Yazar: 11:14 Anlatı

Düş Altı

Sıradan üstü başı kir içinde olan bir gün… 

Ve o günün eli yüzü kanlı gecesi… 

Gövdesinden kesilmiş bir dağ ağacı koynumda. 

Kanatlarından vurulmuş bir gökyüzü tepemde. 

Gömüyorum o korkak gölgeleri gecenin en karanlık yerine. 

Tek bir gözyaşı kalmasın, güneş yeniden doğsun diye. 

  

Kendine has bir çirkinliği var benim cümlelerimin. O yüzden ne zaman planlı bir şekilde kâğıt kalem alsam elime, hiçbir şey yazamam. Böylesi vakitlerde nadiren yazabildiklerimi de tekrar okuyamam ve o kâğıtları yırtar atarım. Okumayı sevdiğimi zannederdim; onu da pek becerdiğimi söyleyemem. Okunması gereken kitaplar çıkarır koyarım orta yere. Yıllardır onlar bana bakar, ben onlara bakarım. Birkaç cümle okumuşluğum da yok değil hani! Cümleler arasında düşüncelere dalar, okuduğumdan da bir şey anlamam. Şimdi zamanı değilmiş, der ve yılları da kendi düşüncelerimin peşine takarım. Aslında düşlerde yaşarım. Bu, tamamen gerçeklikten kopuk olduğumdan ya da büsbütün hayalperest biri olduğumdan değil kesinlikle. Düşlerde, yalnızca bana ait olduğunu bildiğim şeyler oluyor ve orada, kendi küçük kovuğumda olmak hoşuma gidiyor. Mademki ne okuyabiliyorum ne yazabiliyorum öyleyse geriye yapabileceğim tek bir şey kalıyor: Anlatmak. 

Kaybolmak 

Karanlık bir ormandayım. Yüksek ağaçların olduğu, uçsuz bucaksız bir orman… Soğuk gölgeler her yerde. Ağaç dalları her yerimi sarmış. Buraya nasıl geldiğim hakkında hiçbir fikrim yok. Kımıldamaya çalışıyorum, bağırıyorum. Nafile! Ben hareket etmeye çalıştıkça dallar daha sert bir şekilde etrafımı sarıyor. Ağacın beni sarmasında, anlamlandıramadığım bir huzur bulmaya başlıyorum sonra. Çok eskiden hissettiğim bir duygu içimi kaplıyor, etrafımı sarıyor adeta. Ağacın içine kendimi  bırakıp yol olasım geliyor. Derken karanlıkta, gölgeler arasında ayak sesleri duyuyorum. Yaprak ve dallara bastıkça ormanı susturan, içimi ürperten bir şey bana doğru yaklaşıyor. Yaralı, vahşi bir hayvan gibi iniltiler çıkara çıkara benim olduğum tarafa geliyor. Yüzünü görmek üzereyken bir anda kurtuluyorum ondan. Gölgeler kalkıyor; orman, bana patika bir yol açıyor. Daha önce bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Oradan derhal uzaklaşmak istiyorum. Yürüyorum, ayağım çıplak; yürüdükçe ne acı hissediyorum ne de soğuk. Bir an önce bu ormandan kaçıp kurtulmaktan başka bir dileğim yok. Önümde ufak bir tepe var. Çığlıklar işitiyorum. Evet, çığlıklar! Sesler, tepeye yaklaştıkça daha da artıyor. En sonunda zirveye ulaşıyorum. Ağaçlar ve gölgeler dışında hiçbir şey yok burada. İlk kez işittiğime eminim bu sesi. Çok huzursuzum. Nasıl da içten haykırıyor? Bir adım, bir adım, bir adım daha… Yaklaştıkça görüntü de belirginleşiyor. Sonra bir anda donakalıyorum. Hayır, olamaz bu gerçek değil! Daha az evvel benim olduğum yer burası ve ağaca bağlı, çığlıklar içindeki kişi benim. O ses, o ses benim mi yani? 

