Yazar: 18:09 Öykü

Büyük Birader

2527 yılı. Köpeğim Kırpık’la tek kişilik bir uzay aracında uzay seyahati yapıyorum. Şu an bulunduğum yer gezegenim olan dünyadan fersah fersah ışık yılı uzakta. Klişe tabiriyle uzayın ortasındayım diyebilirim. Aracın camından baktığımda ufak beyaz, sarı ve mavi ışıkların benek benek doldurduğu sonsuz bir karanlıktan başka bir şey göremiyorum. Bu öylesine bir seyahat değil, öylesine seyahatlerim de oldu tabii; ama bu onlardan değil, birini ziyarete gidiyorum.

Her şey haftalar önce dondurma yememle başladı. Şöyle anlatayım, bizim dünya gezegeninin de içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi ve buna ek olarak Andromeda Galaksisi’nin yaratıcısını 2400’lü yıllarda insanlık alemi olarak bulduk. Bilimin mucizesi işte, atalarımızın yüzyıllar boyu sorduğu sorular bizim neslimizle birlikte yavaş yavaş cevap bulmaya başladı. Gerçi sadece Samanyolu ve Andromeda’nın yaratıcısını bulduk, diğer galaksileri hatta tüm kainatı kim yarattı ya da yaratıldılar mı? Tüm bunların mantığı ne? Hala bir muamma; ama olsun, surda bir gedik açtık, bizden sonrakilerin de daha öte gelişmelere yürüyeceğinden eminim en azından.

Ne diyordum, işte bu yaratıcıyı bulduktan sonra bizimkiler ( yani insanlık alemi) ona George Orwell’e duyulan saygı sonucu Büyük Birader adını taktı. Gerçi Orwell’in Büyük Birader’i karanlık ve kötülüğü çağrıştırıyor; ama her şeyi bilip gözlediğinden ötürü galaksilerimizin yaratıcısına bu ismi layık gördük. Orwell’in Büyük Birader’i kötü olabilir, ama biz Büyük Biraderimizi çok seviyoruz. İşte onunla temastan ve bir sürü bilimsel ve teknik ayrıntıdan sonra dünyamızdan her yıl bir kişi çekilişle, 1 günlüğüne Büyük Birarder’in gezegeni olan Vulcan’ı ( bu isim bana bir yerden tanıdık geliyor ama neyse!) ziyaret etmeye ve Büyük Birader’le konuşup ona kendisi için evrendeki en önemli soruyu sormaya hak kazanıyordu.

Doğru tahmin ettiniz! Evet bu yılın kazananı benim. Bu da şöyle oldu; çekiliş dondurmayla oluyor. Dünyadaki milyarlarca dondurmanın çubuklarından birinde büyük harflerle “BÜYÜK BİRADER” yazısını bulan talihli bu çekilişi kazanıyordu. Bu işte sahtekarlık falan olmuyor mu diye düşündüyseniz, bunun da yolunu bulmuşlardı tabii. “Büyük Birader’le İletişim Enstitüsü” kendi yazısının kodlarıyla çekilişi kazandığını iddia eden kişinin çubuğundaki yazının kodlarını birbiriyle eşleştiriyor ve ancak sonra bu piyangonun kazananından emin oluyordu.

Evet o talihli bendim. Normalde vanilyalı dondurmayı severim ve o şanslı kişi olabilmek için her gün en az bir vanilyalı dondurma yedim; ama bir türlü şans yüzüme gülmeyince ilk defa tercihimde bir değişiklik yapıp çilekli dondurma istedim. Ve evet bingo! Dondurmam bittikten sonra elimdeki çubukta “büyük birader” yazıyordu. Olay bu kadar basit. Bu arada bu kadar ciddi bir şeyin çekilişi dondurma çubuğuyla mı olur? diye sormayın. 2500’lü yıllarda dondurma medeniyetimiz için adeta kutsal bir yiyecek, tapılacak bir nesne. Öyle ki bununla ilgili tarikatlar bile var ve yılda en az bir kez; şarap, şehvet ve dondurma yeme ayinleri düzenliyorlar. 2500′ ün de kutsal yiyeceği dondurma olurdu zaten ne bekliyordunuz! Yüzyılların konuları tüketmesi ve bu tükeniş sonucu elde kala kala tek kutsal olarak dondurmanın kalmasıdır belki de bunun sebebi.

