Yazar: 21:13 Deneme

Adsız!

Ben Franz Kafka. O olmadığımı biliyorsunuz da, yine de oymuşum gibi davranayım. Adımdan da anlaşılacağı üzere mesleğim yazarlık. Odamdaki perdelerin kırlentleri bir bir dökülmüş, perdem yarıya inmiş. Ah ah, şu fakirlik yok mu? Bir gün yazılarımdan para kazansam da ihtiyacım olmadığı kadar kırlent alsam. Yeni bir perde, yeni bir ev, yeni bir şehir, yeni bir hayat… Ah ah… Hırslı mıyım? Evet, sonuna kadar. Zaten şu an size bu duygumdan bahsedeceğim.

Lisede bir edebiyat hocam vardı. O kadar temiz ve titizdi ki arkadaşlarla aramızda ona ütülü pantolon lakabını takmıştık. Bembeyaz dişler, tertemiz gömlek, kravat ve pantolonlar… Adamdaki bu titizliği ve yaşama sevincini kıskanırdık. Bir de Kafka hayranıydı, yani benim. Aman, her neyse… Dönüşümü bize ezberletmişti diyebilirim. Kompozisyonlarımı çok beğenirdi, edebiyatla daha fazla ilgilenmemi isterdi. “Neden senden bir Goethe, Flaubert, Kafka çıkmasın?” derdi. Kulağınız çınlasın hocam, artık Kafka’yım. Bir gün bunlardan yalnız başımıza konuşurken değil de, sınıfın ortasında bahsetmişti. Konuşmasının sonunda, herhalde hırsımı fark etmişti ki, bana “Evladım, sen tam olarak ne olmak istiyorsun?” diye sormuştu. Bu çok basit görünen soru karşısında afallamıştım. Cevabı o kadar uzun ve karmaşıktı ki hiçbir şey diyememiştim. Gerçekten ne olmak istiyordum? Cevabı oldukça basitti aslında: herkes, her şey… Yeryüzündeki herkes olmak isterdim, yeryüzündeki her canlı… Hatta hızımı alamayıp yeryüzündeki her somut ve soyut nesne olmak isterdim. Bazen bir taş, bazen bir elma, bazen bir solucan; bazen de aşk, tutku, nefret, hüzün, sıkıcılık, oburluk ne varsa hepsi olmak isterdim. Lenin, Che, Nietzsche, Gandhi… Hepsi ama istisnasız hepsi olmak isterdim. Anlaşılacağı üzere sonunda Kafka ile yetinmek zorunda kaldım. Bu yüzden hocanın sorusuna doktor, öğretmen, politikacı hatta yazar cevabını vermem o kadar yavan kalırdı ki. Evrendeki ve evrenin bile ötesindeki tüm soyut ve somut nesneleri deneyimlemek, onlar olmak, onların yaşadıklarını yaşamak isterdim. Aşk olup genç kızların ve erkeklerin yüreğini titretmek, bıkkınlık olup birine of çektirmek ya da ne bileyim, sahilde bir taş olup dalgaların getirdiği sularla ıslanmak ya da bir kurtçuk olup bir elmanın içinde serüvenden serüvene atlamak isterdim. Bir programda, Tamer Karadağlı çocukken “Ne olmak istiyorsun?” sorusuna “Öğretmen, polis, pilot kısacası hepsi olmak isterdim, bu yüzden oyuncu olmayı seçtim.” diye yanıt vermişti. Ben de her şey olmak istediğim için ve bu Don Kişotluğun verdiği acıdan bir nebze kurtulmak istediğim için yazar olmayı seçtim galiba.

