Yazar: 19:00 Kitap İncelemesi

Güney Gotiğinin Sarsıcı Uçlarında: Flannery O’Connor ve Her Çıkışın Bir İnişi Vardır

Flannery O’Connor, (1925-1964) Amerikalı romancı, kısa öykü ve makale yazarı. 39 yıl süren ve kalıtsal hastalığı olan lupus sebebiyle son bulan yaşamına; 2 roman, 2 öykü kitabı ve birçok makale sığdırmıştır. Yükseköğrenimini tamamladıktan sonra Yazarlar İşliği’nde “yazarlıkta yaratıcılık” konusunda çalışmalarda bulunmuştur. 1951 yılından sonra yaşamını bahsedilen kalıtımsal hastalığı nedeniyle bir çiftlik evinde geçirmiş ve 1952’de yayımlanan ilk romanı Wise Blood (Bilge Kan) ve hemen sonrasında özellikle The Violerıt Bear It Away (Zalimler Dayanır) adlı yapıtlarıyla adını duyurarak kendinden söz ettirmeye başlamış, dolayısıyla yazın dünyasına giriş yapmış sayılmıştır. Öyküleri toplamda 31 kısa öykü olarak iki farklı kitapta toplanmıştır ve Her Çıkışın Bir İnişi Vardır kitabında olduğu gibi bu kitaplar da ölümünün ardından yayımlanma fırsatı bulmuştur.[1] Flannery O’Connor için “güneyli gotik” eserler verdiği söylenir. Yazınında özellikle “grotesk” karakterler yarattığı ve yerel unsurlara bolca yer verdiği kabul edilir. Eserleri genel olarak güneyde, ahlaki açıdan sorunlu karakterler etrafında yer alan kurgulardan oluşmuştur. Irk meselesinin daha alt bir motif olarak işlendiği görüşü de mevcuttur. Yazarın edebi kişiliğini oluşturan en belirgin özelliklerden birisi, okuru ters köşe yapan, genellikle korkunç ve karamsar ama en önemlisi kestirilemeyen çarpıcı sonlarla öykülerini bitirmesidir. Birtakım rahatsız edici ve ironiyle bezenmiş motifleri kullanır; bu özellikle metnin sonu için gerekli gibidir. Bununla birlikte ele aldığı temalardan biri din ve dinselliktir. Dinsel temalar, dehşet öğeleri ve gülmeceyle birlikte harmanlanmış ortak bir zemin oluşturur eserleri için. Güney insanları ve onların yabanıl doğası, dinsel konular odağında bağnaz tutumları, yine Güneyin geniş ve ıssız kırsal yörelerinin mekân olarak belirlenmesi yapıtları için sayılabilecek sabit dinamiklerden birkaçıdır. Öte yandan bireyin salt birey olarak Tanrı ile ilişkisi, yalnızlığı, yabancılaşması ve ruhunun kötülükleri yine ortak bir zemin olarak Connor’ın metinlerinde yer bulur. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi’nde yer alan bir yoruma göre ise Tanrı’yı yadsıma ile inanç ve kuşku arasında bocalayan bir hale bürünmenin bedeli, O’Connor’da büyük acılar çekmeyle sonuçlanır. Bu sebeple “O’Connor’ın yapıtları bir yandan gülmecenin sınırlarını zorlarken bir yandan da soylu ve trajik bir boyuta erişir.”

Flannery O’Connor’da Gotik Suretin Yansımaları

Flannery O’Connor ile özdeşleşen en önemli unsurun “Güney gotiği” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Peki, yazarın yazınsal yaşamında bu denli büyük ölçüde yer kaplayan bu motif nasıl vücuda gelmiş ve yansımıştır? Yazar bu motifi nasıl ve ne amaçla kullanır? Gotik edebiyat, köklerini Avrupa’dan alır; karanlık koridorlarıyla, gizli geçit gibi gizem oluşturan unsurları ele almış Orta Çağ yapılarıyla, okuyucuyu ürperten ve irkilten bir hikâye anlayışıyla anılır. Fakat Amerika, kendi gotiğini kendisi yaratmıştır. Çünkü yüzümüzü Avrupa’dan Amerika gotiğine çevirdiğimizde; o korkutucu katedraller ve gizli geçitli Ortaçağ yapıları yerine, ıssız ve el değmemiş ormanları, kimsesiz ve denetimden uzak kasabaları, değişen ve değişimini sarsıcı biçimde sürdüren sefil şehirleri görürüz. Gotik, sadece bu biçimde vücuda gelmiş öyküleri tanımlamak için kullanılmaz. Yalnızca bir motif olarak mekân tanımından ibaret değildir. Her koşulda, çıkış yeri neresi olursa olsun bir başkaldırının merkezi, kibar okurların ve salon edebiyatının yanaşmadığı bir “ihlal” alanıdır. Çünkü burada bilinen temel unsurların ötesine geçmek, yıkmak, konuşulmayanı konuşmak ve saklananı göstermek vardır. Şenol Bezci’ye göre: 

