Yazar: 14:50 Anlatı

Kör Duvar – 2

SUAL 

-Bugün nasılsın? 

En sevmediği sorulardan biriydi bu. Önce zamana, sonra kendine takıldı sorunun ayakları.  

-Bu hayatta ne kadar iyi olunursa o kadar iyiyim. 

Yan yana duruyorlardı. Biri göğe, diğeri yere bakıyordu. 

-Anlamsız sorular sormayı ne zaman bırakacaksın? 

-Hayatımın tüm amacı bu, anlamsız şeyler peşinde koşmak . 

-Bu durum canımı sıkıyor bilesin. Sen ve senin boş konuşmaların… 

-İşte orada dur! Peki, söyle o zaman anlamlı ve boş olmayan şeyler nelermiş? Hayatın boyunca anlamlı ne yaptın, ne söyledin ? Boş geldik, bomboş gidiyoruz. Yaşam üzerine konuşulan şeylerin hepsi deli saçması. Hayatın anlamını ya da kendi anlamsızlığımın nedenlerini aramıyorum en azından ben. Durum neyse kabul ediyorum. 

-Öyle mi dersin? Boş geldik ve bomboş gidiyoruz ha! Kendini bir yük gemisi sanıyorsun herhalde. Ne biliyorsun ki sen? Hayata, evrene, insana, doğaya dair. Hiçbir şey! Düşündün mü hiç kendini, öz benliğini, hayatını, çevreni… Öyle bir biyosfer de yaşıyorsun ki başka bir oksijenin, başka bir gökyüzünün, başka bir hayatın olabileceğinin farkında bile değilsin. Kafanın üstünde bir çatı ve tok bir karın: Yaşamının tüm amacı bu. Bir de mutlu oldun mu elindeki anlamsız şeylerle, değme keyfine! Bu dünyaya mutlu olmaya geldiğine inanlardansın sonuçta. 

-Boş olduğum, boşlukta olduğum doğru. Ama nereden çıkarıyorsun, dünyaya mutlu olmaya geldiğine inanlardan olduğumu? Bunca yıl hiç mi tanımadın beni? 

-Tanımak mı? İnsan kendisini bile tanıyamazken, yabancı birini nasıl tanır ki? En fazla ona dair bazı inançları olur. İnancın da mantıkla ilgilisi yoktur! Tüm inançlarda olduğu gibi, yeni bir bilgiyle inanç tamamen yok olur ya da başka bir inançla yer değişir zamanla. En azından bilerek ve isteyerek kötülük yapmayacağını biliyorum. Gerçi bu zaten  söylenmedi mi Socrates tarafından? Söylenmemiş bir laf kalmış mıdır acaba? Bundan anlamlı laf çok az söylenmiştir. Gerçekten ‘bilmediğimiz’ için tüm bu kötülükler. Yoksulluk, açlık, zulüm… Onca yıla rağmen, onca “gelişmeye” rağmen hala o bilinç düzeyine ulaşamadığımıza göre bundan sonrasında daha zor günler bekliyor demektir bizi. Konuyu dağıttım yine, bana anlamsız sorular sorma!  

-Ne yani savaşın kötü olduğunu herkes bilir. Oysa dünya tarihi, neredeyse savaşlar tarihi demek. 

-Dedim ya sana, bilmiyorlar. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gerçekten bilmiyorlar. Bir şeyi öğrenip bilmek, içselleştirmek, fark etmek yerine çıkar peşinde koşmak daha kolay geliyor. Savaşların çoğu kendi çıkarları için toplumu yönetenler tarafından çıkarılır. Toplum konusuna girmiyorum bile… Onlara kör inançları ve değersiz değerleri uğruna her şeyi yaptırabilirsin. 

