Henüz kesif bir kızıllık vurdu barakalara, bir çıtırtı kopadurdu kapıların aralığında. Gökyüzünden bir ağ çekilirken teknenin gövdesinde denizkızlarının mırıltısını işiten balıklar ağıtlara başladı. Bir notası eksik olsa da kulakların kiri irice döküldü suya. “Bu ne cümbüş bu ne kıyamettir Ya Rabbi!” diye avuçları dikeye doğru güneşin kavurtusunda. Bir ihtimalde birleşirlerdi, bir ihtimalde elleri yatay durdu. Son kez dokundu şıkırtılı pullarına. Karalar, iskeleden uzaklaştı. Bütün kaptanların seyir defterleri aynı yerden yırtıldı. Keşfedilmek üzere işaretlenmiş haritadaki bir nokta kaldı. Çarşafı üstüne örttü.
Sait Kaptan, kesesinden alıp sardığı tütünü sonuna kadar çekerdi. Son dumanı yine ciğerinde misafir etti. Sararmış parmakları avuçlarındaki yarıkların içine saklanmış siyahlarla temas etti. Kavuşmak eylemi sadece bir yumruk kadardı. Ellerini serbest bırakınca araya vuslat girerdi. Burnundan üfledi, isli bir özlem koktu. Gömleğini yeterince silkelediğine ikna olduktan sonra yüzlercesini attığı aksak adımları başlattı. Diyojen’in geçtiği sokaklarda fıçısız ilerlerken kendini alabildiğince üryan hissediyordu. Pencereler icat edildiği gün camına yapıştırılmış dedikoducu kadınların gözlerinde kör edici bir parıltı peydah oldu. Çay bardaklarını kıran karıştırmalar eşliğinde “Vah zavallıcık, meczupluk zordur!” naraları atıldı. Büyük patlamayla aynı yaşta olan Keriman Teyze “Sevdiğini vermemişler, bu da kendini yollara vurmuş, ta buralara kadar yürümüş,” dedi. Lafını balla bölemeyen Fahriye Abla “Hayır kız, bunun anasını babası vurmuş, bu da o gün aklını yitirmiş,” diye huhuladı. Göğüs kafeslerine vuran dövünmeler yerini “cıkcık”lara bıraktı. Sait Kaptan, hepsini duydu ama istikameti deniz olduğu için birkaç martıya ıslık çaldı.
Yüzyıllardır tuzlu suya direnen takasına usulca kuruldu. Yerküreye hükmeden bir hükümdar -mühürlü yüzüğe de sahip olanlar- böyle kurulmazdı tahtına. En önden biletini almış gibi uzattı ayaklarını suya. Bütün gidişleri bir dalgaya, dalgalar gümbürtülü bir fırtınaya sebebiyet veriyordu. Poseidon’un öfkesi bakidir ancak Sait de kolay lokma sayılmaz. Boğazda takılır da öğütülemeyince kıyılara kusulan biriydi. Birkaç tekne ile karşılaşınca hemen ayağa kalktı. Şakaklarına paralel bir el selamıyla muharebe emrini aldı. Donanmaları yakılmış olsa da bir kova su hep ceplerindeydi. Teknelerin kaptanları hüzün ve acımanın kursakta düğümlenmiş yutkunuşuyla selama karşılık verdi. Faik Kaptan “Ah be Sait’im, bu dünya seni bile tükürdüyse bizi boğar,” diye mırıldandı. Miçolar meraklı bakışlarla kaptanı dinlemeye koyuldu.