“Gotik, akıl ve rasyonelliği, onur ve erdemi, aklıselimi ve adabımuaşereti ihlal eden hikâyeler anlatır. Ölüm, intihar, hastalık ve delilik gibi sevilmeyen konuları, nekrofili ve ensest gibi sıra dışı cinsel eylemleri, taciz, tecavüz, şiddet ve işkence gibi ağza alınması sakıncalı insan edimlerini sakınmadan dile getirir, bu konular üzerindeki söze dökülmemiş yasağı ihlal eder. Bu şekilde ortaya konduğunda, gotiğin Güney edebiyatıyla özdeşleşmesi kaçınılmazdır zira Amerika’nın Güney’inde daha muhafazakâr bir topluluk yaşamaktadır. Bu toplumda, sıradan halk için bastırılması ve gizlenmesi gereken, yazarlar içinse ihlal edilebilecek konuların sürüsüne berekettir. Kölelik ve ırkçılık acısını siyahilere daha uzun süre yaşatmış olan bu toplumun utanç verici sicilini, Flannery O’Connor gibi yazarlar eserlerinde kayda almışlardır.” (Flannery O’Connor’ın Gotik Suretleri)

Dolayısıyla söylenebilir ki Güney gotiği bize yalnızca korkutucu ya da tekinsiz olanı sunmaz; sosyolojik olarak bir toplumun karanlık gerçekleriyle de karşı karşıya gelmek için bir araç niteliği görebilir. Flannery O’Connor da tıpkı bu biçimde, bir topluluğun en karanlık yanını bile bize çekinmeden aktarabilen bir sosyolog gibidir. Tabii bu aktarım tamamen kendine has bir üslup ve estetik bir zevkle gerçekleşir.