Doyumsuz arzularımız… Haha, Schopenhauer sırf bu yüzden mutlu olamayacağımızı söylemiş. Tamam da, bunda bir yanlışlık yok mu? Bu doyumsuzluğun verdiği coşkuyu, iştahı, zevki başka ne verebilir bize? İçimizde yanan o ateşin etimizi, kemiğimizi eritmesine bile bile razı olmuyor muyuz? Bu yanış bizi zevkten zevke sürüklemiyor mu? Evet bu bize acı çektiriyor, bir arzumuz tatmin edilince hemen ötekine koşuyoruz; bu koşu bizi yakıp kavursa da, bizi Schopenhaur’un deyimiyle mutsuz etse de, bu mutsuzluk bize şevk vermiyor mu? Öyle ki, “Bunları elimizden alsalar, yalın haliyle hayat sıkıcılıktan başka bir şey değil,” demiş. Oysa hayat dediğin tam olarak bu doyumsuzluk değil mi? Arzusuz bir hayat tam olarak ne oluyor, bunun nesnel bir tanımı yapılabilir mi? İnsani yönlerinden kopmuş bir insanı bekleyenin sıkıcı bir hayat olduğu yargısı ne kadar geçerli? Bu, “Bir taş olsaydın çok sıkılırdın,” deme safsatasıyla aynı şey değil mi? Hayat dediğin şey zaten tam olarak arzu, tutku, hırs değil mi zaten? Bunlardan yalıtılmış bir insan gösterin o zaman, size sıkıcılığın tanımını yapayım. Fakat sorun şu ki, kişinin sıkılabilmesi için de bu yukarıda saydığım duygularının olması gerekir. Bu duygulardan arınmış biri için sıkılmak söz konusu olmazdı herhalde. Bu, “Taş, taş olmaktan çok sıkılıyor,” önermesini getiriyor yine akla. İçimdeki bir türlü bitmeyen, sürekli coşan, tüm evreni yutarcasına iştah dolu olan bu istek, beni yaşama o kadar bağlıyor ki; her şey olma isteğim, susuzluğum o kadar çok ki, okyanuslar içsem bu susuzluğum dinmez. İyi ki de dinmiyor; çünkü Schopenhauer’un deyişiyle aksi olsaydı hayat çok sıkıcı olurdu.

Neden insanoğlu bu kadar doyumsuz? Bunun esas sebebi ne, anlamış değilim. Seleflerimiz olan hayvanlarla aramızdaki fark o kadar az olmasına rağmen, neden hayvanlar güdülerinin peşinde kaygısız, tasasız bir hayat sürerken; onlardan tek farkımız olan beyin yüzünden, onlardan bir tık fakat gayet ufak bir tık fark yüzünden neden evreni yutacak kadar iştahlıyız? Ufak bir fark, fiziksel olarak düşündüğümüzde ise çok daha ufak olan bir fark yüzünden neden hayvanlarla aramızda muazzam bir uçurum var? Sırf atalarımız ateşi buldu diye ve bu sindirimi kolaylaştırdı diye, sindirimin kolaylaşması da beynimize giden enerjiyi arttırdı diye mi seleflerimizle aramızdaki uçurum bu kadar büyük? Bu tesadüf, bu ufak fark yüzünden mi bir uygarlık kuruldu? Dinler, peygamberler, filozoflar, fatihler, savaş, barış ve aşklar; Schopennhauer’un pesimist felsefesi, Büyük İskender’in doğu seferi, Rahibe Teresa’nın kendini kimsesizlere adaması ya da Yahudi Soykırımı veyahut benim bugün Kafka olduğumu iddia etmem, hep bu ufak tesadüf yüzünden mi? Her şey pamuk ipliğine bağlı dedikleri buymuş herhalde. Örneğin herhangi bir ormanda bir ağacın düşerken çıkardığı ses sırf yeryüzünde bir zihin, bir bilinç, yani biz olmadığımız için olmayacak mıydı? Daha doğrusu ateş bulunmasaydı yeryüzünde bilgi diye bir şey olmayacak mıydı? Berkeley’in kulakları çınlasın, ateş bulunmasaydı bizim de algımız olmayacağı için evrenin bizzat kendisi olmayacak mıydı? Elde bir tek tanrının algısı mı kalacaktı? Sorular, sorular… Aklıma ne geldi! Berkeley bu iddiasını evrimden yaklaşık yüz yıl önce öne sürmüştü, evrimden haberi yoktu. Şimdi düşününce aralarında yüz yıl kadar fark olan fikir ve iddiaları birbiriyle yarıştırmak, karşılaştırmak, eklemlemek güzel bir uğraşmış.

Demek ki her şey ateşmiş. İşte atalarımızın bulduğu o ilk ateş sanki karnımın tam ortasına monte edilmiş de içimi yakıp kavuruyor, büyük bir iştaha yol açıyor, hayata karşı salyalarımı akıtıyor. Sanki o ilk ateş bir tek benim karnımın içinde var da, başka hiçbir insanoğluna hiçbir şey kalmamış gibi geliyor. Fakat böyle olmadığını biliyorum; o ateşin az veya çok herkesin içinde bulunduğundan eminim. Yoksa yeryüzündeki bu keşmekeşi ne ile açıklayabilirdik?

Kafka’yım dedim ya; belki ben de onun gibi yaşarken anlaşılmayacağım, sefalet ve hastalık içinde ölüp gideceğim. Yani kendimi Kafka olarak tanımlamakla baştan kaybetmeyi göze almışımdır belki de. Kaderimi zaten en başta kabullenmişimdir. Anlayacağınız, yeni kırlentler alamayabilirim. Küçükken ilaçlama henüz bu kadar gelişmemişti, evimizin odalarında sinekler uçuşurdu. En büyük zevkimiz de o sinekleri camlara yapıştırıp, pestilleri çıkana ve ölene kadar ezmekti. Tanrı bizi affetsin, bundan büyük zevk alırdık. Bunu can sıkıntısından mı yapardık yoksa bir canlının yaşamına son verme gücünü kendimizde bulmamızın sarhoşluğumdan mı, şu an pek ayrımsayamıyorum ama bunu yapabilme irademizin sebeplerinden biri yine o ateş. Eh sinek kardeş, ateşi senin ataların bulacaktı, bizimkiler değil.