Neyse kazanmıştım. Görsel medya, sosyal medya kısacası olabilecek ve aklınıza gelebilecek tüm medyalar benden bahsediyordu. Bir film yıldızı gibi popülariteye kavuşmuştum. Hoşuma gitmiyor da değildi bu durum. Ufak bir çubuk kısa bir süreliğine de olsa hayatımı baştan aşağı değiştirmişti. Röportajlar veriyor, seminerlere katılıyordum. En çok da “Senin için evrendeki en önemli soru nedir?” diye soruyorlardı, büyük biradere soracağın o meşhur soru ne olacak diye için için merak ediyorlardı. Ama bu soruya cevap vermedim. Bu benim sırrımdı, ben ve büyük biraderden başkası bunu öğrenemeyecekti.

Neyse, artık uzayın ortasındayım, istikamet Vulcan. Yolculuğum şöyle oluyor: dünyadan çıktıktan bir müddet sonra aracımla üç sıçrama yapacağım, her sıçramada milyonlarca ışık yılı mesafe katedeceğim, bu sıçramalar arasında da bir müddet aracım yavaş hareket edecek. Bu yolculuğum esnasında Vulcan’la birlikte toplam üç gezegenin yakınından geçeceğim. Bana böyle tembihlediler, ben de aynen kabul ettim. İşin bilimsel yönünü merak etmedim.

Kırpığımla boşluktaki yıldızlara bakıyoruz. Kırpık kahverengi tüylü bir fino, eski sevgilimle birlikte almıştık onu, ondan bana bir tek bu kaldı.

-Kıııırpııık, nasıl gidiyor tatlım?

-Hav hav

– İyi.

Şu koyu ve biraz karanlık olan yıldız, eski sevgilimin gözlerine benziyor. Hurma gibi. Ah, eski aşkım ah! Hala unutamadım seni. Her yerde, her şeyde seni görmeye devam ediyorum. Şu takım yıldızlar da tıpkı onun meme… Neyse, kendime oto sansür uygulayacağım. Bu yaşadıklarımın günlüğünü tutup bizden yüzyıllar önceki nesillere göndermek isterdim. Mesela, 2021 yılına. Zaten ne hikmetse aklımdaki bilgiler 2021 yılı ve öncesine ait, neyse!

İlk sıçrayışımı yaptım, hiç sarsılmadım, gayet sakin geçti. Önünden geçtiğim gezegen masmavi, çevresindeki tek tük beyaz bulutlar bunu engelleyemiyor. Monitörden gezegenle ilgili bilgilere bakıyorum. Adı V2210′ muş. Canlıları telepatik yolla iletişim kuruyormuş. İlginç. Düşüncelerinin böyle ayan beyan ortada olması, onların düşüncelerini belli bir düzeneğe, sistematiğe koymasına yol açıyor ve bu onları dingin yapıyormuş. Medeniyetleri de bu dinginlik üzerine kurulu, binaları, şehirleri, giyim tarzları… Hep ölçülülük üzerine kurulu her şey, bu onları sağlam ve tehlikeye daha az müsait yapıyormuş. Bunun sebebi şu; şunun sebebi o falan filan. Hep neden- sonuç ilişkisi, evrenin her yerinde bulunan nedensellik ilkesi, içim dışım sebep sonuç olmuş zaten, kussam boğazımdan nedensellik ilkesi çıkacak. Amaaan kıçım! Medeniyetiniz de sağlamlığınız da sizin olsun; ben en büyüğün yanına gidiyorum, değmeyin keyfime, haha!

İkinci sıçrayışı da yaptım. Bu sefer diğerine nazaran kızıl bir gezegenin önündeyim. Monitöre bakıyorum ismi Cafer’miş. Cafer mi? Yunan’ın Roma’nın suyu mu kurudu? Hem Cafer ne? Bunlarda cinsellik ve üreme yediği yemekler yoluyla giriyormuş. Temassız, karşılıklı yenilen yemeklerle çocuk sahibi olunabiliyormuş. Vişne, avokado, ananas gibi yiyecekler şehvetli seks yapmak istedikleri zaman tercih ediliyormuş ( bu meyveler burada da varmış, bunu da öğrenmiş oldum), sırf üreme olsun diye şehvetten uzak seks içinse armut, kavun, domates gibi yiyecekler yeterliymiş. Bir yaşıma daha girdim. Tanrım bu ne olağanüstü bir düzen, bu ne sistematik, bu ne her şeyin harfi harfine uyması, bu ne ahenk, eee… Bu ne saçmalık. Neyse bir sıçrama daha, sonra Vulcan’dayız. Kendimi gezegen gezegen dolaşan Küçük Prens’e benzettim; hani sarhoşumuz ve kendini beğenmişimiz eksik