Güney gotiğine bir örnek olarak ise Her Çıkışın Bir İnişi Vardır isimli öykü kitabını verebiliriz. Bu kitapta bulunan hikâyelerde hastalık, sakatlık, cinayet ve ölüm konuları çok sık anlatılan konulardır. Flannery O’Connor’ın yazınında bir diğer dikkat çekici unsur olarak bahsedebileceğimiz “bedensel ya da zihinsel açıdan engelli kişilerin yaşantısı” bu kitapta da bulunur. O’Connor, engelli insanları sıkça ele alır. Ancak bu engelli kişiler ve onların başına gelenler, bir tür dram ya da trajedi gibi acıma unsuru olarak yerleştirilmemiştir. Çarpıcı bir biçimde, bu karakterlere sempati duymak ya da onlara acımak pek de mümkün değildir. Çünkü yazarın karakterlerine karşı acımasız tavrından bu karakterler de nasibini alır. Gündelik hayatta karşımıza çıkmasını pek istemeyeceğimiz ve daima karanlık yönleri bulunan kötümser bir dünyanın kötümser karakterlerini sunar bize. Ancak O’Connor’ın karakterlerine karşı takındığı tavırlardan biri de, kendini karakterlerin ve öykünün dışında tutmasıdır. Herhangi bir biçimde açıklayıcı, müdahaleci ya da yorumlayıcı bir anlatıcı olarak yer almaz öykülerinde. Dolayısıyla bu, okurla karakterin arasından yazarın çekilmesi demektir. Okuru ve karakteri baş başa bırakmış görünür. Bu sebeple okur, karakteri tanımaya ancak olayların seyriyle birlikte devam edebilir. Bununla birlikte, bu karakterlerin zaten kendileriyle sürekli olarak konuştuğunu söylemek mümkündür. Karşılaştıkları insanları, olayları ve durumları sürekli olarak olay akarken yorumlamaya devam ederler. Konuşkan karakterleri vardır O’Connor’ın fakat bu bize diyaloglar halinde zuhur etmez; yani karakterler daha çok kendileriyle konuşur. Öykülerinin çoğunda yer alan Güneyli kadınlar, genel olarak Güneyin kırsalında kendi başlarına mücadele eden kadınlardır. Aynı kadınlar, genelde yanında eşleri bulunmayan yani dul kalmış kadınlardır ve sorunlu çocukları vardır. Hem kendi yaşamlarındaki problemlerle hem de çocuklarıyla ilgili problemlere göğüs germek zorunda kalır bu kadınlar. Ancak bu eğilim bizi O’Connor’da bulunan herhangi bir feminist pencereye götürmez. Kadınları yücelttiği yoktur ya da bir şekilde onlara sempati besleyebileceğimiz sevimli bir yanları bulunmaz. Kadınların çocukları genellikle erkektir ve çoğu entelektüel ilgilere ve hayallere sahiptir. Fakat çoğunun yolu açık değildir. Dolayısıyla O’Connor bir yandan başka bir eleştiriye daha kapı aralar: Güney toplumunda entelektüellerin pek de şansı yoktur. Entelektüel yetiştirebilecek bir toplum değildir. Benzer bir biçimde din adamları da aynı eleştiriden nasibini alır. O’Connor’ın, dini metinler yazabilecek kadar dindar olduğu bilgisine sahibiz. Ancak dini motif ve temaların kullanılması, onda hiçbir zaman bir vaaz vermeye, bir din propagandası yapmaya ya da dinin yüceltilmesi şeklinde görülmez. Onun meselesi daha çok dindar geçinen kötü karakterlerdir. 

Bir diğer mesele olan ırkçılık, O’Connor’ın yazınında bariz bir biçimde işlenir. Fakat burada ilginç olan, öykülerin neredeyse hepsinde siyahi karakterler, kendisine dışarıdan bakılan karakterlerdir. Dışarının bir nesnesi, bir öteki olarak; hakkında yargılara varılan, korkulan, kaçılan ve tepki gösterilen karakterlerdir siyahi karakterler. 

Flanerry O’Connor ve özellikle Her Çıkışın Bir İnişi Vardır isimli öykü kitabıyla birlikte değerlendirilen Amerikan gotiği tarzının öne çıkan kavramının “kötülük” olduğu söylenebilir. Esra Ertan’a göre de Amerikan gotiği şu cümlelerle dile getirilmiştir: “Kötülük kavramını bir nedensellik çemberi içinde sınırlamayan, bulduğu yarıklardan sızan zaafların, fanteziyi gerçek kılan habis eylemlerin, neyin kötü, neyin tekinsiz, neyin kabul edilemez olduğunun keskin renklerle altını çizmeyen metinler tasarladı.” (Flannery O’Connor ve Amerikan Gotiği Üzerine) İşte bu sebeple, bu metinler aracılığıyla dünyanın neredeyse tüm gerilimlerini ve çatışmalarını en karanlık yanlarıyla görme imkânına sahibiz. 

Yine Esra Ertan’a göre: “Flannery O’Connor, dönemdaşı yazar Shirley Jackson gibi, güvenilmez, tekinsiz ve tehdit edici olanı gotiğin imkânlarıyla görünür kılmaya çalışır. Bizi diğerine karşı yabancı kılan, öteki korkusuna karşı hoyrat yapan şeyin çok yakınımızda beklemekte olduğunu söylemeye, bizi uyarmaya çalışır.” Peki, kendi yazınsal tavrı için Flannery O’Connor ne söylemiştir:

“Öykü, noksansız, dramatik bir olaydır [action]; iyi öykülerde karakterler olay yoluyla gösterilir, olaylar da karakterlerce yönetilir, bunun sonucunda ortaya çıkan da, sunulan tecrübenin tamamından türeyen anlamdır. Ben öykünün bir insan barındıran dramatik bir olay [event] olduğunu söylemeyi tercih ederim, çünkü oradaki bir insandır, hem de belirli bir insan; yani insanlığın genel durumunun ve bazı özel insani durumların bir parçasıdır.” (çev. Deniz Bozkurt)[2]

