Yazar: 19:00 Öykü

Darboğaz

Yeni doğan bir bebeğin neredeyse bütün özelliklerinin değiştirilebildiği genetikçağda Baturay’ın ebeveynleri yalnızca isminde söz sahibi olmuştu. Oğlunun akranlarından geri kalmasına içerleyen Erkan, Baturay’a birinci yaş gününde bir bultak oyuncak almış, işinden geriye kalan zamanı oğluna temel geometrik şekilleri öğretmeye ayırmıştı. Ama nafile. Baturay, babasının çabalarına rağmen canlı renkleriyle büyülendiği bu basit oyuncağı kavramakta zorlanmıştı.

Bir bahar akşamı, pazar günü, Erkan’ın çocukluk arkadaşı Tümer, eşi Hilal ve bebeğiyle beraber misafirliğe geldiğinde ise Baturay ilk ve tek arkadaşı Ayaz’la tanışmıştı.

Ayaz’la tanıştığı akşamda Baturay on üç, Ayaz ise on aylıktı.

“Selam,” dedi Ayaz, “kardeş.”

Baturay Ayaz’ın ağzından çıkardığı sesleri anlamlandıramadı. Şaşırdı. Sonra odasına doğru emeklemeye başladı. Ayaz ise Baturay’ı ufak adımlarla takip etti. Baturay bultak oyuncağını beşiğinin altından çıkarıp Ayaz’ın önüne attı. Salyası akarken umut dolu gözlerle Ayaz’a baktı.

“Oyun oynayalım,” dedi Ayaz, “tamam.”

Ayaz üçgen prizmayı eline alıp kutunun deliğinden geçirdi. Baturay’ın boş gözlerle kendisine baktığını fark edince yerdeki küpü ona uzattı. Baturay küpü eline alıp dişledi.

“Hayır,” dedi Ayaz, kutuyu göstererek, “kutuya sok.”

Baturay küpü üçgen deliğe sokmaya çalıştı.

“Hayır,” dedi yine Ayaz. Hayatında ilk defa burnundan soluyordu.

Salonda, yemek masasında ise yılların konuşma deneyimine sahip yetişkinler arasında daha ilgi çekici bir sohbet dönüyordu.

“Yılbaşında gerçek bir çam ağacı mı aldınız?” diye sordu Tümer. “Nereden esti?”

“Her sene plastik ağaçları çöpe atıp durmak yerine Melisa’yla gerçek bir ağaç alıp arka bahçeyi de değerlendirelim dedik,” dedi Erkan, “hem Baturay’ın da ilk yılbaşı olacaktı. Bahanemiz oldu.”

“Yemekten sonra görelim bari ağacı,” dedi Hilal.

“Erkan güya arka bahçeye dikecekti de,” dedi Melisa, Erkan’la göz teması kurmaktan kaçınarak, “neredeyse üç ay olacak işte.”

“Bir türlü fırsat bulamadım valla,” dedi Erkan, mahcup bir ses tonuyla, “oraya koştur, buraya koştur…”

“Melisa sen de biraz anlayış göster,” dedi Tümer gülerek, “adam koca Attika’nın ülke müdürü ya!”

“Biliyorum tabii, nelerle uğraşıyor.” Erkan’ın dizine elini koydu. Gözlerine baktı. “Ama kendine bu kadar yüklenmese…”

“Erkan çocukken de çok çalışkandı,” dedi Tümer, “bizim mahalledeki tayfa arasında doğru düzgün bir yere gelebilen tek kişi Erkan.”

“Sen de doğru düzgün bir yerdesin,” dedi Hilal, kaşlarını çatarak.

“Ya tabii, ama pozisyonum gereği yerimde sayıyorum,” dedi Tümer, “eskiden servis uzmanıydım, şimdi kıdemli servis uzmanı diyorlar. Bizde yöneticilik gibisinden bir şey de yok. Kendi piramidimin tepesindeyim yani.”