Kıs(ıl)mak 

Derken uyanıyorum. Size bir şeyler anlatmak istemiştim, ama zamansız uyuyakalmışım. En iyisi yeniden anlatmaya çalışayım. Önce gidip bir bardak su almama izin verin lütfen! Sesim her nedense, konuşmaya başladıktan kısa bir süre sonra, su içmezsem kısılıyor. Vücudumun çok konuşmanın bir anlamı olmadığına dair bir tepkisi, diye düşünmüşümdür hep bunu. Suyumu alıp, koltuğuma iyice kurulduğuma göre anlatmaya başlayayım. 

 Aslına bakarsanız hayatın en önemli dönemlerinden biri olan çocukluk anılarına pek değinmek istemiyorum. Kötü bir çocukluk geçirdiğimi ya da o anları hatırlamak istemediğimi düşünmeyin, alakası yok! Toplumumuzun genelinde böyle bir durum söz konusu: Yaşamımızın en önemli evrelerini hep görmezden geliyoruz. Yine o görmezden geldiğimiz dönemlerden biriydi. Evimizin önündeki parktaydım. Yaşım on beşti, bir yaz günüydü. Evet, anlatmaya buradan başlayacaktım, şimdi hatırladım! 

Aramak 

Parktayım. Ama bulunduğum bu yer, çocukluğumun ve gençliğimin ilk yıllarının geçtiği o park değil. Kocaman duvarlarla örülü bir yer burası. İçinde ne oturup soluklanacak bir bank ne gölgesinde serinleyecek bir ağaç ne de ayaklarımın altında boylu boyunca uzanan yeşil çimenler var. Durun durun! Burası bir park değil ki. Kafamı kaldırdığımda etrafı ören duvarların gökyüzüne kadar uzandığını görüyorum. Bir an önce çıkmalıyım bu labirentten. Kendi etrafımda dönüp bir kurtuluş yolu ararken, sol tarafta duvarların olmadığı bir yamaç fark ettim. Oraya doğru var gücümle koşuyorum. Nefes nefese kaldım. Tam mavilikler belirmeye başladı derken, bir anda etrafımdaki her şey kayboldu. Karanlık… Hiçbir şey göremiyorum. Yine bir kâbusun içinde olmalıyım. Beni yoran, korkutan bu kâbustan uyanmalıyım derhal. Nasıl geldim buraya? Oysa anlatacağım şeyler çok başkaydı. Sıcacık bir yaz gecesinde, parkta arkadaşlarımla geçirdiğim o keyifli anlardı. Sohbetler, karşıda oturan güzel kızlar ve onlarla nasıl tanışacağımızı düşünüp durduğumuz o haylazlıklardı bahsedeceklerim. Kendimize, bedenimize, dünyaya attığımız ilk adımlardan konuşacaktım yani. O anları hatırlayınca zihnimi kuşatan bu karanlık da nasıl ortaya çıktı? 

Belli ki başka şeylerden bahsetmek gerekiyor ya da bambaşka bir anıya gitmek. Okuldayım, yaşım yine on beş, aralığın ilk haftası, sınıfta en arka sırada oturuyorum. Fakat… Burası benim yerim değil. Arka sıranın bir sıra önünde, pencere kenarında otururdum ben hep. Lisede okul ceketini sevmediğim için farklı renk bir ceketim vardı. Üzerime bakıyorum; şu anda okulda herkesin giydiği o kasvetli lacivert ceket. Elimde bir sıcaklık… Gözlerim, kan revan içindeki ellerime ilişiyor. Beyaz gömleğimden kızılca sular sızıyor. Yokluyorum vücudumu, her yerim sağlam. Masamın üstünde, defterlerimin yanında bir bıçak duruyor. Ama üzerinde hiç kan izi yok. Kafamı kaldırıp sınıftaki arkadaşlarıma bakıyorum. Sıralar, masalar bir anda yok oluyor. Elimde bıçak ile yine karanlığın orta yerindeyim. Ayağa kalkıp karanlıkta, nereye gittiğimi bilmeden ilerliyorum. O an etrafımı aynalar sarıveriyor. Aynadaki yüz benim değil, hatta tam bir yüz bile değil bu. Önümdeki aynaları kırıp, arka taraflarına geçiyorum ve usulca yürümeye başlıyorum. Ayaklarıma bir şeyler çarpıyor. Yerler ölü hayvanlarla dolu. Daha fazla devam edemeyeceğim. Yine aynı şey oldu bakın! Tüm anılarım bir bir kayboluyor, yerini hiç yaşamadığım ürkütücü olaylar almaya başlıyor. Hemen on beş yaşımdan kurtarmam lazım yakamı. Hatta koşar adım yirmi dördüme gitmeliyim bence. 

