Çok üşüdüm. Ayağa kalkabilsem üzerime bir ceket alır, ellerimi birbirine sürter, bedenimi büzüştürebildiğim kadar büzüştürür; içime çektiğimde can veren havanın, derimin altına işleyip canımdan etmemesi için tüm gözeneklerimi kapatmaya çalışırdım. Yapamadım. Elim, ne diğer elime ulaştı ne de ceketime. Beklediğim eller ise ya çaresizdi ya da kendi derdinde. Bekledim öyle kardeşim, en uzun ve en soğuk gündü bu beklediğim.
Geceleri uyanmazdım ben pek. Hele on ikiyi geçirdiysem, Asya’mın ağlamasını bile duymaz olurdum. Asya. Kızım. Üç aylıktı. Hani derler ya “yeni yeni ele avuca geliyor,” diye. İşte tam o zamanlarıydı. Gözünde ben vardım, burnunda ve dudaklarında Yasemin, gamzesinde annem. Öpmeden, gözümü kırpmadan bakardım öyle, bakardım. Arada koklardım, dokunmaya kıyamadan. Bakmak değilmiş, dalıp gitmekmiş benimkisi. Yasemin “Alooooo, dünyadan Hüseyin’e, dünyadan Hüseyin’e” deyince anlardım.
Yasemin. Bizim köyden. Daha doğru olur “bizim köydenmiş,” desem. Görmemiştim hiç, gördüğüm günden sonra aklımdan ve hayatımdan hiç çıkmayacak bu güzel kadını. 14 yaşımdaydım ben; ellerim otobüsün camına yapışık, yüreğim heyecan ve özlemle karışık, yanımda babam, cebimde anam İstanbul’a doğru yola çıkarken. Bir iğde dalı alıp iliştirmişti avucuma anam. “Olmaz öyle şey, kokusu sinmiş tülbentinden bir parça kes, içine sar ki; sen de her an yanımda gez.” demiştim kokladıktan sonra cebime koyarken.
Hayallerine yolculuk yapmanın keyfi ile anamın nemli bakışlarında kalan acabalarımla karışık, gün doğumuna yakın bir varıştı. Ardımda özlemler, önümde bilinmezler. İlk kez vapura bindim. İki kez martılara simit attım. Üç kez babama sarıldım. Dört kez anamı cebimden çıkarıp kokladım. Güneşin denizle cilveleştiği o gün, İstanbul’la tanıştım. Artık, amcama emanettim.
Lise hızlı geçti, hem okudum, hem çalıştım. Amcam olmasa, ne zaman yeterdi, ne para bu taşı toprağı adamı yutan şehirde. Yutardı beni de bir hamlede kılçıksız, hayallerim yutulamayacak kadar kılıçlı olmasa.
“Cerrahpaşa mı, Çapa mı sence?” diye sorduğumda ağlamaktan konuşamadı telefonda babam. Anamın titrek seninden güç bela şunları anladım; “Oğlum neresi olursa olsun, çabuk bitir, son durak Adıyaman olsun.” Son durak mı? Anam, soramadım ki hiç, kalbine mi doğdu?
2018’in Ramazan Bayramı. Uzun süre sonra bizimkilerle geçirdiğim ilk bayram. Geleni gideni çok olur bizimkilerin. İyi ki çok olurmuş. Yasemin de o gün gelen gidenlerden biriydi. İşte o gün tanıştık Yasemin’le, bizim çöpçatan kuzen sayesinde. Meğer her şeyi anam ayarlamış. Öğretmenmiş Yasemin. “Okumuş kız işte, hem bizim buraların kızı. Elimizde büyüdü sayılır. Anası-babası sen gittiğin sene öldüydü. Huyunu suyunu biliriz. He de oğul. Onun da gönlü varsa senin de gönlün olsun.” dedi canım anam. Mesajlaşmalar, telefonlar, bir iki yemek derken, her boşluğun ve her fırsatın Yasemin dolduğu bir sevda, Yasemin’in her boşluğu dolduracağı, sağlıkta ve hastalıkta, birlikte ve beraber mutluluğa açılacak, hayatımın en anlamlı “Evet”i oldu. Meğer Yasemin gelecek, bir daha gitmeyecekmiş. Hiç gitmeyecek derdim ama Yasemin soğuk bir Şubat gecesi ansızın gidecekti.
Bitti Çapa, zor da olsa zamanında. Beyaz giydirilmiş hayallerim gerçek olmuştu sonunda. İstanbul’da başladım başkalarının hayatına dokunmaya. Anam, canım anam; onun da dilinde hep türküsü, sanki duası, “Adıyaman yolu yaman, vay vay yavrucağım, amman yavrucağım, dön gel dayanamam…” Kabul oldu duaları. Bizim tayin memlekete çıktı. Yolu yaman Adıyaman’a.