“Yaptığın işten memnun musun?” diye sordu Erkan.

“Ya memnunum tabii ki,” dedi Tümer gülerek. Duraksadı, “abi, ben seni övüyorum burada.” Melisa ve Hilal’e döndü. “Erkan küçüklüğünden beri çok çalıştı, çabaladı. Tanıdığım tek Boğaziçili. Şimdi de meyvesini yiyor işte. Birazcık yoğunluğun da lafını etmeyelim.”

Sofradaki sohbet koridorun karanlığından tıpış tıpış yürüyerek gelen Ayaz’ın bağırışıyla bölündü.

“Anne,” diye bağırdı Ayaz. Salona girdiğinde ona bakan meraklı gözler karşısında istemsizce utandı. Annesinin elini sıkıca tutup yere baktı, “eve gidelim hadi. Hadi hadi.”

“Ne oldu yavrum?” diye sordu Hilal.

“Mia’yı özledim.”

“Oyy, ben sana kıyamam,” dedi Hilal dudaklarını bükerek. Oğlunu yanaklarından öptü. Saçını okşadı. “Yemeğimizi yiyelim sonra kalkacağız, tamam mı bir tanem?”

Ayaz çekinerek başıyla onayladı.

“Hadi, şimdi sen git Baturay’la oyna,” dedi Hilal. Oğlunun poposuna hafifçe vurdu. Ayaz, geldiği gibi yine tıpış tıpış yürüyerek Baturay’ın odasına doğru gitti.

“Ayaz biliyor mu Mia’nın durumunu?” diye sordu Melisa.

“Yok, bilmiyor,” dedi Tümer, “Ayaz, Mia’yı hastalandığı için sana getirdiğimizi sandı. Melisa, bu arada ne kadar teşekkür etsek az valla ya. Yeni Mia’nın eskisinden neredeyse hiçbir farkı yok. Huyları bile aynı. Eve getirdiğimizde yine gitti, koltuğun aynı ucunu tırmaladı.”

“Aslında birebir aynısı zaten,” dedi Melisa, “işin güzelliği de orada.”

“Ne deniyordu işlemin adına?” diye sordu Hilal, “ankalaştırmak mı?”

“Evet evet, ankalaştırmak.”

“Anka kuşunun küllerinden yeniden doğması gibi Mia da yeniden doğdu,” dedi Erkan, gülümseyerek.

“Aynen öyle,” dedi Melisa, eşinin tebessümüne karşılık vererek. Sonra duraksadı, “aslında doğmadı da. Mevcut halinin aynısı yeniden şekillendi. Yani, Mia’nın yavru bir kopyası olmadı.”

“Evet, biliyorum,” dedi Erkan. Melisa’nın çokbilmişliği karşısında bozulmuştu, “ama ismi oradan geliyor değil mi? Anka kuşundan?”

“E tabii canım.”

“Bu işlemi yapan veteriner de pek yok herhalde,” dedi Tümer, “biz seni bulana kadar çok aradık.”

“Esasen endüstriyel hayvancılıkta kullanılan bir işlem. Evcil hayvan sektöründe daha yeni yeni ortaya çıkmaya başladı.”

“Peki, ne yapıyorsunuz tam olarak hayvana?”

“Ölüm döşeğindeki hayvanı uyutma işlemine benziyor biraz. Bunun için eskiden pentobarbital adında bir ilaç kullanılırdı. Ankalaştırma işlemi için ise stembarbital var, onu kullanıyoruz. Stembarbital da aynı şekilde hayvanın yaşamsal faaliyetlerini sonlandırıyor ama kök hücrelere zarar vermiyor. Bu sayede kök hücreleri aracılığıyla hayvanın birebir kopyasını oluşturabiliyoruz.”

“Hayvan acı çekiyor mu?” diye sordu Hilal.

“Yok,” dedi Melisa, “hayvan için uykuya dalmaktan bir farkı olmuyor.”