Burada söylenebilir ki Flannery O’Connor öykünün teknik olarak dayandığı temelin, dramatik bir olayın karakterler yoluyla gösterilmesi olduğunu düşünür. Bununla birlikte kendi öykülerine bakmaya yarar sağlayacak şu ifadeleri dile getirir:

“Kurmacanın ilk ve en açık özelliği görülebilen, duyulabilen, koklanıp tadına bakılabilen, dokunulabilen şeyler yoluyla gerçekle uğraşmasıdır. Bu sadece akılla öğrenilebileceğiniz bir şey değildir, alışkanlıklarla da öğrenilmesi gerekir. Şeylere alışkanlıkla bakma biçiminiz haline gelmelidir bu. Kurmaca yazarı şefkatle şefkat, duyguyla duygu, düşünceyle düşünce yaratamayacağının bilincinde olmalıdır. Bütün bu şeylere bir vücut vermelidir; ağırlığı ve kapsamı olan bir dünya yaratmalıdır.”  (çev. Deniz Bozkurt)

Ona göre “görmeyi öğrenmek”, edebiyat sanatı dahil olmak üzere neredeyse her sanat dalını öğrenmede ilk adımdır. Biz de kendimize has bir bakış açısı geliştirerek görme üzerine düşünmeye başlamak suretiyle; öykülere, atmosfer yaratımına, karakterlere ve işlenen temalara bakabiliriz. 

Her Çıkışın Bir İnişi Vardır (1965)

Kitaba ismini de veren ilk öykü “Her Çıkışın Bir İnişi Vardır”; eskiden beyazların hâkimiyet kurduğu ancak giderek değer kaybettikleri, öyküde de sürekli bahsedilen “Yenidünya düzeni”ne alışmaya çabalayan insanların olduğu bir güney kasabasında geçer. Kocası olmayan bir kadın, yazar olmak isteyen oğluyla yaşamaktadır ve oğul, annesinin kilo vermesi için onunla birlikte zayıflama kursuna gitmeye başlamıştır. Öykünün girişinde bundan bahsedilir; oğul Julian, kıt kanaat geçinmeye çalıştıkları bir durumda, annesini zayıflama kursuna götürmek zorundadır. Çünkü annesi “otobüslere zencilerin de binmeye başlamasıyla” yalnız başına yolculuk yapmak istemez. Söylenebilir ki tanrı anlatıcı ya da üçüncü kişi bakış açısı dediğimiz anlatıya sahip olan öyküde, daha girişte bile yazarın sert, keskin, acımasız ve karakterlerinden çok uzakta duran; deyim yerindeyse onlara sanki tepeden bakan bir konumda anlatmaya başlar olayları. Burada sorun açıkça şudur: Julian’ın annesi, birlikte aynı muhiti paylaştığı “zenci”lerden sırf zenci oldukları için korkmakta ve daha da kötüsü tiksinti duymaktadır. Örneğin otobüse binen zencilere yüzünü buruşturur, “bu yüzden yalnız yolculuk yapmak istemiyorum işte,” diye mırıldanır. Ancak söylenebilir ki, henüz birtakım hakları ve eşitlikleri yeni yeni yakalamaya başlayan zenciler de çok memnun değildir bu durumdan. Birbirlerine karşı olan tiksintileri, çekingenlikleri ve korkaklıkları had safhadadır. İşte bu noktada Julian, annesine karşı büsbütün öfke duyar. Onu bilinçli olarak kızdırmak ve ona “ders vermek” için otobüse binen zenci adamın yanına oturur. Annesi onları görünce dehşete düşer. Zenci ile muhabbet etmek ister, ancak zenci oralı olmaz. Öykünün bize yeni bir açılım sunan ikinci kısım olarak ayırabileceğimiz noktada, otobüse zenci bir kadın ve küçük oğlu biner. Zenci kadının başındaki şapka ile Julian’ın annesinin başındaki şapka aynıdır. Kadın, Julian’ın yanına oturur; küçük çocuk ise Julian’ın annesinin yanına. Böylece sanki iki kadın çocuklarını değiş tokuş etmiş gibidir. Burada Julian’ın annesi, zencilere ne kadar öfke duysa da beyaz veya zenci herhangi bir çocuğun “cici” olduğunu düşündüğü için çocuğa sıcak yaklaşmaya çalışır. O, çocuğa gülümsedikçe ve konuşmaya çalıştıkça Julian’ın yanında oturan zenci anne de oğluna öfkeyle müdahale eder. 