Üniversite bitmiş, aradan bir yıl geçmişti. Eski arkadaşlarla okulda toplanıp, çimler üzerine serilmiş, ellerimizde kahvelerimizle muhabbet ediyorduk. Güneşin tadını çıkarıp okul anılarına gülüştüğümüz bir gündü.  Ne yaşanılan vakitte ne de gelecekte bize kötü hiçbir şey olmayacağına inandığımız neşe dolu günlerden biriydi. Okulun tüm stresi bitmiş. Kalabalık bir arkadaş kitlesi ile bir aradaydık. Herkes kendi içinde sohbet ediyordu. Arkamızda konuşanların sesleri artmaya başladı, gürültü ve bağırışlar eşlik etti o seslere bir anda. Kim bunlar, diye dönüp baktım ama kimsecikler yoktu. Sonra sağıma, soluma baktım. Etrafımdaki herkes gitmişti. Ayağa kalkıp onları aramak için adım atarken bir anda boşluğa düştüm. Düştüm, düşüyorum, hala düşüyorum. Yanımdan arkadaşlarımın, binaların, hayatların, anıların, pişmanlıkların geçtiğini görüyorum. Ben ise son sürat aşağı doğru düşüyorum. Ben hızlandıkça tüm geçmişim ve hatta geleceğim yanımdan akmaya devam ediyor. Hızlandıkça, yüreğim daha hızlı atmaya başlıyor. Bitsin artık! Nereye düşüp parçalanacaksam parçalanayım, yeter ki bitsin bu ızdırap. 

Yok, olmayacak bu iş! Kaçacak yeni bir sokak bulmalı. Tüm anılarım, acılarım, kâbuslarım hepsi birbirine karışmış durumda. İyisi mi onu gördüğüm ilk anı düşünüp bu saçmalıklardan olabildiğince uzaklaşmak. Otuz yaşına yeni basmıştım. İnsanlardan ve kendimden umudumu kesmek üzereydim. Otuz yıla sığamayacak kadar çok hata yapmıştım. Her seçtiğim yol yanlışlar deryasına çıkıyordu. İşte bu nedenle yanlışın, artık kendim olduğunu düşündüğüm zamanlardı. Neye elimi atsam kurutmuştum. Vebalı bir hasta gibi kendime ve çevreme zarardan başka bir şey vermemiştim. 