“Yenilikçi bir işlem,” dedi Tümer, “kedinin yasını tutmaktansa…”

“Kesinlikle,” dedi Melisa, “ben de benzeri gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyorum. Haftaya Ankara’da VETEXPO gerçekleşecek. Orada nelerle karşılaşacağım, bakalım…”

  “Fuar mı? Ne kadar sürecek?”

“Kongre. Yaklaşık bir hafta kadar.”

“O halde Baturay’a hafta boyunca Şebnem bakacak, öyle mi?” diye sordu Hilal.

  “Maalesef öyle olacak” dedi Melisa, “Erkan yoğun, biliyorsunuz…”

Masada kısa bir sessizlik oldu.

“Güzel tesadüf oldu ama, değil mi?” diye sorarak sessizliği bozdu Hilal.

“Gerçekten ya,” dedi Tümer, “Melisa, sana denk gelmesek ben Erkan’la uzun bir süre daha görüşemezdim belki de. Kaç yıl oldu Erkan? Üç mü?”

“O civar bir şey”, dedi Erkan.

“O zamanlar biz yeni sözlenmiştik, değil mi?” diye sordu Melisa.

“Tümerleri gördükten birkaç hafta sonra teklif etmiştim.”

“İşe bak,” dedi Tümer, “son görüşmemizde daha parmağımızda yüzük yoktu. Şimdi ikimizin de çocuğu var.”

“Ayaz da maşallah,” dedi Erkan, “zehir gibi.”

“Biz de bu kadarını beklemiyorduk. İyi ki iyileştirmişiz.”

“Gerçekten,” dedi Hilal, “Ayaz çok kısa sürede konuşmayı, yürümeyi öğrendi. Muhakemesi de kuvvetli.”

“Bizimkisi daha hiç konuşmadı,” dedi Erkan. Hüznü yüzüne vurdu. Saklayamadı.

“Melisa, Ayaz’ın ilk ‘anne’ dediği gün beni bir görseydin… Hüngür hüngür ağladım. Hiç bu kadar duygulanmayı beklemiyordum valla. O an akan sular durdu resmen.”

“Ne hoş,” dedi Melisa. İmrendiğini belli etmemek için sahte bir tebessüm takındı.

“Baturay’ın iyileştirdiğiniz bir özelliği var mı?” diye sordu Hilal.

“Yok,” dedi Erkan, “biz iyileştirmeyi desteklemiyoruz. Baturay’a anne karnında hiçbir müdahalede bulunmadık.”

“Neden?” diye sordu Tümer.

“Doğal gelmiyor,” dedi Melisa.

“Zaten ana fikir doğanın kısıtlarının ötesine teknolojik imkânlarla geçebilmek değil mi?”

“Evet, ama bunu yaparken de ebeveynlerin genetik mirasını, doğanın kutsallığını görmezden geliyorsun aslında.”

“Nasıl yani?”

“Bana kalırsa iyileştirme işlemi bebeğin kalıtsal özelliklerinin önemini azaltıyor. Doğanın verdiği karara, bebeğin kaderine aykırı geliyor,” dedi Melisa, “Baturay’ı Baturay yapan her şey benim ve Erkan’ın genetik mirasının doğa yasalarına bağlı bir sonucu. Öteki türlüsünün evlat edinmekten pek bir farkı yok gibi geliyor bana.”

“Anladım, bu konuda muhafazakârsınız yani.”

“Hayır, muhafazakârlık gibi değil. Sadece genetik mirasımızı koruyabilmek istiyoruz, o kadar.”

“Koruyabilmek, muhafaza etmek,” dedi Tümer gülümseyerek. “Bana muhafazakârlık gibi geldi.”

“Kelimelere takılacaksak eğer,” dedi Erkan, “iyileştirme tabiri de bana saçma geliyor. Sanki doğal doğanların bir kusuru, hastalığı varmış gibi. Eskiden bu tabir hastalıklı insanları tedavi etmede kullanılırdı. Şimdi, doğa kanunlarına aykırı genetik işlemleri tanımlamak için kullanılıyor.”

