Yazar: 20:23 Anlatı

Bir Kedi ya da Bir Çiçek

Var mı kalan bir şey diye sordu buğulu gözlerle 
Ellerim koynumda 
İleri geri salınarak 
Bir acı daha kazıyordum kendimize 

İnsanın tutunacağı tek şey kendisi 
Katili, faili 
Gökyüzü 
Yolu 
Sonu kendisi… 

Var mı kendinden kalan bir şey diye tekrar sordu 
Elinde katili 
Koynunda gökyüzü 
Düşünde yollarla 
Sonunda kendisi 

Akşamın tüm yorgunluğunu üzerimde hissediyorum. Tek bir adım atacak halim yoktu. Yoksa bu yağmura, soğuğa rağmen kendimi dışarı atardım. Bir köşe başında yığılsam da atardım.  

Ruhumu kemiren, anılarımı, umutlarımı, günlerimi birer birer yiyip bitiren vahşi bir hayvan vardı sanki. Gözleri kanlanmış, bir ayağı aksayan, yüzü yara bere içinde… Tüm uykusu kaygılarına yenik düşen, gecelerinden korkan, gündüzlerini arayan bir hayvan…  

Yıllardır zihnimde biriken tortular, nefes almama da engel oluyordu.  

Bir zamanlar benim de düşlerim vardı, el değmemiş düşler… Ne zaman ki düşlerimi ve özlemlerimi yitirdim, işte o vakit ben de kayboldum. Günlerin, ayların, yılların anlamı olmadığını anlamam bile zamanın avuçlarında sıkışıp kaldı. İçinden çıkamadığım her şeyin, kendi içimden geldiğini fark edemedim bir türlü. 

Bir Varmış Bir Yokmuş 

İnsana en uzak kişi yine kendisidir. Ve kendine yakın olamayan biri asla tamamlanamaz. Çünkü olmak istediği kişi, olduğu kişi; bir günah gibi baktığı geçmişi, bir türlü kaçamadığı bu günü ve koşarak yetişmeye çalıştığı geleceği ile bir bütündür insan. Ama artık tüm düşüncelerim o kadar bulanık ki. Var mıyım ondan bile emin değilim.  

İlk yazma deneyimim bir hafta sürmüştü. Pazartesi başlayan ve pazara kadar büyük bir hevesle devam eden o istek; bir haftanın sonunda, yazdıklarımı okuyunca bitivermişti. Böyle sis pus içinde, birbirine benzer günler olmasa da olurmuş meğerse. .  

Hep bir mucize bekledim: Nefes almama engel olan havadan ve ayaklarımı bağlayan zincirden kurtulabilmek için. Yollara düşmek istedim: Kimsenin haberdar olmadığı, hiç kimsenin daha önce adımlamadığı yollara… Ve o yolların yağmurlarında doyasıya ıslanmak…  Oysa bu hayat, zamanı geldiğinde dalından savrulup gidecek kuru bir yaprak misali sonbahar avuntusuyla doluydu. 

Kendimi hiç yitirmedim, yitirecek kadar kendimi bulamadım.  

Ne yeryüzüne ne de gökyüzüne aitim. Hâlbuki hiçbir zaman arafta volta atan insanlardan olmadım ben. 

Bu masa 

Bu duvar 

Bu pencere 

Bu gece 

Tümü ıslanmış 

İçinde kupkuru bir yalnızlık kalmış 

Bu deniz 

Bu gökyüzü 

Bu kır çiçeği 

Bu ağaç 

Bu umutlara kanmış 

Kan ter içinde 

Ceketine yarınsız bir mektup bırakmış. 

Koridor 
 

Burada ne işim var, bilmiyorum. Ne zaman geldim, niçin geldim… Hiçbir fikrim yok! Zihnimin bana sürekli oyunlar oynadığının farkındayım sadece. Madem farkındayım öyleyse delirmiş olamam değil mi? Peki neden buradayım? Ellerim, kollarım neden bağlı? Konuşuyormuşum kendi kendime, küfrediyormuşum gökyüzüne bakarak, kızıyormuşum olur olmaz her şeye. Suç mu? Duvarları yumrukluyor, karanlıkta tırnaklarımı tenime geçiriyormuşum. Hayatta en büyük zararı insan kendime vermez mi zaten?   