Hırsıma geri döneyim, ondan biraz bahsedip sonra başka şeylere döneceğim. Zaten bu yazı bir nevi bir iç dökme şeklinde olacak, fikirlerimi ve duygularımı olabildiğince anlatmaya çalışacağım. Hani her şey ve herkes olmak istiyorum ya, bunu yapamayacağımı bildiğim için en azından yazarlıkta her şeyi denemek istiyorum diyebilirim. Fakat işin trajik ve bir o kadar da komik tarafı, bunu da yapamayacağımı biliyorum. Çünkü buna ne zaman yeter ne de şartlar oluşur…

Örneğin, doksanlarda yaşamak ve pop kültürünü hakkıyla aktarabilecek bir kitap yazmak isterdim. Ya da seksenler; darbe sonrası ve Özal dönemini anlatan… Veya Viktor Emil Frankl gibi toplama kamplarında yaşayıp deneyimlerimi aktarabilmek, Büyük İskender’in seferlerde yancısı olup o büyük fethi anlatmak isterdim. Fransa’da içtiğim bir Bordeoux şarabını okuyucuma da içirmiş hissiyatı verebileceğim müthiş bir kitap yazmak isterdim. İsterdim de isterdim… Herkes ve her şey olmak isterdim ancak bu olmayacak. Tüm çağları layıkıyla anlatabilecek, şaheser sayılabilecek binlerce kitap yazmak isterdim, ki bu da olmayacak. En iyisi Kafka olayım, bunu da yapabilir miyim bilmiyorum. Yeni kırlentler alamazsam belki o olmaya bir nebze olsun yaklaşırım. Bir yazsam, içimdeki evreni bir döksem… İnsanlar o evrenin en ince ayrıntısını benim gördüğüm gibi görseler, benim deneyimlediğim gibi deneyimleseler dünyanın en mutlu insanı olurum herhalde. Fikirlerim de benimle mezarı boylasın istemem. Mezarlıklar gün ışığına çıkmamış milyonlarca fikirle dolu, onlara bir yenisi daha eklensin istemem. Fakat şunu da biliyorum ki içimdeki iştahı ve isteği anlatabileceğim cümleleri, paragrafları bir türlü bulamayacağım. Belki biraz yaklaşacağım fakat o yoğunluğu resmedecek kuvveti bir türlü bulamayacağım ve birçok şey gibi bu da içimde bir ukde olarak kalacak.

Peki tüm bunları yazarken bu hoyratlığı, bu cesareti nereden buluyorum? Cevabı basit; layıkıyla okuyamamaktan. Belki de sırrımız budur insanlık olarak. Belki de biz okuyamadıklarımızızdır. Bir gün layıkıyla okursam eğer, “Belki zaten söylenecek her şey zaten söylenmiştir, benim katacak yeni bir şeyim yoktur,” deyip kabuğuma çekilir ve yazmayı bırakıp cesaretsiz ama mütevazi bir şekilde hayatıma devam ederim. Peki bu ne zaman olacak? Belki 500, bin hatta bir milyon yıl sonra çünkü layıkıyla okumak diye bir şey olmadığı gibi her şeyi öğrenmek diye bir şey de yoktur. Cesaretimin kırılacağı ve yazmayı bırakıp her şeyden el etek çekeceğim bir hayat var mıdır bilmiyorum ama 70 yıl ömrüm olmadığından eminim. Bu yüzden cesur bir şekilde, hoyratça yazmaya devam. Bir şey daha itiraf etmek istiyorum. Yazan her kişide oluyordur bu; yazarken coşkuya gelmek, çok iyi iş çıkardım duygusuna kapılmak… Şu an bende yine olduğu gibi. Yıllar önceki ve şu an hiç beğenmediğim, acemice yazdığım yazılarda da bu coşku, bu hissiyat oluyordu. Anlayacağınız acemi de olsak, profesyonel de olsak bu sarhoşluk ve esriklik yazanın peşini hiç bırakmayacak. İyi bari olsun, zaten bu esriklik, daha doğrusu yalancı esriklik olmasa bizi yazmaya yöneltecek motivasyonu bulamayacaktık.