“Ama abi, doğanın kusursuz bir düzeni yok ki,” dedi Tümer, “iyileştirme, hastalıklı olanın tedavi edilmesi değil, iyi olanın daha iyi hale getirilmesi işlemi aslında. Doğayı daha iyi yapmak yerine, olduğu gibi korumamız gerektiğinden gerçekten emin miyiz?”

Daha iyi derken neyi kastettiğine göre bunun cevabı değişkenlik gösteriyor ama işte. Ne bileyim, mesela bugün sarışın, mavi gözlü, atletik vücutlu bir insan senin daha iyi tabirine uyabilecekken yarın bu standart bambaşka bir şeye dönüşebilir. Yarın toplumsal değerler değiştiğinde çocuğunu eski değerlere göre yapılandırmış olmanın çocuk üzerinde olumsuz etkileri olmayacak mı? Bebeğini iyileştiren ebeveynler bir tercih yapıyorlar. Yanlış ya da doğru, bu tercihin yükünü ise bebeğin kendisi sırtlıyor. Ebeveynin yaptığı tercih ya yanlışsa? O zaman ne olacak?”

“İyileştirme işlemi mümkün olduğu andan itibaren bebeği olan her ebeveyn aslında bir tercih yapıyor,” dedi Tümer, “iyileştirmek imkân dahilinde olduğu andan itibaren iyileştirmemek de artık bir tercih oluyor. Peki ya, evlatlarını iyileştirmeyen ebeveynlerin yaptığı tercih yanlışsa? Ki ben, toplumsal ölçekte doğal doğumu pek de doğru bulmuyorum.”

“Nedenmiş?”

“Çünkü doğal doğanların, iyileşerek doğan üstün zekalıların ilerlemesine engel olacağını düşünüyorum. Kapsamlı bir toplumsal ilerlemeyi güçleştireceğinden doğal doğan çocuklar kendi neslinin şeyi olacak… Nasıl denir,” dedi Tümer. Parmağını şıklatarak doğru kelimeyi aradı, “bottleneck‘i…”

“Darboğazı,” dedi Hilal.

 “Hah, darboğazı olacak. Doğal doğan nesildaşlarının sıkıntısını iyileşenler çekecek.”

Erkan tam söze girecekken koridordan yine Ayaz’ın küçük ayak sesleri duyuldu. Ayaz annesinin yanına geldi. Kucağına çıkıp sarıldı.

“Anne,” dedi Ayaz. “Hadi gidelim artık.”

“Tamam yavrum,” dedi Hilal. Ayaz’ı yanağından öptü. Kokusunu içine çekti. Masanın kalanı bu ikiliyi tatlı bir tebessüm eşliğinde izlemekteydi. “Kalkacağız şimdi.”

Erkan ve Melisa, Tümer ve Hilal çiftini kapıdan geçirirken Erkan sormadan edemedi. “Ayaz’ı iyileştiren doktorun adı neydi?”

“Prof. Dr. Cemil Özkan. Alanının en iyisi.”

“Türkiye’de ilk yüz nakli yapan doktorun torunuymuş,” diye ekledi Hilal. Bir yandan kapının önünde Ayaz’a ayakkabılarını giydiriyordu, “Ayaz’ın doğumundan sonra gelişimiyle de çok yakından ilgilendi. Ayaz hakkında her detayı biliyor.”

O akşam, Tümer ve Hilal farkında olmadan Erkan ve Melisa’nın geçmişte güçlükle uzlaştıkları bir konuyu yeniden su yüzüne çıkarmışlardı. İkili, çocuk yapmaya karar verdikleri dönemde iyileştirme işleminin yararlarını ve zararlarını inceleyip başta olası riskleri almaya ikna olmuşlardı. Fakat Melisa, gebelik sürecinin başında fikir değiştirmiş, o zamanlar pek de yaygın olmayan bu yeni genetik teknolojiye sırtını yaslamamayı seçmişti. Erkan, Melisa’yı doğal doğumdan vazgeçirmeye çalışmışsa da Melisa kararından ödün vermemişti. Erkan da konuyu büyütüp hamile eşini üzmemek için bu kararı kabullenmişti.