Akıl hastanesine nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Başta buna çok sinirlenmiştim. Neye göre, kime göre deliydim? Hiçbir deli, deli olduğunun farkına varmazdı. Ben de onlardan biri miydim yoksa? Aranızda geçirdiğim günleri hayal meyal hatırlıyorum. Herkesin gözünün önünde, kimsenin görmediği biriydim. Kalabalık sokakların ortasında duruyordum. Devamlı olmayan yerlere, kişilere doğru koşturuyordunuz. Üzerimden, içimden geçiyordunuz. Haberiniz yoktu benden. 

Orada hiçbir gerçekliği olmayan dünyanızda yaşamaktansa bu dört duvar arasında “deli”lerle olmak hoşuma gitmişti. Ah, arada bir de bağlamasalardı beni!  

Sabah erkenden uyanmaya, uyandırılmaya alışamadım. Aslına bakarsanız, hiçbir günün sabahına alışamadım. Çünkü zamanın parçalarının bir anlamı yoktu benim için. Eskiden anlamı olan bir şeyler vardı elbette! Gece… 

Gece insanlar inlerine çekildiğinde tüm sesler de onlarla birlikte elini eteğini çekerdi hayattan. Geriye bu dünyaya alışamayanların, odalarındaki kalabalık yalnızlık kalırdı. Ben yalnız değildim ama. Kitaplardan biliyordum bunu, sokakta benim gibi kimse ile göz göze gelmeyen insanlardan biliyordum yalnız olmadığımı. Yaşamaya alışamayan bir tek ben değildim. Hayatın anlamsızlığına anlam katmak için uğraşıp durdum daima. Böylesi bir cehennemde kurtuluş yolunun bir şeyler öğrenmek ve sanatla uğraşmak olduğunun bilincindeydim. Bilinç… Peki, neden buradaydım? 

Şimdi akıl hastanesinin üçüncü katındaki beyaza boyanmış, bembeyaz çarşaflı bir odada pencere önünde durup en sevdiğim şeyi yapıyordum: Etrafı seyretmek. Ben ya pencere önü çiçeği olmalıymışım ya da bir kedi. Etrafı meraklı gözlerle izleyen, dışarda olup biten her şeyde yeni anlamlar arayan bir kedi… İçinde bulamadığı kişileri, dışarıda aramaktan vazgeçmeli insan! 

Tren Garı 

Bahçedeki banka ilişti gözlerim, biri oturuyordu. Omuzlarına dökülen saçlarını, ortadan ikiye ayırmış, yorgun bir kadın… Gözlerinin altındaki mor halkalar buradan bile fark ediliyordu. Küçücük burnu, kurumuş dudakları ve kırlaşmış saçları ile ellili yaşlarının sonlarına merdiven dayamış bir kadındı bu. Titrek ellerinin kuru dalları arasında bir sigara asılı kalmıştı. Hafif kamburu çıkmış bir halde, diz kapaklarını birbirine vura vura bir ileri bir geri sallanıyordu. Minik bedeni, kendisine büyük gelen hırkasının çıkmaz sokakları içinde kaybolup gitmişti. Aslında belki ona değil de ondan geriye kalanlara bakıyordum. Nerede olsa tanırım kendime benzeyen insanları. Diğerleri gibi değillerdir. Nasıllar, izah edemiyorum, ama diğerleri gibi değillerdir. Sigarası bitmek üzereydi, fakat o sallanıp duruyordu hâlâ. Tıpkı kıyaya vuran yosun gibi dalgalarla birlikte bir ileri bir geri… Ne kıyının ne de denizin bir parçasıydı o artık.  