Vulcan’dayım, araçtan indim. Mekanın sahibinin yerinde olduğumdan ötürü nefes almak için özel bir kıyafete gereksinimim yok. Ben ve Kırpık en yalın halimizle iki galaksinin en büyüğünün karşısına çıkacağız. Etrafım rengarenk; Tanrım bu ne güzellik, bu ne şaşa, tıpkı, tıpkı… Hiçbir şey bilmiyorum. Etrafımdaki nesnelere bir ad vermekte zorlanıyorum. Dağ, taş, ova; buradaki şeyler bunların hiçbirine benzemiyor, dünyayı bana anımsatan tek şey renkler, başka da hiçbir şey dünyadakine benzemiyor. Evrendeki her şeyi birbirine benzer sanıyordum, yanılmışım. Hani renkler de olmasa algım alt üst olur, fıttırırdım herhalde. Kısa bir yürüyüşten sonra büyük kolonlarla kaplı dev bir bina görüyorum. O’nun yeri, öyle söylemişlerdi. Dünyayı andıran bir şey bulabildim sonunda. ABD’deki Beyaz Saray’a benziyor (2021 ve öncesine ait bir bilgi daha, haha!)

Binadan içeri giriyorum ve esas adam karşımda, koltuğunda oturuyor, yüzü mütebessim. Beni beklediğini anlıyorum. Büyük Birader’in saçı ve sakalı beyaz ve kabarık Karl Marks’a benziyor (benim olduğum bir öykü de en fazla kime benzeyecekti ki?) Oturduğu yerden belden yukarısını görüyorum, belden aşağısı pek seçilmiyor( senaryolarda bu teknik karakterin azametini gösteriyormuş, çaktırmayın). Kırpık onu görünce sevinçten ve heyecandan kuyruk sallıyor, gücün karşısında kendinden geçmiş gibi, demek ki doğru yerdeyim, bana karşı hiç böyle bir tepki de bulunmamıştı. Bir an için Büyük Birader’i kıskandım; neyse bozuntuya vermeyeyim.

-Aa ekselansları şu zavallı kulunuzu yerinize kabul ederek ne kadar onurlandırdınız anlatamam! ( Dostoyevski karakterleri gibi konuştum).

-Hoş geldin evladım, şeref verdin.

-Şey aklıma hemen şu soru geldi. Neden sadece Samanyolu ve Andromeda’nın yaratıcısısınız, neden diğer galaksilerle bir ilginiz yok?

-Evladım, benim de gücümün bir sınırı var, diğer galaksilere etki edemiyorum. Diğerlerine de başka büyük biraderler bakıyor. ( Bu ismi benimsemiş anlaşılan). Evet, evladım sonda sorman gereken soruyu baştan alalım, senin kafanı kurcalayan ne, senin evrendeki en büyük sorun ne?

-Teşekkürler efendim, madem istediniz sorayım o zaman soruyu, benim için evrendeki en büyük soru şu ki: eski sevgilimin gözleri neden hurmaya benziyor?

-Ah siz aşıklar yok musunuz? Aşık olduğunuz kişinin her zerresini, her kıvrımını merak edersiniz?

-Evet.

-Şey biraz şaşırdım da doğrusu? Bula bula bu soruyu mu buldun? Neyse, yani sevgilimin gözleri neden bu kadar güzel mi diye sormak istiyorsun yoksa neden ne bileyim üzüme değil de hurmaya mı benziyor diye soruyorsun?

-Bilmem, neden hurmaya benziyor? sadece bu.