Şimdi ise ne Melisa hamileydi ne de iyileştirmeye dair bir şüpheye yer vardı. Baturay’ın, Ayaz gibi iyileştirilmiş yaşıtlarının gerisinde kaldığı apaçık ortadaydı. Erkan, Tümerlerin ziyaretinin ertesi günü geçmişe gömdükleri bu meseleyi yeniden konuşmaya kararlıydı.

Hafta boyunca Erkan, yakaladığı her fırsatta iyileştirmenin konusunu açmaya çabaladı. Fakat Melisa ise her seferinde bu sohbetten kaçınmayı başardı. Tümerlerin ziyaretinden tam bir hafta sonra, Melisa’nın Ankara’daki Uluslararası Veteriner Bilimleri Kongresi’ne gitmek için valizini hazırlamaktan yorgun düştüğü akşam, artık Erkan’ın ısrarlarından kaçacak takati kalmamıştı.

Melisa yatak odasında valizini hazırlarken, Erkan ise koridorda yere bağdaş kurmuş, Baturay’a bultak oyuncağındaki şekilleri öğretmeye çalışıyordu.

“Baturay,” dedi Erkan, elindeki küpü sallayarak, “bak, ne var elimde?”

Baturay güldü. Burnundan baloncuk çıktı.

“Bunu böyle buradan geçiriyorsun,” dedi Erkan, küpü kutudan geçirirken, “tamam mı?”

Baturay babasına boş gözlerle baktı. Tekrar güldü.

“Melisa,” diye seslendi Erkan, “montunu da al. Ankara soğuk olur.”

“Aldım, aldım,” dedi Melisa, “sağ ol, hayatım.”

Erkan bir süre Baturay’ın gözlerine baktı. İç çekti. “Melisa,” diye seslendi tekrar, “diyorum ki, Baturay’ı bir Tümerler’in doktora mı göstersek?”

“Niye?”

“Bilmem belki bir tavsiyesi falan olur.”

“Gerek yok.” dedi Melisa, gömleklerini valize yerleştirirken.

“Bence,” dedi Erkan çekinerek, “bence iyileştirebiliriz.”

“Hayır, Baturay’ın iyileştirilecek hiçbir yanı yok.”

“Melisa yapma. Ayaz’ı görmedin mi? Bu çocuk okula başladığında ne yapacak? Ayaz gibilerle nasıl rekabet edecek?”

Melisa elindeki katlı gömleği valize koydu. Durdu. Derin bir nefes aldı ve koridora, Erkan’ın yanına ağır adımlarla yürüdü.

“Erkan, ben bir haftadır ne yapmaya çalıştığını anlamıyor muyum?” diye sitem etti, “vay efendim ‘o zamanlar hızlı karar verdik’ler, ‘teknoloji nerelere gelmiş’ler… Hafta boyunca imalı konuşmalar… Biz bunu ben hamileyken konuştuk. İyileşme miyileşme yok Erkan. Ortak karar verdik buna. Doğanın işine karışılmaz.”

“Melisa, gözünü seveyim. Tamam, ben de şüpheyle yaklaşıyordum ama şimdi her şey ortada. Baturay bir yaşını geçti. Tek kelime duydun mu ondan? Ayaz şakır şakır konuşuyor.”

“Baturay da bir gün konuşacak Erkan. Acelemiz yok. Konuşmaya başladığında da susması için yalvaracaksın sen.”

 “Bu çocuk büyüyünce sana sormayacak mı? ‘Anne, beni neden iyileştirmediniz? Yaşıtlarımın gerisinde kaldım senin yüzünden.’ demeyecek mi?”

