya dönüşüvermişti. En son ne zaman konuştuklarını hatırlamıyordu. Belki büyükannesinin anlattığı hikayelerin gece değerlendirmesini yaparken konuşmuşlardır en son? Atticus, kız kardeşini hikayelerde var olan tek gözlü canavarlarla, yer altı ruhlarıyla korkutmayı severdi. Tapınağa adak sunmaya gittiklerinde arkasından yaklaşıp saçını çekmeye de bayılırdı. Dürüst olmak gerekirse, Hermésa abisini çok özlüyordu.

 Annesinin ertesi gün için olan talimatları gayet açıktı. Şehrin dışındaki uçsuz bucaksız tarlalarına köleler ve yardımcılarıyla beraber gidecek, kimlerin iyi çalışıp kimlerin savsakladığına bakacak ve annesine tek tek bildirecekti. Babasının bu işlerle uğraşmaya vakti yoktu. Olsaydı da annesi izin vermezdi zaten. Annesi, tüm servete tek başına sahip olmayı diler, babasını sadece buna ulaşmak için bir araç olarak görürdü. Birbirlerini hiç sevmişler miydi, bilmiyordu. Doğrusu, sevgiden yoksun doğduğunu her düşündüğünde Hermésa’nın kalbi sıkışıyordu. 

Sabah uyandığında, kendine gelmeye dahi fırsat bulamadan yola çıkmış buldu kendini. Güneş daha doğmamış, toprak ana sıcaklığını sunmamıştı çocuklarına. Sırtlarında yükleriyle köleler arkada, Hermésa ve üzerinde seyahat ettiği eşekler onların önünde, yardımcılar ve ihtiyaç duyulduğunda annesine haber götürecek olan ulak en önde ilerliyordu. Muhafızlar ise tanrılar bilir neredeydi! Gizli veya görünür tehlikelerden onu korumak için yola çıktıkları an etrafa dağılmışlardı. Güneş kendini göstermeye başladığında, gülümseyerek tüllerin arasından sızan ışığa baktı. Tanrı Apollon bugün cömert olmaya karar vermişti demek ki. Zorlu yolculuktan sonra, Zoe’nin elini tutarak tahtırevanından indi. Gözlerini kısarak karşısında uzanan tarlaya baktı. Tek bir el işaretiyle köleler tarlaya dağıldı, kendisi için hazırlanan bir ağacın altına oturdu. 

Kitap okumayı severdi Hermésa, henüz papirüslerini yanlarında taşıyacak kadar gelişmemişti ülkesi. Bulduğu her boş vakitte şehrin kütüphanesine giderdi. Kütüphaneye sadece erkeklerin girebilmesine rağmen o arka kapıları kullanır, bulduğu taş bir masaya kurulurdu. Senatör kızı olmanın belki de tek iyi yanı buydu. Diğer yandan, sürekli muhafızlarla gezmek, kölelere iş buyurmak, zamanı gelince babasının seçtiği biriyle evlenmek gibi şeyler Hermésa’ya göre değildi. Özgür olmak, mısır tarlalarında yalın ayak koşmak, tanrı Cupid’in atacağı okla birine vurulmak istiyordu. Bazen de istemiyordu. Ne isterse düşünebilirdi, sonuçta yalnızca on beş yaşındaydı. Kendisine uzatılan üzüm tanelerine yüzünü buruşturarak ayağa kalktı. Biraz yürümek istiyordu. Kendisiyle gelecek olan köleleri durdurdu. Göz önünde olacaktı zaten, kalabalıkla yürümenin ne manası vardı ki? Ayağındaki sandaletlerini çıkarıp ağacın altına bıraktı. Uçsuz bucaksız tarlaya doğru ilerlerken kendisine tek eşlik eden şey güneşti. Sarı saçlarına ve kavruk tenine dokunan ışıkları severdi. Bazen düşünürdü, tanrı Apollon güneşin üzerinde mi oturuyordu? Eğer öyleyse, her şeyi görüyor olması gerekiyordu. Kendisini de görüyor muydu? Onlardan biri olmayı ya da bir yıldız gibi kaymayı dilediğini biliyor muydu? Belki de bunları bilen tanrıydı. Her kim biliyor ve duyuyorsa, Hermésa’ya yardımcı olabilir miydi artık? 