-İnanmak, diyorsun. Doğamızda var inanmak, bunu sen de biliyorsun. Bir Tanrıya inanmak zorunda değilsin. Ama annene, babana, sevgiline, çocuğuna inanıyorsun  farkında olmasan da. Annenin çocukken sana bakacağına inanıyorsun, çocuğunun seni hayal kırıklığına uğratmayacağına, sevgilinin seni aldatmayacağına. İnandıkların doğru çıkar, yanlış çıkar bilemem. Ama inanmadan insan yaşayamaz. 

-İnandığım şeyler var elbette; ama bunlar ne Tanrı ne de insanlar… Sadece değerlerime inanırım ben. O değerlerimin de zaman içinde kök salıp büyüdüğünü görüyorum. Bazen de onlara karşı geliyormuş gibi hissederek kuruyup kalıyorum. İnsanın içinde bir var olduğu insan vardır, bir de olmak istediği insan. İkisi arasında fark açılınca o kişide huzursuzluk başlar. Nefes alıp verişi dahi değişir. Hayattan ve kendinden soğumaya başlar. Artık o, o değildir. Ama yine de değerlerim için yaşıyorum ben.  

-Yürüyelim mi? 

-Olur tabii. 

 Soğuk bir sonbahar gününde yollara düştüler. Sahi hep sonbahar günü yollara düşmez miyiz? 

-Hayattan umutlarımı kestiğim anda, gökyüzüne bakmak hep iyi gelmiştir bana. Dediğim şey, “Kaldırın kafanızı göğe bakın, gelecek güzeldir” safsataları, hatta umudun insanın içini çürüten o zehir hali değil. Gökyüzünün,  ve bulutların kendi saf güzelliği benim bütün derdim. Bir de şu oradan oraya esip duran rüzgâr yok mu? İnsana iliklerine kadar yaşadığını hissettiriyor. Kendime ait ne bir yerim ne bir evim oldu bunca vakit. Tek yerim burası benim. 

-Şaşırtıyorsun beni. Aynı şeyleri ben söylesem, ne kadar dünya nimetlerine bağlı yaşadığımı söylersin. Peki kendine ait bir yeri olan insanların, dünyasında bir yerinin olmaması garip değil mi? Bu ha köşk olmuş ha gökyüzü… 

-Şaşılacak bir şey yok bunda. Aynı göğün altında yaşıyoruz. Acılarımız aynı belki ama sebepleri farklı. Gerçi bu bile muallakta. Aynı duyguyu, farklı hisler… Ya da farklı hisler, aynı duyguyu canlandırabilir. Katmanlı acılar vardır bir de. En derinlerinde olan, en derinine dokunan. O konulara hiç girmeyelim. Kafam allak bullak. Mutluluk için gelmediğini söyledin. Sahi ne için geldin öyleyse? 

-Bunu ben de bilmiyorum. Anlamsızlıklar içinde anlam aramaktan sıkıldım. O yüzden sadece yiyip içiyorum ve çok düşünmüyorum. Eninde sonunda öleceğiz, toprağın parçası olup gideceğiz. Bana kalsa, yakılmak isterim. Kokacak,  çürüyecek cesedim. Zaten toprak altında olma fikri hep korkutmuştur beni. 

-Öldükten sonra fark eder mi? Sen zaten orada olmayacaksın, farkına bile varmayacaksın. Ha gömmüşler ha yakmışlar ha sokağa atmışlar… Hiç umurumda değil! 

-Öldükten sonra tamamen yok olma fikri seni korkutmuyor mu? 

-Aslında beni korkutan uzun bir süre yaşamaktı. Şuan ne yaşamaktan ne de ölümden korkuyorum. Korkuların tutsağı olmaktan kurtulalı çok oldu. Hem kendi isteğimle gelmedim, büyük ihtimalle kendi isteğim dışında gideceğim. Hiç olmayabilirdim ve bunun hiç farkına varmayabilirdim. Belki de çok alt bir bilinç düzeyinde yaşayan, bir çamurda debelenip duran canlılarız. Belki de hiç var olmadım. Kime göre? Neye göre var olur ki insan? 