Öykünün çarpıcı noktası, zenci annenin müdahale etmesine ve tüm rahatsızlıklarına rağmen küçük çocuğa bir kuruş para vermeye çalıştığı sırada zenciden yediği yumruktur. Şaşkına döner, dehşete düşer ve biraz yürüdükten sonra düşüp ölür. 

Julian’ın yumruktan sonra söylediği şey çarpıcıdır. Annesine döner ve şöyle söyler: “Onu kibirli bir zenci olarak görmeye kalkışma. Senin alçakgönüllülükle bağışladığın penileri yüzüne tüküren bütün bir zenci ırkıydı o. Senin zenci ikizindi. Bak, o da aynı şapkayı giyebiliyor hem de.” (s.25)

Sonra ekler: “Eski düzenin sonu geldi artık. Eski inceliklerin geçerliliği kalmadı, senin nezaketin de bir boka yaramıyor.” (s. 25).

Bana kalırsa Julian’ın burada bahsettiği incelik, ikiyüzlülükle ve kibirle karışık bir incelik olduğu için böyle bir sona ulaşıyoruz. Pek çok açıdan çarpıcı bir öyküdür bu öykü: teknik açıdan tek bir eyleme odaklanan, belli bir kısalıkta ve odakta toplanan, etkinin bir anda çarpıcı biçimde verildiği, şapka-peni-gazete gibi ayrıntıların motif gibi kullanıldığı, anlatımın keskin ve sade olduğu başarılı bir öykü. Küçük bir yerleşim yerinden hareketle toplumun geneline ulaştırabileceğimiz bir problemi, küçük ayrıntılarla ve soğukkanlı bir anlatımla çarpıcı biçimde ortaya koyan etkileyici bir öykü. 

Greenleaf

Hikâye; Bayan May’ın evini, ahırını, oğullarını ve kendini yiyen bir boğa hakkında garip bir rüya görmesiyle başlar. Bayan May ise bir mandıra sahibidir ve iki yetişkin oğlu Scofield ve Wesley ile yaşar. Bayan May’ın işe aldığı yardımcısı Bay Greenleaf ile çoğunlukla çatışsa ve çelişse de onu işinde tutmaya devam eder, çünkü sahip olduğu koşullar altında alabileceğinin en iyisinin o olduğunu düşünür. Bay Greenleaf’ın ise iki oğlu vardır; isimleri O.T. ve E.T. 
Bayan May uyanıp rüya gördüğünü fark ettiğinde, kısmen de olsa rahatlar. Gerçekte, mandırada gerçek bir boğa olduğunu ve pencerelerinin altındaki çitleri hevesle çiğnediğini görür. Bayan May, Bay Greenleaf’a şikâyette bulunmayı düşünür ancak sonrasında vazgeçer. Scofield ve Wesley’in günlük zorluklarına ilgisiz görünmesi hakkında kaba yorumlarda bulunacağını düşünür. Evde, Wesley ve Scofield annelerinin çıkmazında eğlenirler. Aslında Bayan May oğullarından yana hayal kırıklığına uğrar çünkü ikisi de evli değildir ve her ikisi de kendileri için daha iyi bir yaşam sürmek istemezler. İlgisiz ve çabasız davranırlar. Wesley hasta, ateşten muzdarip bir adamdır ve bir öğretmenlik işine sahiptir. Bayan May, oğullarından endişe eden bir annedir. Kendi ölümünden sonra karakter açısından yeterli olmayan kadınlarla (Bayan Greenleaf gibi) evleneceklerine inanır ve bu düşünce onu sürekli rahatsız eder. Bu sırada Bay Greenleaf’ın oğulları, O.T. ve E.T. İkinci Dünya Savaşı’nda görev almışlardır. Enerjik, çalışkan ve kibar genç erkeklerdir. Ayrıca, her ikisi de saygın ailelerden gelen Fransız kadınlarla evlenmiştir. Bu noktaya kadar karakterler çok sağlam ve keskin biçimde inşa edilmiştir yazar tarafından. Sonunda Scofield’dan, ona işkence eden boğanın E.T.’ye ait olduğunu öğrenir. Bayan May, Bay Greenleaf ile yüzleşir ve ona ültimatom verir. Oğulları boğalarını almazsa, onu vuracağını söyler. Ancak, daha kötüsü gerçekleşir; Bayan May, Greenleaf ikizlerinden hiçbirinin vurulacak olan boğayı umursamadığını fark eder. 
Sonunda, Bayan May, Bay Greenleaf’a boğayı vurmasını emreder. Meraya giderler ve Bay Greenleaf hayvanı arar. Bu arada, Bayan May araçta oturup hayallere dalar; boğa kontrolden çıkar ve boğa Bayan May’ı yaralar. Yaralanmalarının ölümcül olduğunu düşünmeye yönlendiriliriz yazar tarafından. Bay Greenleaf boğayı vuruyor gibi görünür ama görünüşe göre Bayan May’ı kurtarmak için çok geç kalınmıştır artık. Yine karamsar, kötücül ve ölümle nihayete eren bir öykü bitişi. Flannery O’Connor, bu öyküde karakter inşasını kurmada yine tarafsız, keskin ve karakterle arasına mesafe koyan bir tavır takınır. Yine bir metafor kullanır. Bu kez metafor “boğa”dır. Bayan May’in kötücül rüyasından taşan boğa; yaşamdaki tutkularının, hayallerinin, utanç ve zaaflarının arasından geçerek onun sonunu getirir. 