“Erkan yeter!” diye bağırdı Melisa. “Bu bizim ortak kararımızdı. Konu kapandı. Sen düzgün babalık yaparsan Baturay yaşıtlarının gerisinde kalmaz, merak etme.”

Erkan hiddetle ayağa kalktı. Baturay ise anne ve babasının tartışmasını korku dolu gözlerle izlemekteydi.

“Ne diyorsun sen?” diye bağırdı Erkan. “Ben babalık yapmıyor muyum?”

“Öyle bir şey demiyorum Erkan,” dedi Melisa, sakin bir ses tonuyla, “sadece çocuğumuza malınmış gibi davranma, diyorum. Güzellikleriyle, kusurlarıyla bu senin oğlun. Oğlumuz.”

“Ya, neden kusurlarını düzeltebilecekken onları kabulleneyim?”

“Çünkü sen onun babasısın Erkan!” diye bağırdı Melisa. “Oğluna koşulsuz sevgini vermen lazım. Sen ise tüccarlık yapıyorsun.”

“Tüccarlıkmış,” dedi Erkan, yüzünü ekşiterek. “Melisa, anlamamakta direniyorsun. Sen bundan daha zekisin.” dedi gülerek. “Yapma.”

Melisa kaşlarını çattı. Tek kelime bile etmeden yatak odasına ilerledi.

“Allah kahretsin!” diye fısıldadı Erkan. Dilini ısırdı. Yatak odasına gitti. “Melisa,” dedi, “öyle demek istemedim. Özür dilerim.”

Melisa, Erkan’ı görmezden gelerek valizini hazırlamaya devam etti. Çamaşırlarını almak için dolaba yöneldiğinde Erkan önünde durdu.

“Melisa–”

“Çekilir misin önümden?”

Erkan kenara çekildi.

“Hadi, barışalım,” dedi Erkan. Kolundan tuttu, “özür dilerim.”

“Bırak kolumu.”

“Lütfen.”

“Ya, git başımdan!” diye bağırdı Melisa, kolunu çekerek.

“Tamam,” dedi Erkan, kaşlarını çatarak. Yatağa doğru ilerledi ve yastığını aldı, “ben salonda yatacağım.” Tam yatak odasından çıkarken durdu. Melisa’ya döndü, “Şebnem’e söyle, bu hafta gelmesin.”

“Neden?” diye sordu Melisa şaşkınlıkla.

“Baturay’a bu hafta ben bakacağım,” dedi Erkan, “işten izin alıp babalık yapacağım.”

Kısa bir süre sessizlik oldu.

“İyi,” dedi Melisa. Artık tartışmak istemiyordu, “sen bilirsin.”

Erkan banyoya gidip dişini fırçaladı. Diş fırçasını banyo dolabına geri koyarken dolapta daha önce hiç görmediği bir ilaç şişesini fark etti. Başparmak büyüklüğündeki bu saydam şişeyi eline alıp ışığa tuttu. Şişe şeffaf bir sıvıyla ağzına kadar doluydu.

“Melisa!” diye seslendi Erkan. Yatak odasına gidip Melisa’ya şişeyi salladı, “bu ne?”

Stembarbital,” dedi Melisa, şişeye bir göz attıktan sonra, “yerine koyar mısın?”

“Bu zehrin evimizde ne işi var?” diye sordu Erkan hiddetle, “Baturay’ın eline geçse ne yaparız?”

“Baturay o dolaba nasıl ulaşsın Erkan? Şu an sinirlisin, sataşmaya yer arıyorsun.”

“Evde böyle şeyler istemiyorum.”

“Tamam, kliniğe götürürüm dönünce. Yerine koyar mısın?”

Ertesi sabah Melisa yola çıkmadan önce Baturay’ı yanaklarından öptü. Erkan’la ise vedalaşmadı.