Ayağına batan dikenle duraksadı, oflayarak oturdu bir taşın üzerine. Ayağının altına batan küçük dikeni çıkarıp derin bir nefes alarak başını kaldırdı ve şaşkınlıkla dudaklarını araladı. Ne köleler, ne yardımcılar, ne de altında dinlendiği ağaç görünürde yoktu. Oturduğu taştan kalkıp geldiği yola doğru bir adım attı, etrafına bakmadan yürürse böyle olurdu işte. Sesini yükselterek adını bildiği kölelere seslendi. Adımlarını hızlandırırken korkuyla elini kalbine yasladı. Her şey tam o anda oldu. Nereden çıktıklarını bilemediği beş atlı adam etrafını sardı. Hangi yöne gitmeye çalışırsa çalışsın, kurtulamamıştı onlardan. Yüzlerini siyah bir örtüyle kapatan adamlardan biri kolundan tutarak onu atının terkisine attı. Çırpınmasını engellemek için de sıkıca bağladı. Gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Kimdi bu adamlar, ne istiyorlardı ondan? Üzerinde olduğu at gittikçe hızlanırken Hermésa bağırmaması için kafasına aldığı sert darbeyle baygın düştü.

“Şşş, uyan artık!”

Sahibini bilmediği kaba bir ses onu uyandırdığında gözlerini aralayarak etrafına baktı. Kapının arasından kendisine bakan iki çift meraklı gözün bakışlarına karşılık verdiğinde ortadan kayboldular. İki kızdı sanki, kendi yaşlarında. Anlayamamıştı ki. Önünde dikilen adama bakarak ayağa kalkmaya çalıştığında ayaklarının sıkıca bağlanmış olduğunu fark etti. Sırtını dayadığı soğuk duvar o an daha da soğumuş gibi geldi Hermésa’ya. Bildiği tüm tanrı isimlerini sayarak dua etti içinden, hoşlanmadığı tanrıça Hera’ya bile yalvardı. Çıkması lazımdı buradan, annesiyle babası çok kızardı.

“Neden burada olduğunu biliyor musun?”

İstemsizce başını iki yana salladı. Kaba adam kaşlarını çatarak yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Hermésa adamın nefesinin kokusuyla yüzünü buruşturarak başını sola çevirdi.

“Çünkü çok sevgili senatör baban ve diğerleri, yüce kralımızın emrettiklerine karşı geldiler. Kralımız, bir cezayı hak ettiklerini düşünüyor. Senatörlerin en değerli varlığı neyse, onlar ellerinden alınacak. Para, mal, mülk, senin gibi körpe kızları, kadınları…”

En değerli varlık olduğunu hiç sanmıyordu Hermésa. Belki bunu açıklarsa kurtulabilirdi? Adam, aklını okumuş gibi konuşmaya devam etti.

“Düzelteyim, senin değerin değil, sana yaptıklarım babanı yıkacak. İffetsiz ilan edileceksin, sana kimse inanmayacak. Bizzat yapacağım bunu.”

Adamın parmakları saçlarından boynuna indiğinde başına gelecekleri anladı. Bağırıp çırpınmaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. Gözlerini kapattı, tanrılarla el ele, başak tarlaları arasında koşturduğunu hayal etti. Çabucak bitmesini, ölmeyi diledi. Adam odayı terk ettiğinde hıçkırarak ağlamaya başladı. Dışarıdan duyduğu yağmur ve gök gürültüsüne göre, yüce tanrı da onunla ağlıyordu herhalde. Ağlayacağına yardım etseydi ya! Hep anlatılan o şimşeğini atsaydı üzerine, küle çevirseydi dünyayı. Annesi neredeydi? Mutlaka beni arıyorlardır, hayal kırıklığına uğrayacak kötü bir kadın olduğumu duyunca, diye düşündü. Yine de yanında olurlardı. Büyükannesinin yanına yollarlardı belki, olaylar unutulduğunda yeniden yanlarına dönerdi. Hiçbir şey düşündüğü gibi olmadı. Hiç bitmeyecekmiş gibi geçen o gecenin sonunda, çekiştirilerek çıkarıldı atıldığı odadan. Saçlarından sürüklendi sokağın ortasına, etrafını sardı onlarca kişi. Herkes, senatör kızı Hermésa’nın bir khametipis olduğuna inandı. Kalabalıklar arasında abisinin yüzünü görür gibi oldu, ama sesini duyuramadı. Ayağa kalkamadı. İki gün önce başında beklediği kadını tekmeleyen adamlar, kendilerine yeni bir kurban bulmuşlardı bile. Kim bilir neler söylenecekti arkasından, yemek masasında babasıyla abisi gibi kahkahalar atarak anlatılacaktı belki de. Aldığı darbeler ağır gelmeye başladığında, gözlerini yavaşça kapattı Hermésa. Şimdi hayatı anlamaya başlamıştı.

Editör: Elif Türkoğlu

Çisem Arslan
Latest posts by Çisem Arslan (see all)
Visited 24 times, 1 visit(s) today
Close