Yazar: 19:22 Öykü

Gök Mavisi

Görebildiğim tek şey bakamadığım bir aydınlık.

Ne zamandır gözlerimi kırpmadan baktığımı bilmiyorum. Batan iğne hissi göz kapaklarımı aşağı indirmeme neden oluyor. Çıplak ampulün silüetini görüyorum gözlerimi bir daha açana dek. Neden avize olmadığını düşünüyorum. Sonra neden avize olması gerektiğini. Neden süsten arınınca ampulün çıplak kaldığını. Işık yine ışık değil mi? Bakışlarımı biraz etrafta dolaştırıp görüşümü netleştirmeye çalışıyorum. Kollarım iki yanda uzanmış. Bacaklarım da. Öylece sırt üstü yatıyorum. Yamuk duran duydan gözüken kablolar eşliğinde düzgün takılmamış ampulü seyrediyorum. Her an düşecek gibi bakıyor. Belli ki soyunmuşluğundan utanmış, giyinmek istiyor. Benim de istediğim tek şey eve girip zamanı kapı dışarı etmekti. Beceremedim.

Etrafımın dolaplarla çevrili olduğu bir odada belki de saatlerdir uzanıyorum. Yatak odası. Yıkanmamış çarşafın o tanıdık kokusu. Yaşanmışlığın kokusu. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Gardırop kapakları açık. Sol baştan sayıyorum. Bir, iki, üç. Üç çift kapaklı giysi dolabı. Bir de o kulpu düştüğünden beri kullanılmayan dolap, dört.  Üçüne de tanıdık bir gülümsemeyle bakıyorum. Dördüncüsüne baktığımda yüzümdeki gülümseme yerini burukluğa bırakıyor. Kulpsuz olan dolabın varlığı kullanılmadıkça yokluğa dönüşmüş. Var ama aynı zamanda da yok. Neden kullanılmadığını ve neden ona biraz emek vererek kullanılabilir bir hale getirmediğimizi düşünüyorum. Kendi kendini düzeltemeyen kulpu kırık dolaba hüzünleniyorum. Diğer dolapların içlerinde bir sürü anı asılı. Bazıları buruş buruş bazıları ise ferahlatıcı bir güzellikle duruyor. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum. Hiçbiri değişmemiş. Sadece giyilenlerin yeri değişiyor. Ne atabiliyoruz ne de değiştirebiliyoruz anıları. Ama yerleri değişiyor işte. Artık kalkıp kapatmak gerek kapakları. Tozlanmasın istiyorum.

Bir süredir akşamları işten eve gelip kendimi yatağa bırakıyorum. Yatak da beni bir zaman sonra geri bırakıyor. Geçirdiğim günün üstesinden ancak yatarak gelebiliyorum. İş ve ev döngüsü. Bir süredir bu döngü hiç değişmiyor. Zamanımın neredeyse hepsini geçirdiğim patronumun her gün gülen ama aslında gülmeyen yüzüne bakmak gibi. Hareketlerini korkusunun yönlendirdiğini bilmek ama bilmiyormuşçasına çalışmaya devam etmek gibi. Koltuk korkusu! Yükselememe veya düşme korkusu. Koltuktan neden korkulacağını düşünmeden edemiyorum. Kafamı çevirip sol yanımda duran üstünde giyilmiş kıyafetlerin yığılı olduğu berjere bakıyorum. Sırtımızı ve kollarımızı dayadığımız bizi rahata erdirip dinlendiren bir eşyadan neden korkarız? Hep dinlenme isteği belki. Çalışmadan dinlenmek olur mu? Belki de kalktığımızda artık oturacak yer bulamama korkusu. Ya da koltuk olma isteğiyle koltuğa dönüşene kadar kalkmamak. Koltuklaşmak. Bir koltuğa bu kadar anlam yüklenebileceğini görmek… Ayakta duramıyorsak oturmak ne kadar anlamlı olabilir. Koltuklardan korkuyorum.

Karasinek dans eder hareketlerle çıkıyor giysilerin arkasından. Ne kadardır dolabın içinde kim bilir. Biraz takip ediyorum nereye uçtuğunu. Ne güzel özgürce uçtuğunu düşünürken evin içinde hapsolduğu aklıma geliyor. Bizler gibi tutsak bir özgür olduğu. Ta ki ben camlardan birini açana dek. Yukarı doğru sıyrılmış paçamdaki tenimi görüp açıklığa konuyor o an. Kıllarımın arasında bir yer bulabilmiş kendine demek. Kıpırdamıyorum. Kıpırdamayınca o da kıpırdamıyor. Beni yalnız bırakmak istemiyor. O gittikten sonra ben de her şeyi yalnızlığıma eşlik ettiriyorum sanki.

Kapıyı çarpmadan usulca gideli dört ay olacak. Bana gitmenin ve kalmanın ne demek olduğunu öğreten dört ay. İlk ay kabullenememekle, ikinci ay öfkeyle, üçüncü ay ise üzüntüyle yoğrularak geçirdiğim günler. Gidişiyle birlikte koltuğa da sineğe de kendime de bakışım değişti. Hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu düşünüyorum. Bir sineğe bile dikkatlice bakamayacak kadar onunla yaşamak, onun olmak mı yoksa onu görmemenin artık her şeyi görebilmenin bir yolu olduğunu bilerek yaşamak mı? 