-Ah! Evet ama istersen en baştan başlayalım . Mesela bu devasa iki galaksiyi nasıl yarattığımla. Sana bir sır vereyim mi? Her şeyin başı şehvet, tüm bu zor şeyleri tutkum sayesinde yaptım. Bu tutku ki bu zor girişimimin her saniyesinde bana güç verdi. Zorluklara ve uzun meşakkate, bu uzun yolculuğa bu tutkum sayesinde göğüs gerebildim. Ama zorluk deyince yanlış anlama, size göre zorluk ve bana göre zorluk aynı şey değil. Size göre zaman ve bana göre zaman aynı şey değil. Çok zor; ama hiç zor değil. Her şey milyon yıllar sürdü fakat bir anda oldu, çok yoruldum; ama aynı zamanda hiç yorulmadım. Çok çabaladım, ama aslında hiç çabalamadım. Tüm bunları yaratmak için çok plan yaptım, ama aslında bir parmağımı şıklatmam yetti.

-Hıhı! ( Aziz Boethius aşkına beynim yandı).

-Evet, senin soruna gelince. Ah siz zavallı kullarım. Siz güzeller ve çirkinler, zenginler ve fakirler, güçlüler ve güçsüzler, şanslılar ve şansızlar. Neden her şey bu kadar adaletsiz deyip benim adaletime her gün küfredenler. Size şunu söyleyebilirim ki: hiçbir şey göründüğü gibi değil, içiniz ferah olsun, müsterih olun, Benim bir planım var.

-Sözlerinizden okuduğum kitapların dışından bir bilgi göremiyorum, bunca yolu bunlar için mi geldim?

-Ne diyeyim evladım? Sevgilinin gözlerinin hurma gibi olmasını evrime, genetiğe mi bağlayayım? Onun genleri güzelmiş, diğerlerine de şansınıza küsün mü diyeyim?

-Hala bildiğim şeyleri tekrar ediyorsunuz.

-Eeee! Sıktın, ama… Öykündeki bir karakterden ne bekliyorsun ki? Senin kölenden başka neyim? Haşmetime aldanma.

-Ne bileyim? Daha farklı, daha doyurucu bir açıklama beklerdim.

-O zaman daha fazla kitap okusaydın da bugün sana daha donanımlı cevaplar verseydim, sersem.

-Ama senin dediğine göre, ne kadar okursam okuyayım, her halükarda benim bildiğim şeyleri söyleyeceksin.

-Eh yani! Orası da senin sorunun.

-Tüm büyüyü bozdun, buraya gelmem kabahat, Karl Marks kılıklı seni.

-O da kim?

– Sen koskoca Büyük Biradersin Karl Marks’ı nasıl bilmezsin?

-E bu soruyu da sen sorduruyorsun bana.

-Üffff uğraşamayacağım, ben gidiyorum, hadi eyvallah. Ayrıca belden aşağını da gördüm. Hadi Kırpık gidiyoruuz.

-Hav hav.

Büyük Birader tam bir fiyasko çıktı. Onda da aradığımı bulamadım. Neden her şeyi hep ben yapmak, ben bulmak zorundayım? Neden hep kendime güvenmek zorundayım? Kişisel gelişim kitabı karakteri miyim? Neden benim dışımdaki “bilgi” nin serin sularına kapılamıyorum. Hayatımın fırsatını yakalamıştım, bana verdiği tek şey hayal kırıklığı oldu.

Ama pes etmeyeceğim, tam on yıl sonra yine onun karşısına çıkacağım, gerekirse yıl boyu çilekli dondurma yerim. Ama bu sefer daha çok okuyarak, daha donanımlı çıkacağım karşısına. İşte o zaman belki bende beni aşar. Zihnimde bir gedik açıp oradan çıkar ve özgürlüğüne kavuşur da belki benden başka, benim dışımda, bana mahkum olmayan bir gerçeği söyler bana da aydınlanırım; salt gerçeğe: o kendimden ötürü, kendimden kaçamadığımdan ötürü ulaşamadığım salt gerçeğe onun sayesinde ulaşırım.

Şimdilik bu kadar. Ah hurma gözlü ah, seni o kadar özledim ki, evlenmiş misin acaba? Senin gibi hurma gözlü çocuklar mı dünyaya getirmişsin acaba? Ah en büyük aşkım ah! Senden bana bir tek bu kırpık kaldı.

Şinasi Türmüş

Şinasi Türmüş
Latest posts by Şinasi Türmüş (see all)
Visited 1 times, 1 visit(s) today
Close