Ya ben? Ben de mi onun gibi görünüyordum? Hiçbir yere ait olmama hissi çocukluğumdan beri yakamı bırakmamıştı. İşin garibi, bir yerlerin hayalini de kurmamıştım ben hiç. Issız dağ başında bir ev yahut denize bakan bir villa… Düşlemedim! Gökdelenin üst katında gösterişli bir oda, çölde bir çadır, doğa kampında bir mağara… Hiçbir şey! Dost bildiğim bir mevsimim de olmamıştı. Ne sıcağında rahat etmiştim bu dünyanın ne de soğuğunda. Benim gibi eksikliğini tamamlayamayanları, hayata alışamayanları, bir yeri olmayanları buraya mı getiriyorlar yoksa? Akıl hastanesine…  

İlk ne zaman fark ettiler acaba benim “normal” olmadığımı? Kaldırımlarla konuştuğumda mı? Kendime kızdığımda hıncımı duvarlardan aldığımda mı? İnsanlarla iletişim kurmayı reddettiğimde mi? Kendimi, gördüğüm her uçurumdan atmaya çalıştığımda mı?  Demek ki uçurumlara aşkım kendiliğindendi. 

Bankta oturan kadın, hırkasına sarılarak yerinden doğruldu. Yorgun bakışlarını da sırtlanıp kafası önünde ağır adımlarla ilerledi. Arnavut kaldırımların arasında, iki tarafı ağaç olan yolda usulca yürüdü ve az sonra yok olup gitti. Benimle aynı binada kalmıyordu. Benim gibi tehlikeli delilerin yeri ayrıydı. Tehlikeli mi? Yok, eskisi kadar “tehlikeli” değildim artık. Beni de ortak alana çıkarmaya başlamışlardı çünkü. 

Uslu uslu durduğum için birkaç kişiyle televizyon odasında bir müddet zaman geçirmeme izin veriliyordu. İşte, orada duruyordu Rıfat Amca! Yetmiş yaşlarında, kel, küçücük gözleri olan, göbekli, kısa boylu; çok şirin biriydi. İki tane ön dişi kalmış: Bir tane altta, bir tane de üstte. Beni görünce istemsiz gülümsemeye başlardı. Gülümseyince de gözleri kısılır, iki küçük çizgiye dönüşürdü. Gayri ihtiyari ben de gülümserdim. Size tanımadığınız biri içten gülümserse, refleks halinde gülümsemek ne garip. Hayatımda kimseyi mutlu etmedim. Gülümsettiğim de söylenemez. Ama Rıfat Amca yaşından bağımsız çocuk gülümsemesi ile karşılardı beni hep.  

Her insanın öyküsü yoktur, ama öyküsü yazılması gerekenlerin çoğundan da dünyanın haberi olmaz.  Rıfat Amca Ankara’da doğmuş, büyümüş. Dedesi, babası ve oğlu hayırsız çıkmış. Dedesi ve babası tüm paraları kumarda yemiş. Kendisi pavyonlarda garsonluk yapmış, sonra taksi şoförlüğü. Ağır darbeyi sanırım oğlundan yemiş. Bir ömür biriktirdiği tüm mal varlığı olan evini onun yüzünden satmak zorunda kalmış. Hapse girmesin diye oğlunun nafakasını bile o ödüyormuş. Sonunda kendini öldürmeye çalışmış. Bir inşaatın beşinci katından atlamış. Hayatta hiçbir şeyi doğru gitmediği için kendini aşağıya atma mevzusu da yanlış gitmiş. Hastanede kendine gelince artık kendinde olmadığı teşhisi konmuş ve sonunda buraya kadar gelmiş. Ben de bunları, bana bakan hemşireden duydum. Hep birileri hakkında bir şeyler duyuyorduk. Çoğu da yalan yanlış şeyler. Tek bildiğim Rıfat Amca’nın beni görünce gülümsemesiydi.  

Yanlışlıkla bir gün oğlunu sorunca,  

“Ondan oğul değil, insan bile olmaz,” demişti. “Bizim ailenin erkeklerinin böyle sütü bozuk. Sen benim iyi göründüğüme bakma, benim de farkım yok onlardan,” dedi. Sonra yine gözlerini kısıp, “Çay içelim mi?” diye sürdürdü sözlerini.  

Sıcak bir şey içmemiz yasaktı. “İçelim,” dedim.  

Gitti aksak adımlarla bir bardak su getirdi, “Gizli demledim, kimseye de vermem biliyorsun,” dedi.  