O gittiğinde yattığım bu yataktan sanki ilk defa kalkıyormuş gibi doğruluyorum. Bugün günlerden cuma olup olmadığını öğrenmek için telefonumu aramaya başlıyorum. Evde telefon dışında hangi zamanda olduğumuzu gösterecek hiçbir şey yok. Ne bir televizyon, ne bir gazete ne de bir insan… Telefonu bulduğum yer onu hiç çıkarmadığım montumun cebi oluyor. Evet bugün cuma. Hızlı geçen beş günün ardından hiç geçmeyecek bir hafta sonu var önümde. Ben ve eşyalar. 

Evin içinde biraz yürümeye başlıyorum. Yatakla diğer odalar arasındaki olan mesafe beni düşündürüyor. Yakının nasıl da en uzak gelebileceğini görüyorum. Diğer odaların beni kabul etmesini bekliyorum. Bulunduğum yeri havalandırmayı çocukluğumdan beri severim. Daha çok benimmiş gibi hissettirir evi. Bu yüzden kalktığımda ilk yaptığım işlerden biri camları açmak oluyor. Benim evi, evin de beni mutlu ettiği an. Havanın yüzüme çarptığı o an, yaşıyorum diyebildiğim anlardan. Evi dışarıyla buluşturuyorum. Öyle bir kucaklaşıyorlar ki beni bile mutlu ediyor bu buluşma. Ama birazdan ayrılacak biri yine. Hep kalamaz. Kalırsa… Sahi ne olur kalırsa?

Derin iç çekişler eşliğinde camları kapatıyorum. Yapacak başka işim var mı? Ben yapmak isteyince var yoksa da yok. Temiz olanı severim. Ama temizin değerinin de kirliden ötürü oluşunu artık öğrendim. Gözümün gördüğü yerinde olmayan her eşya rahatsızlık veriyor. Ama dağınıklığı ellemek istemiyorum. İçimin dağınıklığına eşlik ediyor çünkü evin dağınıklığı. Toparlanmak süreç istiyor elbet. En başta da istek. Ama ben alabileceğim, bana verebileceği her şeyi almak istiyorum önce bu dağınıklıktan. Dağınık kalsın istiyorum. Neden dağıldığını öğrenip öyle toplamak istiyorum. Evim benim en iyi arkadaşım.

Gözüm camın sağ alt köşesinde duran küçük kare sehpaya dalıyor. Normalde bir adı varsa ne olduğunu hatırlamadığım belki de hiç bilmediğim ahşaptan bir küçük kare sehpa. “Çiçekleri koymak için çok güzel olmaz mı!” demişti bu sehpayı gördüğü zaman. “Güzel de bizim çiçeğimiz yok ki?” diye çıkışınca, “Olsun, belki olur,” diyerek beni susturduğu andaki görüntüler geliyor aklıma. Sehpanın üzerinde bir çiçek var şimdi ama artık o yok. 

Çiçeğe bakıyorum ona bakar gibi. Çiçeğin adını bilmiyorum. Hiçbir zaman bitkilerle aram iyi olmadı. Bir dalının sarıya çalan bir renge büründüğünü görüyorum. Yavaş yavaş ilerliyor köküne doğru bu sarılık. Biraz daha yaklaşıyorum çiçeğe. Çok güzel. O da çok güzeldi. Ama sarı olan dalına doğru kafamı yaklaştırdıkça üzülüyorum. Büzülmüş. Öylece düşmek yerine diğerlerine de çürümüşlüğünü bulaştırmak üzere ilerlemeyi tercih etmiş. Direniyor. Belki o da üzgün. Üzgün ve öfkeli. Gitmek yerine, gitmeyi ve artık kalamayacağını kabullenmek yerine, kalanları da giderken yanında götürmek istiyor. Bunun doğru olmadığını ve ne kadar kötü gözüktüğünü anlatmak istiyorum öfkeli dala. Onun gidişini de anlatmak istiyorum. Güçlülükle sarılıklarını da alıp götürürken benim de onu üzgün ama bir o kadar da hayranlıkla nasıl izlediğimi bilsin istiyorum. Bu kötülüğü yapmamalı güzel çiçeklere. Farkında değil ama olmalı. Artık gitmesi gereken dalı parmaklarımla yavaşça kavrıyorum. Son bir kez bakıyorum en derinine. Ve sessiz bir güç gösterisiyle diğerlerinden ayırıyorum. İşte gitti. Bazen gitmek, gidilmesinin gerektiğini anlamak ve anlatmak gerek. Gidişlerin hep kötü olmadığını. Gitmeden gelinemeyeceğini de anlatmak gerek.

Sarı dal giderken daha sarıya bulanmamış diğerleri buruk bir gülümsemeyle bakıyor ardından. Kendilerine gelecekler. Sadece biraz bakım, biraz su ve biraz zaman. Mutfağa doğru yürüyorum, ağzına kadar dolu olan çöp kovasını açıyor ve atıyorum dalı çöpün içine. Son bir kez bakarak simsiyah poşeti kovadan ayırıp ağzını bağlıyorum. Elimdeki siyahlıkla birlikte dışarı çıkıyorum. Hava güzel. Birkaç adımla çöp konteynerine ulaşıyorum. Ve siyahlığı elimden bırakıp bu güzel havadan payımı almak için yürümeye başlıyorum. Maviliğe bakarak yürüyorum. Yürüdükçe kendime geliyorum.

Buse Karabulut
Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close