Schopenhauer demişken; kendisi insanların arzularının köleleri olmaları ve mutsuzluklarından dolayı ortak bir kadere sahip olduklarını, bu ortak kader nedeniyle aralarında oluşan gönüldaşlığın birbirlerine acımaya hatta sevmeye ittiğini söylüyor. Yani madem hepimiz talihsiziz, bu yüzden birbirimize acıyıp birbirimiz sevelim diyor. Fena bir yaklaşım da değil açıkçası fakat bir şey dikkatimi çekiyor. Çoğu yazar, Schopennhaur gibi bir karamsar bile yazılarında hep sevgiye ya da insanlığın kurtuluşuna dair bir temennide bulunmaya kendilerini zorunlu hissediyorlar. Örneğin Adam Smith’in deyişiyle sanki görünmeyen bir el, “Kardeşim sen şunları yazdın, şu çıkarımlarda bulundun da sevgi ve insanlığın kurtuluşu adına ne söyleyeceksin? Sakın kötülüğü vaaz verme, senin felsefenin insanlığın kurtuluşuna yararı ne olacak?” gibi bir soru soruyor da; her yazar, her filozof hatta mahalledeki bakkal bile sözleriyle bir reçete sunma gereksinimi hissediyor. Kötülüğü vaaz edersek karşılık bulmaz, yalnız kalırız korkusu mu yoksa başka bir şey mi bunun sebebi? Buna girmeyeceğim fakat her ne kadar insanoğlunun içinde sevgi bulunduğuna inansam da bir reçete sunacak kadar, sevgiyi düşünecek kadar mükemmel olmadığından eminim. Bu yüzden ben de seleflerim ve benden sonraki haleflerim gibi sevgi konusuna değineceğim. Evrenin ruhuna ve iyiliğe değineceğim. Belki ben de yalnız kalmak istemiyorumdur çünkü insanlığın selameti için elimden geleni yapacak kadar mükemmel olmadığımı ben de biliyorumdur. Yani benim de Shoppenhauer’dan ve mahalledeki bakkaldan pek bir farkım yok.

Dışarıdan yemek söylüyorum, zaten azıcık param var onu da buna harcıyorum. Ben iflah olmam. Dolabımı açtım; içinde peynir, zeytin, yumurta vardı. Peynir küf tutmuş; mor beneklerle kaplı her yeri… Midem bulandı, peynirden de kendimden de. Hani yazarlar ve düşünürler genellikle dağınık, pespaye, tembel olurlar ya; ben tam o tanıma uyuyorum. İyi bir yazar mıyım bilmiyorum ama ‘iyi yazar hayatı’ tanımına birebir uyan bir hayat tarzım var. Hatta öyle ki bu dağınıklığın ve pespayeliğin bir adını koyayım da hayatımın geri kalanına böyle devam edeyim diye düşünürüm bazen. Yani bu dağınıklığı bir sisteme oturtayım diyorum, istikrarlı bir pespaye olayım diyorum. Fakat sakınca şu ki; bunu bir düzene koymaya çalışırsam bu siteme karşı da fire verir neme lazım, düzene geçerim diye korkuyorum. Bu yüzden doğaçlamaya devam.

Sevgi, iyilik diyordum. Kant’ın ödev ahlakı aşkına! Sevgi… Ahlak… Bunlar üzerine o kadar yazılıp çizildi ki. Dinler, mitolojiler, felsefeler bunu o kadar irdeledi ki. İnsanları sevmenin sebepleri diye bir kitap varmış da, bu kitaba asırlar boyu yüz binlerce insan tarafından milyonlarca sayfa eklenmiş gibi. Şunu diyebilirim ki, o milyonlarca sayfanın neredeyse tamamı boş. Çünkü insanları sevmenin, mantıklı bir yanı ya da elle tutulur bir nedeni yok. Anlatacağım…