“Bilmez olur muyum?” dedim. Terliğini çıkardı. Bir ayağını diğer ayağının üstüne attı. Sol ayak başparmağındaki tırnağı kararmıştı. Bir yerlere vurmuştu mutlaka. Bir yudum sudan alıp, benim orada olduğumu unuttu. Ben de hiç sormadım ona, kendini nerede unuttuğunu. Yanından usulca kalktım. Akşam olmuştu. Odalara çekilme vakti gelmişti yani. Bu odalar, normal insanları dahi delirtebilirdi. Fakat yatak dışında pek bir şey bulunmayan beyaz boyalı odama girince garip bir huzur buluyordum ben. Genellikle birçok düşünce aynı andan hücum ederdi zihnime ve hep bir ağızdan konuşup dururlardı kafamın içinde. O sesler, akıl hastanesinin duvarlarından sızamıyorlardı bile ruhumun penceresine. Kuru bir boşluk hissi dolaşıyordu damarlarımda.  

Burada yeni şeyler öğrenmek kolay olmuyordu. İstediğim kitapların çok azına erişebiliyordum. Sanatçıda değildim hem sanat eserleri ortaya koyacak malzemeye ulaşacak durumum da yoktu. Geriye yaşamak için tek bir amaç kalmıştı: Rıfat Amca ile o hiç tanımadığım kadını buradan kurtarmak. Ama bu nasıl olacaktı? Hem burada olmak, onlar için çok daha iyi değil miydi? Onları buradan çıkartıp kurtlar sofrasına atmış olmayacak mıydım? 

 Kar 

Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı. Artık bazı zamanlar değil, sürekli bahçeye çıkabiliyordum. O kuru bir dal gibi titreyerek sigarasını içen kadının yanında otuyordum. Benim farkımda bile değildi. İkimiz de yan yana, yalnızlığımıza gömülüyorduk.  Kış gelmişti. Soğuk olduğu için dışarda kaldığımız saatler iyice azalmıştı. Lakin biz, azalan saatler boyunca bankta yan yana oturuyor, sessizce birbirimizle konuşuyorduk. Bir denizin farklı iki kıyısı gibiydik, ama bizim denizden haberimiz yoktu. Bir önemi de yoktu bunun. Yaşadıklarımız yetiyordu bize. Ara ara Rıfat Amca da çıkıyordu dışarı. Artık iyice yaşlanmıştı, bastonuyla dahi zor yürüyordu. Üçümüz adını koymadığımız alfabesiz bir dostluk geliştirmiştik. İsmini bile bilmediğim o suskun kadınla çekinerek de olsa göz göze gelmeye başlamıştık.  

Uyku tutmadığı bir gece, pencere önünde yağan karları izliyordum. Kar yağdıkça insana iyi gelen his, bana garip bir huzursuzluk veriyordu. Ayakta duramayacak kadar yorgundum. Uyumak iyi gelecekti. Uzandım. Bir süre sonra gözlerimi bıçak kesiği misali hızla açtım. Yerimden kalktım. Odanın içinde bir o yana bir bu yana gidip geliyordum. Kaçma planını yapmaya başladığımdan beri odaların ve koridorların kapılarını açmak için çay kaşığından kendime bir anahtar yapmıştım. Ve temizlik görevlilerinden birinin yedek kıyafetini de çalıp tuvaletteki havalandırma penceresinin kenarına iliştirmiştim. Yaptığım anahtarı yatağın arka kısmındaki fayansın altından alıp kapıyı açtım. Tuvalete gidip üzerimi değiştirdim. Kısık ışıklı koridorun sorununda, nöbetçi hemşire uyukluyordu.  

Başım eğik, sessiz adımlarla ilerledim. Hemşirenin yanına geldim. Anahtarlık belinde asılıydı. Nefesimi tuttum. Ter, alnımdan yağmur boşalıyormuşçasına akmaya başladı. Birkaç kere sertçe dokunmama rağmen uyanmadı. Anahtarlık sonunda elimdeydi. Kapıyı birkaç deneme sonrasında ancak açabildim. Sonunda Rıfat Amca’nın bulunduğu koridordaydım. Yatağında, yorganına sarılmış mışıl mışıl uyuyordu. Uyandırır uyandırmaz, yine o çocuksu gülümsemesiyle karşıladı beni. “Gidiyoruz,” dedim. Hiçbir şey söylemeden kıyafetlerini giydi. Koluna girdim. İsmini bilmediğim kadına gelmişti sıra. Karşı binaya geçmemiz gerekiyordu. Bizim bulunduğumuz binadan çıktık. Kar lapa lapa yağıyordu. Rıfat Amca, bahçeye çıkınca kafasını gökyüzüne kaldırdı. Ellerini havaya açtı. Bana döndü. “Sağ ol beni kurtardığın için,” dedi. Hiçbir şey demedim. Daha henüz hastanenin bahçesinden bile çıkmamıştık. Olsun, yine de haklıydı Rıfat Amca, birini bir şeyden kurtarmak için illa yolun sonunu görmeye gerek yoktu. Ona omuz verip yola çıkmak yeterliydi.  