Ege’de her yıl gittiğim tatil yerinde biraz kafa dinlemek niyetindeydim. Pek kimsenin gelmediği, doğanın ve denizin tadını çıkardığım vakitlerdendi. Denizin üzerindeki bir yakamoz gibi belirivermişti o. Gülümseyip, “Bugün hava ne güzel değil mi?” demişti bana. Ben ise gözlerinden hemen gözlerimi çekip utangaç ve titrek bir sesle, “Evet,” demekle yetinmiştim. Bir insanın gözleri bu kadar güzel olamazdı. Denize bakıyordum gözlerinde dolaşırken. Heyecandan ne yapacağımı bilemez olmuştum. Onun varlığını hissetmek, yüreğimin içine bir kor düşürmüştü. İskelede yanıma oturup balıkları göstermişti. Balıklar her zamanki gibi bir o yana bir bu yana gidiyorlardı. Birden deli gibi dönmeye başladılar. Dönüyorlar, dönüyorlar.  O kadar hızlı dönüyorlar ki denizin içinde hortum oluşturdular sonunda. Yer gök birbirine karıştı birden. Büyük bir kasırga meydana geldi. Ona döndüm, sol yanıma, gölgesi duruyordu sadece. O da fırtınaya kapılıp bir yaprak gibi uçup gitti. Peşinden gitmeye uğraştım, lakin çevremdeki her şeyi yutan hortum, beni de kapıp denizin ortasına bıraktı. Ve içimde yanan o korun üstüne, devasa dalgalarla çöktü bir anda. Hayatımın en güzel anısının bile altında kalakaldım. Neler oluyor böyle? 

Daha iyi bir anıya mı ihtiyacım var yoksa? Ne, ne olabilir ki? Bekleyin buldum! Geçen kış karda eski bir arkadaşımı gördüğüm o gün… Eski dostluklar kadar insanın içini ısıtan başka şeyler nadir bulunur. Kışın en soğuk, karlı günlerinden biriydi, eskiden de çok üşürdüm ama artık içime kat kat giyinmedikçe dışarı çıkamaz olmuştum. Amacım sadece karda yürüyüp bu beyazlığın verdiği huzuru yaşamaktı. Karda ayaklarım bata çıka yürürken, sesinden tanımıştım O’nu. Hiç değişmeyen, çocuksu bir sesi vardı. Kelimeler sanki ağzından yuvarlanarak çıkıyordu. Seslendim O’na doğru. Tıpkı çocukken baktığı gibi bakıp koşarak yanıma geldi. Kaç yılın hasreti ile sarıldım sımsıkı. Sarıldıkça yakan o sıcaklık sonra yok oldu. Elim, ayağım buz kesti. Sarılmayı bırakıp yüzüne baktığımda buzdan kristallere dönüştüğünü gördüm. Dokundum, dokunur dokunmaz, tuzla buz oldu. Çevremdeki her şey donuverdi. Neye dokunduysam dağılıp gitti. Ağaçlar, duvarlar, yollar… Buz… Göğsümde bir sıcaklık hissettim tekrar: Kat kat giyindiğim tüm elbiseler alevler içindeydi. Ben ise artık ne soğuk ne sıcak hiçbir şeyi duyumsamaz oldum. Sanırım gerçekten aklımı yitirdim. Hangi güzel anıma dönsem, kayboluyor(dum). 

Dur-ul-mak 

Susacağım, anlatmak yok artık! Bu kargaşadan, kaybolmuşluktan bir an önce çıkmak istiyorum. Nefes alamamaya başladım. Temiz hava alıp biraz yürümek ilaç olabilir.  Sonbahardayız havalar erken kararıyor artık, saat beş. 

Evimin önündeki eski sokak, benden de eski o parka açılıyor. Parkta çocuklar, gençler, yaşlılar, hepsi kendi dünyasına gömülmüş. Hepsi, yerini inatla kışa bırakmak istemeyen sıcaklığın tadını çıkarıyor. Onları izliyorum gülümseyerek. Aniden içimde bir bulantı oluşuyor. Umursamayacağım. Evler arasından bana huzur verecek güzergâhları belirliyorum. Evleri izlemek çocukluğumdan beri iyi gelmiştir bana. Tanımadığım evlerde, hep mutlu, güzel insanların olduğunu hayal etmişimdir. Olmayacak hayaller dükkânı benim zihnim, bunu anlamış olmalısınız! 