-Ne yani korktuğun hiçbir şey yok mu? Sevdiklerinin kaybı? Yapmak isteyip de istediklerini yapamadan bu dünyadan gitme fikri? Kronik bir hasta olup, acı çeke çeke yaşamak ve ölmek? Muhakkak vardır bir şeyler. 

-Sevdiklerimin kaybına üzülürüm, ama korkmam. Yapmak istediğim birçok şeyi yapamayacağımın farkındayım. Eksik canlılarız ve ne yaparsak yapalım hep bir şeyler eksik kalacak. Böyle diyerek, bir şey yapmadan yaşayalım demiyorum. Yaşamdan alacağımız şeyleri sonuna kadar almalıyız. Ölürken baş ucumda hala yeni şeyler öğreneceğim bir kitap olacak. İnsan olmanın gereği bu: Bir şeyler öğrenmek… Hastalığa gelince, öyle acı çekecek bir durumum olursa dünyanın her yerinde uçurum vardır. 

-Bu havaları sayende bende sevmeye başladım. Önceleri yağmur, soğuk oldu mu dışarı çıkmak istemezdim. İnsanın zamanla sevdiği şeyler bile değişiyor.  Hatta eskiden sevdiğim şeyler şimdi benden çok uzaktaymış gibi geliyor. Uzakta olduğum şeyler ise, şimdi yanı başımda… 

-Değişmezse insan, zaten insan olamıyor. Maalesef bizim toplumumuzun en büyük sıkıntısı  bu. On bin yıl önce bu topraklarda nasıl yaşıyorlarsa şu anda da öyle yaşıyorlar. Mutlu ama kör… Mutlu ama bağnaz, mutlu ama bilgisiz… İyi bir şey olursa şükrediyorlar. Genelde de kötü şeyler olduğundan kader deyip geçiyorlar. Sorguladığı tek bir şey  yok. Sahi bak, hayatla ilgili şeyler demişken herhalde yeni bir şeyler öğrenmek, olmazsa hayatın hiçbir anlamı olmazdı. “Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez” demiş Socrates. Acaba dünyada kaç kişinin hayatı yaşamaya değer ki? Benim de hayatı nasıl sorguladığım konusunda hep kafam karışık olur. 

-O bakış açısına göre çok azdır. Ama yine de yaşamaya değmez hayatlara sahip olduğumuzu çıkaramazsın bundan. İster sev, ister sevme; biz de bu dünyanın parçasıyız. Yaşamı sorgulamayan birileri var mıdır hem? 

-Çok yanılıyorsun dostum! Yaşamı sorgulamanın sadece basit sorularla yapılabileceğini sanıyorsun. Bu dünyaya niye geldim? Ne için varım? Nereye gidiyorum? Ne yapmalıyım? Bunlar da soru ama boş sorular. Gerçi bizim toplumda bu sorular bile sorulmuyor. Bilinçli bir bireyin soracağı şeyler  çok daha üstlerde. Cevabı olan sorular sormak, soru sormak değildir. Bizim toplumda soru sormamalarının sebebi, cevaplarını bildikleri içindir. 

– Cevapsız soruların ne anlamı var ki? Hayatta bir şeyleri öğrenmeye çalışan, sorgulayan tek sen mi varsın sanıyorsun? Ben hep cevap ararım. 

-Ne buldun peki? 

-Vereceğim cevaplar seni tatmin etmez. 

Yağmur iyiden iyi bastırmaya başlamıştı. Bir ağaç kovuğuna sığındılar. 

-Şimdi bir kahve olsa ne güzel olurdu. 

-Oooo! Dünya nimetlerinden tamamen elini eteğini çektin sanmıştım. 

-Öyle bir şeyi nereden çıkardın? O zaman burada, bu kovukta ne işim olurdu?  Hem bir keşiş bile kahveye hayır diyemez. 

-Toprak kokusu da seversin sen. 