Ormanın Tam İçinden 

“Ormanın Tam İçinden” adlı öyküde, değişimin sonuçlarını önceden görüp arazisini balıkçılık kulübü ya da benzin istasyonu inşa etmek isteyenlere satan zengin yaşlı adam en sevdiği torunu tarafından dövülerek öldürülüyor. Kitabın üçüncü öyküsü ve belki de en dehşetli sona sahip öyküsü bu. Yazarın şiddet unsurlarını ve yansımalarını yoğun kullanması ve bu denli soğukkanlı biçimde anlatması artık okuyucu açısından bir açıdan kan dondurucu olabiliyor. Yaşlı adamın sonunu getirenin yine “en sevdiği torunu” olması ilginç bir ayrıntı niteliği taşıyor. 

Kalıcı Ürperti

“Kalıcı Ürperti” adlı öyküde, şairane bir ölüm yerine hiç geçmeyecek bir ateşle sürekli hasta kalarak ürperti içinde yaşamaya mahkûm olan ve annesinin yanında yaşayan başarısız bir yazar anlatılır. Flannery O’Connor’ın tam olarak bir toplumda, bir insanda var olabilecek en zayıf yanlara; hastalıklara, zaaflara, nefretlere, öfkelere, düşlere ve tüm bunların o kişi ile o toplumun sonunu getirdiğine odaklandığını söyleyebiliriz.

Behçet Çelik, Flannery O’Connor’da rastladığımız bu genel eğilimi şu biçimde özetliyor: “Çoğu zaman aşağıda gördükleri bu insanlar için yararlı şeyler yaptıklarına inanır, bencil oldukları halde kendilerini diğerkâm sanırlar. Başkalarına karşı iyilikle dolu olduklarını düşünürken onlara kötülük yaptıklarının farkına ya varmazlar, ya çok geç varırlar.” Bunun çıkış ve temas noktası ise şudur ona göre: “Flannery O’Connor’ın öykülerindeki gerilim çoğu zaman bu kibirli öykü kişilerinin kendileri gibi olmayanlarla temaslarının yakınlaşmasından doğar.” 