Bulmak 

Issız bir yoldayım şimdi, ayağımın altında bir şeyler eziliyor adeta. Yere bakıyorum. O da ne! Ayaklarım yok oluyor. Gözlerimi ovuşturup, tekrar bakıyorum; ellerimin, kollarımın yavaşça silinip gittiğini görüyorum. Fantastik bir filmin tam ortasında kaybolmuş gibiyim. Bir an önce bir ayna bulmam gerek. Eve gitmeliyim. Hayır, hayır! Evler, sokaklar, parklar, yollar silinip gidiyor birer birer. Bir boşluğun tam ortasında koca bir boşluğum. Gündüz vakti kâbus görüyor olmalıyım. Bir ses duymaya başladım, bir çocuk sesine benziyor. O sese doğru ilerliyorum. Yaklaştıkça ses değil, inilti olduğunu fark ediyorum. Yaralı bir hayvan iniltisi… Sese dokunacak kadar yakınım hatta. Kesildi, ses kesildi şimdi. Kulağımı sağır eden bir çınlama başladı. Çöktüm dizlerimin üzerine, kulaklarımı ve gözlerimi kapadım. Çınlama beynimin her köşesinde yankılanıyor. Eğer bu bir uykusuysa bir an evvel uyanmak tek derdim. Altımdan sular akıyor. Sular arkada, bense önde koşuyorum. Koştukça sular daha çok artmaya başlıyor. Koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum… Boşuna bütün gayretim, suların içine gömülüyorum. Nefesimi tutamayacağım daha fazla. En iyisi ölüp bu kâbustan kurtulmak. Açtım ağzımı, sular içime akmaya başladı. Sular içime doldukça nefes almaya başlıyorum. Suyun içinde rahatça nefes alıp hareket edebiliyorum. Yalnız beden artık benim değil, farklı bir şey oldum. Balık desen balık değil, insan desen insan değil. Bunu göremesem de hissediyorum. Garip bir huzur… Daha derine, daha da derine dalmak istiyorum. En derindeyim. Her yer masmavi oluyor. Gökyüzündeyim. Eskiden kanatlarım olduğunu sanırdım; niye uçamıyorum, diye yakınırdım. Şimdi ise kanadım yok fakat yine de uçuyorum. Burası hiçbir yere benzemiyor. Ağaçları ağaç değil, denizi deniz, dağı dağ… Kâbusta olduğumu düşünürken uçmak çok iyi hissettirdi. En güzel rüyadaymışım meğer. 

Yine karanlık çöktü, bedenimde bir ürperti… Yere ayak basıyorum. Ayak basar basmaz, yere kök salmaya başlıyorum. Gövdem geriliyor, dallarım yapraklarım gökyüzüne doğru uzanıyor. Etrafıma bakıyorum her taraf ağaç. Bir orman içinde, yaşlı bir ağacım artık. Tüm dallarımı, yapraklarımı hissediyorum. Toprağın içine süzülen köklerim, sinir uçlarım misali. Köklerim sayesinde daha önce hiç almadığım kokuları alıyorum. Havanın da bir tadı varmış şimdi anlıyorum. Sanki hep ağaçmışım ve doğaya karışmak için yaşamışım. Orman içinde bir hışırtı duymaya başladım. Bana doğru gelen şeyin, nefes alıp verişinden ve ürkek adımlarından insan olduğu belli. Bir anda göz göze geliyoruz. İmkânsız, olamaz. Bu benim! Onu tüm gücümle dallarımın arasına alıyorum ve sıkıca sarıyorum. Kendine sarılmadığı o kadar belli ki… Beni tanımadı bile. Korktuğu, kalbinin atışından ve haykırışından anlaşılıyor. Bıraktım sonunda, gidip kendini bulması için ya da kendimi bulması için. 

Arayıp soranım pek olmadı, aradığım sorduğum da. Özlemini çektiğim tek şey ise şimdiki zaman oldu… 

Görsel: Bahar Dalga

Murat Öksüz
Latest posts by Murat Öksüz (see all)
Visited 21 times, 1 visit(s) today
Close