Ana-baba bu, durur mu artık. Oğlan evlenmiş, hem de yanına gelmiş. Eksiği tamamlamak gerekir. Her gelmeye Yasemin’i bir köşeye çekmeye başladı anam. Fısır fısır konuşuyorlar. Ama mevzu belli. “Torun yok mu?” Olacak anam da, henüz zamanı değilmiş.
Bir iki ay sonraydı. Bir akşam yemeğinde Yasemin masaya küçük bir tabak koydu, üzerinde minik minik desenler, şu birkaç bölmeli olanlarından. Yanına da mavi kaşık, pembe çatal. Öyle bakakaldım, ne diyeceğimi bilemeden.
Söylemedik hemen bizimkilere, bekledik epey. Anam, anlamış Yasemin’in yüzünden. “Sen pek bir güzelleştin bu ara” deyiverdi bir akşam. Yasemin de çıkarıverdi baklayı ağzından: “İki canlılıktan.” Bir o gündü herkesi böyle mutlu gördüğüm, bir de Asya’mın doğduğu gün. 6 Kasım 2022, gün Asya’mla doğmuştu.
Öyle işte güzel kardeşim. Her gece uyumadan önce kokladım ben Asya’mı. Öptüm Yasemin’imi. O gece de öyle yaptım. Onlar erken yatmıştı her zamanki gibi yan yana, ana kız. Ben salonda televizyonun karşısında sızmışım. Bir uğultuyla uyandım. Rüyayla gerçekliğin arasında daha önce hiç duymadığım bir uğultu kulağımda. Kalkmaya çalışırken hissettim göğsümdeki ağırlığı. Karabasan derlerdi bizimkiler, öyle olsa anlardım. Ağzıma, gözüme giren tozla kendime geldim. Yer sallandıkça sallandı. Sonra ses kesildi, yer durdu. Anladım, deprem oldu.
Yasemin diye bağırdım, bağırdığımdan emin olmadan. Etraf karanlıktı. Derinden anlaşılmayan sesler geliyordu. Tekrar bağırdım, tekrar, tekrar… Sonra sustum nedenini anlamadan. Üzerimdeki beton yığını oynamayacak kadar ağır, sol bacağımı kendime çekmeye çalışıyorum gelmiyor, sağ bacağımda müthiş bir ağrı, göğsüm cayır cayır. Etraf hâlâ karanlık. Sesler hâlâ belirsiz. Ben tekrar bağırmaya başladım. “Yasemin, Yasemin! Asya’m, Asyaaaaa!” derken ağladım. Hiç istemesem de anladım. Asya en azından ağlar, Yasemin sesimi duyardı. Ne Asya ağladı ne Yasemin sesimi duydu. Biraz sonra ufacık bir delikten, bir parça ışık sızdı. Belli ki güneş doğdu. Bilmiyorum; ben ne kadardır böyle bağırdım, ağladım.
Kaç kere daha Yasemin, kaç kere daha Asya diye bağırdım hatırlamıyorum. Sonra aklıma geldi, “Sesimi duyan var mı?” diye bağırmak. Belki biri beni kurtarır, ben de bir umut belki canlarımı kurtarırım. Sesim kısılana, enerjim tükenene kadar bağırdım. Duyan olmadı. Sustum. Dinlemeye başladım. Duyabiliyor muyum bilmiyorum. Saat kaç bilmiyorum. Yaşayacak mıyım bilmiyorum. Yasemin ve Asya öldü mü, bilmek istemiyorum.
Bir ara uzak bir ses geldiğinde anladım yaşadığımı ve sevindim düşününce belki yaşayacağımı. Bir kez daha bağırdım “Sesimi duyan var mı?”. Bu kez duydu en azından bir kişi beni.
“Dayan, bekle. Seni kurtacağız” dedi yakının en uzak noktasından. Bir başka ses karıştı araya.
“Ben de burdayım, burdayım, burdayım.”
Cevap veren ses yine aynıydı. Üşüdüğümü hissetmeye başladığımda delikten sızan ışık yavaş yavaş uzaklaştı. Bekleyin diyen ses de ışıkla birlikte uzaklaştı. Burdayım diyen sese seslendim.
“Hâlâ burda mısın? Kimsin?”
“Burdayım, benim Necdet. Sen kimsin?” dedi, sesi cılız ve titrekti.
“Ben Hüseyin, ikinci kattan, doktor Hüseyin.” dedim, enerjimin azaldığını hissederek. Susmaya karar verdim. Güneşi tekrar görebilirsem enerjim olmalıydı.