“Sait Kaptan’la çocukluğumdan beri tanışırım. Ondan sonra da çok insan tanıdım ama kimse ona benzemedi. Buraların en cevval adamıydı, biz daha yeni uyanmışken o denizi alır, yüzüne sürer, balıkları çağırırdı. Teknesi ağzına kadar dolunca fazlasını bize verir, “Rastgele Amiral’im,” derdi. Onda bir efsun vardı, bütün kocakarılar ona cinli derdi. Bunlar hep masaldır, o denizin dilinden anlardı. Gel gör ki onu kimse anlamazdı. Akşamları avdan döndükten sonra kahveye uğrar, selamını sokardı göğüs kafeslerine. Tam ortaya çıkar, bir mendili bir de bastonuyla denizci hikâyesi anlatır, eve gidesimiz gelmezdi. Uyanık kahvecinin işine gelirdi. Onu dinlemek için kapının eşiğinde duran kadınlara da çay satardı. Sait hikâyeye bir başlardı ki ağızlar açıkta, kimse yudumunu alamazdı çayından. Soğur yenisi gelirdi. Bir gün gelmedi, ertesi gün de gelmedi. Günler sürdü gelmeyeli. Meraklanıp yanına vardım. ‘Anlat,’ dedim, ‘Sök içindeki pası Sait Kaptan.’ Bana uzun uzun baktı. Omzuma dokundu, hiç konuşmadı. Ben anladım içinde bir sevda ateşi yanmıştı. Nedir, ne değildir soramadım. Ona her şeyi soramazsın. Gerek görürse anlatır. O gün bugündür denize ağını atmaz. Takasının önüne oturur, ıslık çalar, suyun tuzunu yükseltir. Bizi görünce de selama durur, sonra başını eğer. Herkes onunla ilgili bir şeyler anlatır durur. Hiçbiri bilmez, için yangını nedir, nasıl söner, kül nedir, nereye savrulur. Hiç yanmamıştır içleri. Ben onu anlarım, bir bildiği vardır koca kaptanın. Susması gerekiyorsa susar. Bu dünyadan alacaklı olanları tanırım, sonunda teslim olurlar.”
Miçoları derin bir sessizlik kapladı. Faik Kaptan “Haydi herkes işinin başına yelkenler fora!” diye bağırdı. Her şey sessiz ve sakin akarken bir gümbürtü böldü uykuların yatağını. Böyle bir fırtına ne görülmüştür ne de anlatılmıştır. Tekne bir sağa bir sola savrulurken herkes bir köşeden hayatın yakasına yapışmış gibi tuttu. Gırtlağa kadar giren sular ölümü çağrıştırdı. Faik Kaptan dümenin başında yılların verdiği tecrübeyle inatlaştı çığlıkların göbeğinde. Direndi, diplerine kadar direndi. Elinden dümeni hiç bırakmadı. Tam on iki dakika süren boğuşma onlara on iki asır gibi gelmişti. Her biri ayrı noktaya savruldu, titremeler ve iniltiler gökyüzünü yardı. Herkes kendine geldiğinde yanık tenli çocuk kaptanın yanına gelip “Gördüm kaptan, gördüm,” dedi hıçkırarak. Kaptan babacan bir tavırla kolunu tutup “Neyi gördün oğlum, anlat hele,” dedi. Tekne sürüklenirken ben öne doğru savruldum. Sonra bir baktım ki bir kırlangıç balığı tekneyi çekiyor. Önce öldüm de başka dünyadayım sandım ama gördüm kaptan, bizi çekti,” dedi. Kaptan nefesini tuttuktan sonra “Anladım oğlum, hadi gidin biraz kuruyun,” dedi. Faik Kaptan zavallıcığın haline acıdı. “Öyle korkmuş olmalı ki iyi ki kafayı üşütmedi, buna şükür,” dedi.
Kasabada haber tez yayıldı. Diller kulaklara, kulaklar dile anlattı. Cemile Nine’nin tutmayan dizlerine derman geldi. Bastonuyla her tıklattığı kapıda anlattı masalı. Anlatacak kimse kalmayınca Sait Bey’e de fısıldadı birkaç ispinoz. İçine bir ok saplandı. Kemikleri es geçip ta sırtından çıktı. Öyle bir koştu ki meydanda onu gören ahali “Kendine bir şey yapmasa garibim…” diye dövündü. Dizlerden çıkan sesler gök gürültüsünü bastırdı. Onu en son gören fırıncı “Yedilere mi karıştı kırklara mı bilmem ama aldı başını denize gitti. Gözlerim şahittir,” diye yeminler üstüne yeminler etti.