Ben, kadını alıp gelene kadar Rıfat Amca bizi dışarda bekleyecekti. Yıllardır kantin kapısının, gece geç saatlerde malzeme girişi için açık tutulduğunu biliyordum. Binanın giriş kapısından girmek riskli olabilirdi. O nedenle ben de içeriye kantin kapısından girdim. Nihayet isimsiz kadının odasının önündeydim. Kapıyı açıp odaya girdiğimde elbiselerini giymiş, yatağının ucunda oturmuş halde buldum onu. “Ben de seni bekliyordum,” dedi bana. İlk kez duymuştum sesini. Hiçbir şey demedim, gülümsedim. Yan yana çıktık hastaneden. Karların içinde iki taraflı ağaçlı yoldan, bir masal diyarına adım atar gibi üçümüz birlikte ilerliyorduk. Rıfat Amca’nın koluna girmiştim. Akşamki huzursuzluktan eser kalmamıştı.  

Arka bahçenin ağaçlarla kaplı duvarına bir çöp konteynerini dayayıp dışarı atladım. Aynı hizaya gelecek şekilde o tarafa da çöp konteyneri yerleştirip onlara yardım etmek için tekrar içeriye geçtim. Özenle ikisinin de duvarı aşmasına yardım ettim. Üçümüzün tutunacağı tek şey birbirimizdik. Hayatta, tutunacak şeyleri hep uzaklarda arar dururuz. Hâlbuki bir adım yanımızda, bizden birer parçadır tutunacağımız şeyler. Sonunda üçümüz de dışardaydık. Adımlarımızı ağır aksak atıyor, hiç bilmediğimiz bir yolda birbirimize güvenerek yürüyorduk. Ormanın kokusu içimizdeydi. Karlara bastığımızda yükselen o eşsiz sesi dinleyerek ilerledik. Karanlığın en derin yerine gidip kaybolacaktık sanki. Derken içimizden biri adımını boşluğa attı. Kol kola olduğumuz için üçümüz beraber karların içine doğru bir uçurumdan düşmeye başladık. Hep istediğim şey başıma gelmişti, fakat bu kez yalnız olmadığım için istemiyordum. Derin bir korku bütün hücrelerimi kaplamıştı.  

Sanrı      

Gözlerimi açtığımda elim kolum bağlı hastane odasındaydım. Rıfat Amca ve isimsiz kadın başımdaydı. Rıfat Amca, her zamanki gibi gülümsedi yine bana. Adı olmayan kadın saçlarımı okşadı. Sonra bir anda kayboldular. Ne yani yok muydu onlar? Hiç olmamışlar mıydı? Ben hiç kaçamadım mı buradan? Başından beri, yıllardır hep akıl hastanesinde böylece elim kolum bağlı mı yaşıyordum?  

Küçücük pencereden dışarısı belli belirsiz görünüyordu. Dışarda kimsesiz bir kar yağıyordu.  Yalnızlığımdan kendimi ayırmıştım parçalara ve artık bir arada tutmak için tüm akıllılar beni bağlıyorlardı. 

Burada ne işim var, bilmiyorum. Ne zaman geldim, niçin geldim… Hiçbir fikrim yok! Tek bildiğim, hep pencere önünde olmak istemişimdir. Bir kedi ya da bir çiçek… 

Murat Öksüz

Fotoğraf: Asude Yağcı

Murat Öksüz
Latest posts by Murat Öksüz (see all)
Visited 13 times, 1 visit(s) today
Close