Adıyaman burası, soğuğu pek olur. Soğuğun pek olduğu bir geceydi. Soğuk, gece, karanlık ve sessizlik. Küçükken korkardım biraz karanlıktan ben. Sessizlik bu kez karanlıktan çok daha korkunçtu. Uyudum mu bilmiyorum. O ufak delikten, bir kez daha ışık sızdı. Saatim yoktu, artık zaman o ufak delikten sızan ışıktı. Güneş bir kez daha doğduğuna göre en az yirmi dört saat geçmişti. Işıktan çok daha sonra geldi dünkü ses. Yanında başka sesler de vardı. Bu kez o sordu : “Sesimi duyan var mı?”.
“Duyuyorum, burdayım.” Sustum.
Diğer sesi bekledim, Necdet’in sesini. Ses çıkmadı. Işıkla gelen ses bir kez daha sordu:
“Sesimi duyan var mı?”. Necdet’ten ses yoktu.
Ben yaşıyordum. Şimdi Yasemin’im ve Asya’mdan sonra, Necdet ölmüştü.
“Burdayım, ben hâlâ burdayım!”
Işıkla gelen ses, yanında başka seslerle birlikte bağırdı yine:
“Dayan, bekle, seni kurtacağız. İş makinası bekliyoruz, arama kurtarma ekiplerini bekliyoruz.”
“Tamam. Çabuk olun, burası çok soğuk. Eşim ve kızım da burda. Ama sesleri yok. Çabuk olun.”
Öldüler diyemedim onlara. Kendime söyledim içimden, gel gör ki başkasına söylemeye dilim varmadı. Bekledim. Sesler uğultu halinde konuşmaya devam ettiler. Arada onlar bağırdı, ben bağırdım. Derken ışık tekrar gitti, sesler ışıkla birlikte gitti. Zaman gitti. Canlar gitti. Enerjim bitti.
Gecenin hangi yarısındayım bilemedim. Tek bildiğim daha çok üşüdüğüm, yaşadığım, ancak ölmeye giderek yaklaştığımdı. Yasemin’imi özledim, Asya’mı özledim. Anam geldi aklıma. Yaşıyor muydu? Yaşasa ve kurtulmuş olsa, gelip elleriyle kazmaz mıydı? Bizi burdan çıkarmaz mıydı? Anam gelince aklıma, türküsü dolandı dilime.
“Heveslik eyledim, yavru yetirdim
O da hayalınan düşümüş meğer,
Yavrumu gözümden ayırmam derdim,
Kurduğum hayallar boşumuş meğer
Adıyaman yolu yaman, vay vay yavrucağım
Amman aman yavrucağım, dön gel dayanamam
Sesimi duy ver elini, kalk gidek dağlara
Tütün kokan ovalara, dön gel dayanamam.”
Söyledim. Söyledim. Söyledim. Bir daha ışık gelmedi o delikten, güneş doğmadı. Doğduysa da ben görmedim. Yanıma gelen olmadı, ölümden başka. Hiç zorlanmadı ölüm. Önce ayaklarımdan yakaladı. Yavaş yavaş soğuturken kanımı, beni kendine çekmeye çalışmadı. Kaçamayacak kadar sıkışık, çırpınamayacak kadar dardı yerim. Sessiz ve karanlık bir geceydi. Ölüm çıt bile çıkarmadı. İşini olabildiğince yavaştan aldığı belliydi, utana utana canımı aldı. Bir ses duysa belki korkar kaçardı. Ölümün sessizliğinden başka kimsenin sesi çıkmadı.
İşte böyle güzel kardeşim. Okursan ya da duyarsan benim sesimin soğukluğunu, bil ki; benim gibi kaç Hüseyin soğuktan öldü. Kaç Yasemin, kaç Asya ihmalden öldü. Biz öldük güzel kardeşim. Bir enkazında altında, canımızın bir değeri olmadan öldük. Bir moloz yığını gibi kaldırıldık. Bulunabilen parçalarımızı götürüp bir yere gömdüler, üzerimize de numaralar diktiler. Numara çabuk unutulur güzel kardeşim. Bilemem kaç gün sürer unutulmamız ya da unutturulmamız. Yıldönümlerimiz olur bundan sonra, siyah kurdeleler konur ekranların köşelerine, mezarlarımıza belki bir kaç gül. Sonrası…
Sonrası yine unutma, bir sonraki yıla belki yine aynı şekilde anma.
Unutma güzel kardeşim, unutturma.
Acıma kardeşim, bize acıma. Biz öldük, faydası yok artık bize hiç bir acımanın.
Kendin için, varsa senin de Yasemin’in, varsa senin de Asya’n onlar için unutma, unutturma güzel kardeşim.
Ve unutma, her unutma yeni unutmalara gebe.
Ve her yeni unutmanın doğumu, başka başka ölümlere.
Unutma güzel kardeşim, unutup öldürme.
Editör: Melike Kara
- Bir Kitap, İki Aydınlık - 19 Aralık 2023
- Hüzün Hazinesine Ortaklık - 20 Kasım 2023
- Baran ile Ömer - 17 Eylül 2023