Dinler, “sevgiyi tanrının şükranını kazanmak için yaşamalıyız” diyorlar fakat tarih gösteriyor ki insanlar tanrının şükranını kazanmak için pek hevesli değiller. Tarih bir kan banyosundan ibaret sanki ve bunların çoğu tanrının şükranını elde etme iddiasında olanlar tarafından akıtılmış çoğu zaman. Öyle ki ben bile bir ara dünyada sevgi ve iyiliği egemen kılmak için; tanrı benzeri ya da Hobbes’in Leviathan’ı benzeri bir varlık icat edeyim dedim. Bu baskın güç o kadar kudretli olmalı ki; insanlar bunun gazabından sakınmak ve sevgisini kazanmak için birbirlerini sevmeye, birbirlerine iyilik yapmaya sürüklensinler istiyordum. Dünyayı da üzerine reçete yazacak kadar düşünüyordum hani, benim de insanlığın kurtuluşu için edecek birkaç kelamım vardı açıkçası. Sonra ne hikmetse tembelliğimden ötürü bu projemi erteledim, yıllar geçtikten sonra bereket versin ki ertelemişim ve böyle bir şeye girişmemişim diyorum. Anlayacağınız tembellik nadiren de olsa işe yarıyor. Çünkü benim projemin de dinlerin, mitolojilerin, felsefelerin söyleyeceklerinden pek bir farkı yoktu. Yapabileceğim bu havuza belki birkaç yeni fikir katmak ya da Leviathan’ı biraz daha yetkinleştirmek olurdu, ki bunun da insanlığın selametine pek bir katkı sağlayacağı yoktu. Çünkü bu yıllar boyu yapılıyordu, bu baskın güç yüzyıllar boyu insanların başında bir Demokles’in Kılıcı görevini görüyordu. Peki değişen bir şey var mıydı? Hayır; yine kan, yine acı, yine sefalet…. Sonra dedim ki oğlum Kafka, bu iş Leviathan’la, dominat güçle olacak iş değil. Günümüzün kanlı canlı diktatörleri veya yaptırımı en sert hukuk kuralları bile insanlığı kurtarmıyorsa, yeryüzüne iyiliği egemen kılamıyorsa bu işte bir sorun var demektir dedim. Ve vazgeçtim reçete sunmaktan. Anlayacağınız insanlığı kurtarma heveslilerinden biri eksilmiş oldu. Aklıma Ahmet Arslan’ın bir televizyon programında kurduğu şu cümleler geldi: “Kim büyük projeler üretme iddiasındaysa, kim adımızı tarihe altın harflerle yazacağız diyorsa, ondan korkacaksın. İnsan dediğin mütevazi, barışçıl ılımlı olmalı.” Ha ha, doğru söze ne denir!

Nerede kalmıştık? Baskın güç kurtaramadı dünyayı, kurtaramayacak da. Hukuk kuralları bir nebze düzen sağlasa da iyiliği tam olarak egemen kılamıyor. Bugün birbirimizi boğazlamıyorsak, bu rahatımızı bozmaktan korktuğumuzdan… Tanrıya şükür, hukuk bir nebze olsun bunu sağlıyor. Yani, birbirimize girmememizin sebebi birbirimize duyduğumuz sonsuz sevgi değil de korkudur. Hobbes’in kulakları çınlasın.

Sonra şunu düşündüm; ne felsefe, ne edebiyat ne de dinler onca söylemlerine rağmen dünyada iyiliği egemen kılamadılar. Hatta ne egemenliği, yarınımızdan şüphe duymayacağımız bir dünya bile yaratamadılar! İnsanları sev çünkü şu, şu ya da bu… Hep bir mantığa oturtma, sevgiyi akılla temellendirme arayışı vardı bunların hepsinde. Anladım ki bunların hepsi fos, fiyasko, safsata… Çünkü tekrar söylüyorum; insanları sevmenin hiçbir mantıklı sebebi yok. Karşımda oturan yaşlı bir amcayı sevmemin hiç akıllıca bir yanı yok. Hukuktan korktuğum için belki ona zarar veremem, nizamı bozmamak için ona saldıramam ama bu onu sevmem gerektiğini göstermiyor; hatta ondan nefret etmekte tamamen özgürüm. Yeryüzündeki tüm ahlaki norm, kural ya da kurumlar tamamen insan yapımı. Tüm bu normları üstünden atıp çıplak kaldığında, yani esas gerçeği düşündüğünde, bizi bağlayacak hiçbir norm kural ya da kurum kalmıyor. Ben çırılçıplağım, yaşlı adam da çırılçıplak… Bu iki çıplağın birbirini sevmesi için hiçbir akıllıca sebep yok. Şu an onu boğazlayıp öldürmemin akıldışı hiçbir tarafı yok hukukun getireceği yaptırım dışında. Çünkü akıl ve mantık gücünü yaptırımdan alır. Bu amcayı öldürürsem ve hukukun getireceği cezadan bir şekilde sıyrılırsam akıldışı hiçbir şey yapmamış olurum. Kimse bana aptallık yaptın diyemez. Uzayda yapayalnızız, en azından şu ana kadar bildiğimiz bu. Bizden bilmem kaç ışık yılı uzaklıkta bir medeniyet varsa eğer ve bu medeniyet eğer birbirinizi sevmezseniz ölümden sonra ruhunuzun yakasına yapışırız diye bir şey söylüyorsa o zaman sevginin ve iyiliğin geçerli bir sebebi olurdu. Ama yok; en azından görebildiğimiz kadarıyla… Buruş buruş olmuş bu yaşlı adamı, kütük gibi aksırıp tıksıran, yüzü kırış kırış olmuş bu adamı sevmemin hiçbir nedeni yok. Asırların ruhu aşkına, dökülen kanların en büyük sebebi de bu akıldışılık, bu sevgide bir neden bulamayış değil mi? Kant’ın ödev ahlakı boş, Leviathan da boş ama hiçbiri yeryüzüne selameti egemen kılamadı.