Söylentilere göre aradan sekiz yıl geçmiş. Kahveciye göre en az on sekiz yılı vardı. Asırlarca Sait’i aradılar durdular. Artık jandarma da pes edince kulaktan kulağa onlar da fısıldaştı. Yanık tenli çocuk askerden yeni dönmüş, kahvede kallavi çayını höpürdetirken bütün yaratılmışların üstüne, hatta ve hatta namusu ve şerefi üzerine o fırtınadan nasıl kurtulduklarını anlatıyordu. Askerdeki arkadaşları artık bu hikâyeden bıkmış, deli bu diye bölük komutanına şikâyet etmişler. Tam o sırada ince bir yağmur süzüldü. Uzaklardan bir adam gözüktü. Kahvedeki herkesin çenesi tutulmuş “Allah!” diye bağırmaya başlamışlardı. Yanık tenli “Sait Kaptan geldi,” diye haykırdı. Orada olanlar orada olmasa hayatta inanmazlardı. Ayağını sürüye sürüye vardı kasabanın meydanına. “Kahveci bir çay yap bana, tütünümü sarayım ben de,” dedi. Bir sessizlik koptu, kulaklar çın çınladı. Çayından beş yudum aldı. Mendilini çıkardı, iskemleyi ortaya çekti.
“Ben Sait Kaptan, kiminiz beni tanır, kiminiz kocakarı masallarında duymuşsunuzdur. Bir de ben anlatayım. Günlerden bir gün şafak sökmeden uyandım. Ağımı aldım, oltamı koluma yaren ettim, takama bindim. Nedendir bilmem ‘Biraz daha açılayım da ileride avlanayım,’ dedim. Bayati makamından bir ıslık saldım suya, attım ağımı rastgele denizin içine. Saatler geçti tıkırtı yok, ‘Biraz kestireyim belki nasibimizde yoktur,’ dedim. Elimden çekiştirildiğini anlayınca ‘Nasip geldi,’ dedim. Çektim ağı ayaklarımın dibine. İçinde bir tane balık… Çok güzel bir kırlangıç balığı. Uzun uzun birbirimize baktık. Ağın içinden ayaklanır gibi çıktı. ‘Sait Kaptan, çok bekledim beni tut diye. Ben seni yıllardır izlerim, sesini dinlerim, kıyına vardım bana da anlat diye,’ dedi. İki elim bağrımda, aklımı kaybettiğimi sandım. Halimi hatırımı sordu, içime dokundu nağmesi. ‘Tekrar gel,’ dedi bana. Her gün onu görmeye gittim. O anlattı ben dinledim, o dinledi ben anlattım. Bir sevdadır aldı başımı gitti. Sakın beni ayıplamayın, insan hiç kime sevdalanacağını seçebilir mi, ben seçemedim. Yüzümü güldürdü, bazen tuzlu su aktı gözümden, ‘Hayattır,’ dedi yüzüne sürdü. Böyle yıllar geçti, bir gün gelmedi, bir gün daha gelmedi, anladım ki gelmeyecek. Ben de sustum, oturdum, hep bekledim. Ta ki Faik Kaptan’a yardım ettiğini duyuncaya kadar. Bir koşu attım ona doğru, kendimi onun evinde buldum. Yıllarca kulaç attım aradım durdum. Yaşlı bir dülger balığı ile karşılaştım. Onun anlatmasına göre ayıplamışlar onu, ‘Bir insana gönül verme, seni yakalar,’ demişler, küsmüş bütün denize. Kıyı kıyı gezip durmuş. Takıldım peşine, en son görüldüğü kıyıya vardım. Bir tekne vardı yanında. Gökyüzünden bir ağ çekilirken teknenin gövdesinde denizkızlarının mırıltısını işiten balıklar ağıtlara başladı. Bir notası eksik olsa da kulakların kiri irice döküldü suya. ‘Bu ne cümbüş bu ne kıyamettir Ya Rabbi,’ diye avuçlarımı dikeye doğru uzattım güneşin kavurtusunda. Bir ihtimalde birleşirdik, bir ihtimalde ellerim yatay durdu. Son kez dokundum şıkırtılı pullarına. Karalar, iskeleden uzaklaştı. Bütün kaptanların seyir defterleri aynı yerden yırtıldı. Keşfedilmek üzere işaretlenmiş haritadaki bir nokta kaldı. Çarşafı üstüne örttü sular. Gözlerine bir veda busesi verdim. Şimdi gidiyorum, bir daha gelmemek üzere. Anlatmasam deli olacaktım.”
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Dünya İle Derdi Olanlar: Tolstoy’un Varoluş Arayışı - 9 Eylül 2024
- Küçültülmüş Sancılar ve Tapınılmış Yüzler - 8 Eylül 2024
- Unutma Bahçesinde Anımsamak ve Sil Baştan Yaşamak Üzerine - 28 Ağustos 2024