-Kim sevmez ki? Hatta bazı kokuları ve tatları içimize işlenmiş bir şekilde severiz. O sayede hayatta kalırız. Şu konuşmayı yapıyorsak, atalarımızın en zeki ya da en güçlü olduğundan değil. Şartlara en çok uyum sağlayan canlılar olmaları gerçeğinden ötürüdür. Ancak geçen zaman şunu gösteriyor ki yaşaması gerekenlerin nesli yok oldu, yok olması gerekenlerin nesli çoğaldı. Bu nedenle dünya insani anlamda yaşanmaz halde. Hayattayız, yaşıyoruz demiyorum. Yaşamak ile hayatta kalmak farklı. Aslına bakarsan senin de, benim de yaşıyor olmam, atalarımızda bir sorun olduğunu gösterir. Ya korkaktılar, ya çıkarcı… Yoksa bizde yok olmuş olurduk şimdi. 

– Yaşamdan sağ çıkan birileri var mı öyleyse? 

-Var mı sence? 

-Cevabını bildiğim sorular sormuyorum ben. 

-Ben de öyle… 

-İnsan kendine rağmen yaşayamıyor. 

-Yanlıyorsun en çok da kendine rağmen yaşıyor. 

-Yağmur dinmeye başladı. Yola koyulsak mı? 

-Olur tabii. 

İki eski dost, omuz omuza yola koyuldular. İlk kez görüyorlardı buraları. 

-Ne güzelmiş burası. Yemyeşil bir göl, etrafı ağaçlarla çevrili. Yapraklar saçılmış dört bir yana… 

-Bunu senden önce buraya gelen kaç kişi söylemiştir düşündün mü hiç? Ve sonra bu güzelliğe hemen alışmışlardır. Ve daha da acısı buradan gittikten sonra unutmuşlardır burayı. Başka bir güzellik bulununca yine aynı duygular uyanır, onun da başına aynı şey gelir hatta. Çok düşünmeyelim değil mi? 

-Yine şaşırtıyorsun beni. Hayatını düşünmeye adayan birinin, sürekli çok düşünmeyelim demesi… 

-Yaşlanıyorum sanırım. Beni  kısır döngüye sokan düşünceler artık ilgimi çekmiyor. Bilmediğim şeyleri öğrenmek ve onun üstüne düşünmek ilgilendiriyor sadece. 

-Burada kalsak ya! Şu güzelliğin içinde. Bak gökyüzü de bir başka burada. Burada zaman düşen bir yaprak gibi savrulsa yanı başımızda. 

-Şuracıkta ölebilirim ve kuşkusuz eksik bir yaşamın eksiksiz bir ölümü olur bu. Aslında zihnimiz de esir ettiğimiz kötü anlar var. Ve onun çevresinde tüm hayatımızı tüketiyoruz. Ama artık benim için hep bu an kalacak. 

Uzun bir sessizlik oldu. İkisi de yorgun bedenlerini, bu güzelliğe teslim edip uykuya daldılar. 

  

Karmakarışık rüyalar içinde, kördüğüm olmuş bir şekilde kendilerine geldiler. 

  

-Uyumak bile yorucu hale geldi farkında mısın? 

-Sana da mı aynı şeyler oluyor? 

-Aynı derken? 

-Aynı olan bir şey yok hayatta. 

-Ama yine aynı yerde uyanmışız. 

-O aynılık değil. Yattığın kişi ile uyanan kişi aynı değil sadece mekân aynı hem farklı bir yerde mi uyanacağımızı sandın? 

-Umut işte! 

-Umut insanın içini çürütür, demiştim sana. 

-Ama umutsuz da yaşanmıyor ki… 

-O yaşadığın hayat değil zaten. Bana umutla ilgili bir şey söyleme artık. Yine canımı sıkıyorsun. 

-Canını sıkan ben değilim, bunu sen de biliyorsun. 

-Artık ne bilip ne bilmediğimden emin değilim. 