Ayrıca şunu da söyleyeyim; bu yaşlı adam ömrü boyunca kim bilir ne kötülükler yapmıştır ve düşünmüştür! Bu konuyu irdelemek istemiyorum çünkü bu adam melek bile olsa, sütten çıkmış ak kaşık bile olsa onu sevmemin hiçbir nedeni yok. İyiliği sev diye buyuran ve hepimizin mutabık kaldığı kesinliğinden emin olduğu bir levha yazısı mı var? Yok. Sadece dominant güçler, ödev ahlakları, Leviathan’lar… Peki insanları niye sevmeliyiz? Onlara niye acımalıyız, niye merhamet duymalıyız? Üzerine basa basa yine söylüyorum, hiçbir gerekçesi yok bunun. Çünkü evet, sevgi hissiyat işidir; mantık işi ya da akıl işi değil. Tanrıya şükürler olsun ki onca kötülük ve nefrete rağmen birbirimizi seven ve birbirimize acıma duyan canlılarız. Öyle bir klişeyle girdim ki konuya, bu klişe yazılmış milyonlarca sayfayı çöpe atacak güçte. Sevginin akıllıca nedenleri isimli milyonlarca sayfalık kitabı çöpe atalım gitsin. Çünkü birbirimizi sevmek için bir nedene ihtiyacımız yok ve eğer bu duygu kalbimizde yoksa, hiçbir mantıklı sebep bu duyguyu kalbimize monte edemez. Yani dönüp dolaşıp aynı söze geliyorum: her şey kendiliğinden olmalı.

Schindlerr’in Listesi filminde Yahudi kadınları çırılçıplak soyup onların gaz ocağı sandığı banyoya attıklarında kadınların haykırışları, korkularının içimi acıtmasının hiçbir akıllıca sebebi yok. Bunu hissettim, onlara acıdım, üzüldüm, içim cız etti. Bunları hissederken de hiçbir sebep aramadım, aramak istemedim çünkü gerek duymadım. Yıllar önce başı normal insan başının boyutundan oldukça büyük bir adam tanımıştım. Pek akıllı ve normal sayılmazdı. “Ben asla ölmeyeceğim çünkü kafam normal insan kafasından büyük, bana benim gibi birini daha gösterin; işte o zaman ben de öleceğime inanırım.” diyordu. Aslında kendince güzel bir çıkarımda da bulunmuştu. Bu fiziksel farklılığı onu yıllar boyunca hayatında kim bilir ne dezavantajlara, alaylara maruz bırakmıştı da çözümü ve mutluluğu böyle bir çıkarımda bulmuştu. Ona bakınca derinlere dalar, içim adeta cız ederken tüm bu olanların sebebini merak ederdim. Güzelliği, çirkinliği, zenginliği ve fakirliği, kusuru ve kusursuzluğu; kısacası evrenin tüm işleyişini merak ederdim. Kısacası hiç cevabını bulamayacağım sorular sorardım. Zaten düşünce tarihinin özeti muazzam sorular ama vasat cevaplar demek değil mi? İşte Scopennhaur acizliğimizden, talihsizliğimizden ötürü birbirimiz sevmeliyiz derken olayı bir akıla, bir sistematiğe oturtmaya çalışmakla hata ediyordu. Çünkü dediğim gibi; sevgi ve iyilik hissiyat işidir. Eğer insanlarda böyle bir hissiyat yoksa, acizliğimizle ve bunun bizi birbirimizi sevmeye yöneltmesiyle ilgili sabahtan akşama kadar sebepler bulmaya çalışalım, yine de o duyguyu içimize yerleştiremeyiz. Aklıma Nietzsche’nin “Ahlaki olay yoktur, olayların ahlaki yorumu vardır.” sözü geldi.

Ahmet Arslan’ın deyişiyle adımı tarihe altın harflerle yazdırmaya çalışayım ve başka bir konuya geçeyim. Dünyada açlık, savaş, acı hala var ve bu gidişle olmaya da devam edecek. Madem sevgi ve iyiliğin akıl ve mantıkla bir ilintisi yok ve bu sebepten ötürü bu kavramlar dünyaya egemen olmayacak, peki ne yapabiliriz? Dinler bunu başaramadı, liberalizm başaramadı, sosyalizm başaramadı. Gerçekten bir kurtuluş var mı? Ya da dünyanın kurtulmaya ihtiyacı var mı? Yepyeni bir dünya mümkün mü yoksa şimdiye kadar yapıldığı gibi yapbozlarla adım adım mı ilerlemek gerek?