Gerçeklik bahsinde ise söylenebilir ki “O’Connor’ın gerçekçiliği; yüzeydeki, ezberlenmiş ve öğrenilmiş gerçekliğin çoğu zaman bir örtüden ibaret olduğunu bize duyuran bir gerçekçiliktir. Örtünün altında neler olduğunu görürüz bu sayede: nasıl insanlara dönüştüğümüzü ya da insanlıktan nasıl çıktığımızı.” (Çelik 1)

Elif Tanrıyar’ın değerlendirmesine göre, O’Connor bize bir ikili körleşme durumunu anlatır:

“Bu tipik ikili körleşme durumu, bir yandan da çevrelerindeki değişen dünyaya karşı büyük bir panik duyan yaşlı ebeveynlerle, onların çocukları, tüm hikâyelerde farklı kombinasyonlar halinde devam ediyor. Ama asıl olarak, inatla yapılan iyiliğin bile fazlasının zararlı olabileceğinin, önemli olanın kişinin her hareketini mutlak bir bilinç ve kendine karşı dürüstlükle yapması gerektiğinin altını çiziyor yazar.” (Kişi Kendini Bilmeli 1)

Murat Özbek ise “Her Çıkışın Bir İnişi Vardır” öyküleri için şöyle bir değerlendirme yapar:

“O’Connor öyküleri, özellikle de değerler arasında mekik dokuyan, sefil hayatların iyi olma çabasını ironik bir dille ele alır. Bu öyküler, iyi-kötü, karanlık-aydınlık gibi ikilikler arasında sıkışan, eriyen, gittikçe kaybolan hayatların portresini çizer. Kişi iyiyken kötü olana toslayabiliyor, aydınlık içinde kaybolup karanlıkta kendini bulabiliyor. Pozitif çağrışımı olan değerlerin sabit düzlemine inat, gotik, köşegenden gelmeye devam eder. Köşegenden gelen, evrenselliği ortadan kaldırıp kendi geçiş güzergâhının zeminini oluşturur. Gotikin geçtiği yerde iyi artık iyi değildir ve aynı zamanda kötü de artık kötü değildir.”

Sonuç olarak Flannery O’Connor teknik açıdan genel öykü türü tanımlamalarını karşılayan, Güney gotiği ile özdeşleşmiş; trajik ve çarpıcı sonlar yazan ve toplumsal problemlere, karanlık yönlere sıklıkla değinen bir yazardır.  Okuru kötücül bir atmosferde sürükleyen, fakat daima okuyucuyla karakteri arasından çekilen, müdahalesiz olmayı kendine ilke edinmiş gibi görünen bir yazardır. Onu tanıdığım ve okuyucuyu olduğu yere çivileyen öykülerini okuma fırsatı bulduğum için şanslı hissediyorum. Hem hiç alışık olmadığım ve sıcak bakmadığım “Gotik” tarzın bana en uygun görünen versiyonuyla tanışmış oldum hem de kendimde bir önyargıyı kırarak öykünün imkânlarının ne denli geniş ve çeşitli olduğunu bir kez daha görmüş oldum. 

Editör: Buse Karabulut

Kaynakça[3]

Bezci, Şenol. “Flannery O’Connor’ın Gotik Suretleri”. K24, Ekim, 2019.

Çelik, Behçet. “Düzeni koruyan, sağduyulu, saygıdeğer ucubeler”, Taraf Kitap Eki, Mart 2011. 

Ertan, Esra. “Flannery O’Connor ve Amerikan Gotiği Üzerine”. K24, Eylül, 2017.

O’Connor, Flannery. Her Çıkışın Bir İnişi Vardır. Çev. Tomris Uyar, Nazım Dikbaş, Fatih Özgüven. İstanbul: Metis Yayınları, 2011.

Özbek, Murat. “Köşegenden Gelen Edebiyat: Gotik”, Birgün Kitap, 3 Temmuz 2015.

Tanrıyar, Elif. “Kişi kendini bilmeli!”, Sabah Kitap Eki, Şubat 2011.


[1] Yazar hakkında literatür taraması yapıldığında, bu temel biyografik bilgilerin dışında daha fazla bilgiye özellikle Türk yazınında ne yazık ki rastlanamamıştır. Bilgiler, temel Wikipedia ve birtakım ‘Dünya Yazını Ansiklopedik Bilgi’ kaynaklarından toplanmıştır. Bu kaynaklar kaynakça kısmında ayrıca gösterilecektir.

[2] https://oggito.com/icerikler/kisa-oyku-yazmak-flannery-o-connor/8181

[3] Wikipedi, Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi ve https://oggito.com/icerikler/kisa-oyku-yazmak-flannery-o-connor/8181 kaynaklarından da yararlanılmıştır. 

Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close