-Bu demir parmaklıklar ikimizin de ruhunu çürüttü. 

-Çürüyen ruhumuz değil, bedenimiz. 

-Neden burada olduğumuzu hiç düşünmüyor musun? 

-Değerlerim için yaşıyorum demiştim sana. Değersizler dünyasında, değerleri olanların yeri burası. 

-Biliyorum kızma hemen. Hem benim ne işim var burada? Sadece bazı şeyler daha farklı olabilirdi. 

-Senin ne işin olduğunu ben de düşünmüyor değilim. Bunu kendine sorman gerek. En azından bu durumda kendine dürüst olabilirsin. İnsanın dürüst olması gereken tek kişi  kendisidir. Başkaları için dürüst olanlar, zaten ahlaklı değildir. Farklı olabilirdi demişsin, biliyorum ama o zaman ben de farklı olurdum ve ben, ben olmazdım. O olacak kişiden dünyada çok var zaten. 

-Yine de yaşamak güzel şey be! 

-Çok konuşuyorsun. 

-Eee, anlamsız şeyler peşinden koşmak benim işim, demiştim sana. 

YOLCULUK 

Yine sessizlik kapladı etrafı ve ikisini. Zaman bir o yana bir bu yana devrilerek ilerledi. İki ayrı ranzada iki ayrı beden farklı yönlere dönerek, kıvrıldılar. Demir parmaklıklar arasında geçen bir gece daha onları bekliyordu. Nemli, soğuk iki kişilik bir koğuş; tek kişilik yalnızlıkta tutsak edilmiş. Dışardan içeriye sızan çok az şey var. Onlarda koridorlarda buhar olup uçuyor. 

-Uyudun mu? 

-Uyumadığımı bildiğin halde neden soruyorsun? Hem sessizlik istiyorum ben. 

-Korkuyorum ama. 

-Biliyorum! Korkma, dememin de bir anlamı yok. Uyumaya çalış. İnsan uyurken, tüm evreni içine sığdırır ve sabah tüm evren ayaklarının altından kalkar. 

-Ama benim evrenim ayaklarıma dolanıyor. Hareket edemiyorum. Hep bir şeylerden kaçmakla geçti hayatım ve şimdi kaçacak yerim kalmadı. 

-İnsanın her zaman kaçacak yeri vardır. Önemli olan kendini de yanında götürüp götürmediğindir. 

-Ben böyle değildim, sen de biliyorsun. Zamanla korkak, çekingen ve boş vermiş oldum. 

-Aslında hep bir parçan öyleymiş. Sadece bazı yanlarımız zamanla ve koşullara bağlı olarak ortaya çıkar. Her insanın içinde bir katil vardır mesela. Ama çoğu bunun farkına bile varmadan yaşar. Ya da çoğumuz hayata kurban edilmişizdir. Ve farkına varanlar, kurban edilenler tarafından kurban edilir. 

-Sabah olmak üzere farkında mısın? Yaklaşıyor. 

-Evet farkındayım. 

-Ben hala korkuyorum. 

-Yanındayım. 

-Yanımda olduğun için sana minnettarım. 

-Böyle konuşma. 

-Son isteğimiz sorulacak mı? 

-Anlamsız sorular bunlar. Bana bunları sorma demiştim. 

-Kol kola gidelim olur mu? 

-Hep kol kola değil miydik hayatta. 

-Korktuğum için affet beni. 

-Sen de beni. 

  

İki ruh, tek beden… Dışarda rüzgâr tüm kuvvetiyle esiyordu. Kızılca kıyamet bir yağmur… Son istekleri beraber yürümekti son yolculuklarında. Bir sonbahar sabahında darağacına yan yana gittiler. Arkalarında sarı benizli yorgun yaprakların sürükleniş sesleriyle…  

Murat Öksüz
Latest posts by Murat Öksüz (see all)
Visited 2 times, 1 visit(s) today
Close