Lisede hocamız herkes bir konu bulsun ve ödevini bana sunsun demişti. Benim de bulduğum konu bir arkadaşımın tavsiyesiyle, zihniyet devrimi olmuştu. Hoş, şu an o ödevde ne yapmıştım hatırlamıyorum fakat şu an söyleyeceklerimle uzaktan yakından ilgisinin olmadığına eminim. Sadece isim benzerliğinden dolayı bu anımı paylaşmak istedim. Evet, sizlere önereceğim şey dostlarım, bir zihniyet devrimi. Benim bile taşlarını tam yerine oturtamadığım ve muğlak gördüğüm bu şeyi mütevazi bir manifesto şeklinde sunmaya çalışacağım.

Kant’ın 4 antinomisi1 vardır. Bu antinomiler şu şekildedir:

  1. Nicelik antinomisi: “Evren sınırlıdır. – Evren sınırsızdır.”
  2. Nitelik antinomisi: “Özdek bölünmez atomlardan yapılmıştır. – Özdek sonsuzca bölünebilir.”
  3. Bağıntı antinomisi: “Her şey zorunlu olarak bağıntılıdır. – Hiçbir şey zorunlu olarak bağıntılı değildir.”
  4. Kiplik antinomisi: “Evrenin nedeni olan zorunlu bir varlık vardır. – Evrenin nedeni zorunlu bir varlık değildir.”

Bunu ilk okuduğumda o kadar hoşuma gitti ki, Kant’a bir kez daha hayran kaldım. Benim de kastettiğim biraz da bu olacak, yani insan zekasının sınırları ve bu sınırları nasıl aşabileceğimiz. Günlük davranış kalıplarımızda, bilgimizde, duygu ve fikirlerimizde o kadar hazıra alışmışız ki; klişe olacak ama sorgulamıyoruz. En aydın görünen kimsemiz bile insanlık tecrübesinin güvenli sularında yüzmeden edemiyor. Öyle ki her davranışımız ve düşüncemizle bizden öncekiler de böyle yapmış mıdır ya da toplumun geneli de böyle düşünüyor mudur diye kendimize soruyoruz ve cevabımız evetse rahatlıyoruz. Oysa din olsun, felsefe olsun, mitoloji ve hatta bilim olsun, insanın düşünce tarzı o kadar dar kalıplara sıkışmış ki okudukça bu gerçeğin farkına varıyor ve büyük bir şaşkınlık geçiriyorum. Hele felsefe yok mu! Diğerleri neyse de, özgür düşünceyi sürekli salık veren bu annemizin evlatlarının da belli başlı düşünce tarzlarının dışına çıkamadıklarını görünce içim acıyor adeta. Örneğin Leibniz, “Tanrıya rağmen neden kötülük var?” sorusuna cevap olarak, “Bunun sebebi tanrının yetkinsizliğinde değil, sonlu varlıkların kusurlu oluşunda yatıyor,” diyor ve “Bu kusurlu varlıklarla Tanrı mümkün dünyaların en iyisini yarattı.” diye ekliyor. Gerçi sonradan “Yine de bu derin konuları tam olarak bilemeyiz,” diye sonlandırıyor konuşmasını ama diğer birçok filozof gibi onun düşünce tarzında da buram buram dar kalıp, belli bir mekaniğe çıkamama veya çıkmak istememe yatıyor. Oysa Leibniz “Yetkin varlık olan tanrı, bu kusurlu varlıkların kusurunu giderebilir ve bundan çok daha iyi bir dünya olabilirdi.” diyemez miydi?

İrade nedir, özgürlük nedir, ahlak nedir, iyilik nedir gibi sorulara düşünürlerin verdikleri cevaplar o kadar dar kalıplı ki, içimdeki coşkun merak ve öğrenme arzusunun cevabı bu vasat ve dar kalıplar mıydı diye sormadan edemiyorum. Kimi zaman büyüyü bozdukları için bazen okuduğuma pişman da oluyorum. Edebiyatta da böyle, tabii ben felsefe ya da edebiyat uzmanı değilim fakat okuduğum kadarıyla ve şu ana kadar yaptığım izlenimler kadarıyla bu mirasın evlatlarının çoğunun, hatta hepsinin aynı tornadan çıkan vidalar olduğunu görüyor; daha açık görüşlü, kalıpların yıkılacağı bir dünya olamaz mı diye sormadan edemiyorum. Din ve mitolojiye eleştiri getirip, yani kolaycılığa kaçıp ben de diğer birçok aydının yaptığı gibi konuyu kestirip atabilirim fakat edebiyat ve felsefede de bunu görünce Kant’ın insan aklının sınırlarını neden kafasına taktığını daha iyi anlıyorum.

Bir başka örnek olarak Aziz Augustinus veya Boethius’u vereyim: onlara göre tanrı bizi sürekli iyiliğe sevk edebilirdi fakat bu bizi özgür kılmazdı ve otomattan bir farkımız kalmazdı. Bunun yerine bize iradeyi verdi ki özgür olalım ve seçimlerimizden sorumlu olalım. Peki bize hem seçim zevkini verip hem de daha iyi bir dünya veremez miydi? Ya da hem özgür iradeli, hem de iyiliğe sevk edecek yapıda olamaz mıydık? Sonsuz yetkinlikteki tanrı için bu anlık bir iştir. Fakat bu sefer de bu gibi filozoflar bir nevi işin zevkinin kalmayacağını ve bunun anlamsızlığı getireceğini iddia ederler. Yani mantık aynı mantık; hep ödül ve ceza, hep seçim ve sorumluluk… Hep ya o, ya bu! İyilik yaparsan ödül, kötülük yaparsan ceza. Sebep? Çünkü mantığımız böyle işliyor. Düşününce, sorgulamayınca aslında gayet makul de görünüyor bu mantık fakat sorun da bu zaten. Bir yazar, -hangi yazar hatırlamıyorum- bir kitabında ölümsüzlüğü işlemiş ve bu ölümsüz dünyanın sonsuz hastalık, acı, kokuşmuşluk getireceğini belirtmişti. Hem ölümsüzlük, hem de sağlıklı bir dünyanın mümkün olabileceğini o da biliyordur herhalde.

Kabaca verdiğim bu örneklerin sebebi binlerce yıllık insanlık mirasının istisnasız benzer düşünce kalıpları çerçevesinde şekillendiğini söylemek istememden ileri geliyor. İddiam o kadar büyük ki, binlerce yıllık mirası tepetaklak edip yepyeni bir düşünce tarzı oluşturmaktır isteğim. Ve bu o kadar muğlak ve zor ki -kim bilir, belki de çok basit- bu yazıda anlatılamayacak kadar derin. Bu yüzden ben de bir süreç içindeyim ve hayatımın geri kalanında da yeni bir tarz geliştirmek ve bu tarza katkıda bulunmak için elimden geleni yapacağım. Bu yazı bir tamamlanma değil, tam aksine bir başlangıç. Şu an çok muğlak görünen bir şeyi daha da aydınlatmaya yönelik, ileriki yıllara dair bir isteği dile getiriş.

Küreselleşme, ya tek tip bir dünya yaratacak ya da kültürleri kaynaştırarak yepyeni kültürler yaratacak. Ölümsüzlük, ya kokuşmuşluğu getirecek ya da biz ölümlülüğü kabul edip hayatlarımıza razı olacağız. Yeni bir düşünme tarzı getirelim dostlarım, bir çembere sıkışıp o çember içinde sürekli dönüp dolaşmayalım. Sözlerimiz aynı, düşünce kalıplarımız aynı, duygularımız aynı, kullandığımız dil aynı; sürekli aynı tarz düşünüyoruz. Bir kalıbı yirmi yıl kullanıp diğerine geçiyor, sonra ondan da sıkılıp geriye dönüyoruz.

Beynimizi en ince parçalarına bölüp bu parçaları tek tek analiz edelim. Kalıpları yıkalım, sorgulayalım, fikirlerimizi olabildiği kadar açık tutalım ve sonra neler oluyor dönüp bakalım. Biz bunu başlatalım, bizden sonrakiler de bu ışıkla yepyeni bir dünya kursun. İnsan aklının sınırlarını zorlayalım ve zihnimizi hantallaşmaktan kurtarıp sürekli diri tutalım. Belki o zaman sosyalizmin, eğitimin, şimdiye kadar bilimin yapamadığını; açlıktan, savaştan, acıdan azade ve şu an pek de öngöremediğimiz bir dünya kurmak mümkün olur. Şimdiye kadar buna benzer şeyler denendi fakat ironi bu ya, yine aynı düşünce kalıplarıyla… Anahtar kelime açık fikirli olmak galiba, bunu deneyelim ve sonra yeni bir dünya mümkün mü bakalım. Şimdiye kadarki tüm düşünce sistemini tepetaklak edelim, başaramazsak da en azından denemiş oluruz.

Bu yazı burada biter, uyuyacağım ve sabah böcek olarak uyanmayı bekleyeceğim. Hep Kafka olacak değilim ya, biraz da karakterleri olayım. Rolümle bütünleşmem şart. Kafka kaçar, hoşça kalın.

1çatışkı

Editör: Çisem Arslan

Şinasi Türmüş
Latest posts by Şinasi Türmüş (see all)
Visited 28 times, 1 visit(s) today
Close