Erkan, bu hafta evde kalıp Baturay’a babalık yapacaktı fakat babalık yapmaya dair fikirleri Melisa’nınkinden biraz farklıydı. Melisa sabah yola çıktıktan hemen sonra Erkan, Baturay’la beraber soluğu Prof. Dr. Cemil Özkan’ın kliniğinde aldı. Aslında Erkan’ın doğru düzgün bir planı olmadığı gibi doktorla randevusu bile yoktu. Baturay’ın yaşıtlarından geri kalmasına bir çare bulabilmek için çabalıyor, lakin her adımını endişeyle atıyordu. Klinikte, doktorun kapısının önünde yaklaşık bir saat kadar bekledi. Randevulu üçüncü hastanın da kapıdan çıkışıyla beraber Erkan beklemekten sıkılıp doktorun odasına daldı. Yalvar yakar, doktorla görüşme şansı buldu. Baturay’ı kucağına alarak doktorun karşısındaki koltuğa oturdu. Kısa süren bir tanışma faslının ardından Erkan Baturay’ın durumundan bahsetti.

“Tümer Bey sizi detaylar konusunda pek bilgilendirmemiş sanırım,” dedi doktor, “iyileştirme işlemi ancak prenatal dönemde yapılabilir. Ovum evresinde bebeğin pek çok farklı özelliğinde değişiklik yapabilirken, embriyo evresinde de kök hücrelere kısmi müdahalelerde bulunulabilir. Fakat doğum sonrasında maalesef yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”

“Doktor Bey,” dedi Erkan, “geçen sene, Baturay’ın doğumundan önce, eşimle ben de genetik alanda teknolojik gelişmeleri araştırıyorduk. O zamanlar, gelecekte bir gün, süt çocukluğu çağındakilere de genetik müdahalede bulunulabileceğine dair yorumları vardı uzmanların.”

“Tabii ki gelecekte böyle bir şey mümkün olabilir Erkan Bey,” dedi doktor. Tebessüm etti. Erkan gibilere karşı tecrübeyle sabit güçlendirdiği bir sabrı ve tahammülü vardı, “ama şimdilik maalesef…”

“Bir araştıramaz mısınız?” Sesi titredi, “makalelere falan baksanız… Yurtdışındaki çalışmalara…”

“Genetik mühendisliğindeki gelişmeleri gayet yakından takip ediyorum zaten Erkan Bey,” dedi doktor. Erkan’ın ani cüretkârlığı sinirine dokunmuştu, “benim işim bu.”

“Yine de bir tekrar baksanız detaylıca?”

“Tamam Erkan Bey,” dedi doktor. Gülümsedi, “ben numaranızı alayım. Baturay’ı iyileştirecek bir yöntem bulursam size haber edeyim, olur mu?”

Doktorla görüşmesinde hayal kırıklığına uğrayan Erkan, o günün akşamında çaresizlikten gözyaşı döktü. Evin salonundaki koltuğa uzanıp gözlerini kapadı. Derin düşüncelere daldı. Çocukluğundan beri aldığı büyük kararları, yaptığı hataları düşündü. Şimdi, takdire şayan bir yerde olmasına rağmen bu zorlu yolda yaptığı hatalar azımsanmayacak kadar vardı. Baturay’ın gelecekte kararları ve hatalarıyla inşa edeceği o çakıllı, girift, uzun yolu ve ihtimalleri düşündü. Tanık olacağı olasılıklar gözünde büyüdü. Endişelendi. Erkan’ı giderek huzurlu bir uykuya hazırlayan bu derin düşünceler bir takırtı sesiyle bölündü. Erkan sesin geldiği yere, salonun ortasına baktı. Baturay, bultak oyuncağını babasının yanına getirmiş, yere, halının üstüne oturmuştu. Baturay üçgen prizmayı eline aldı. Erkan doğruldu ve Baturay’a dikkat kesildi. Baturay, kaşlarını çatarak bultak oyuncağına baktı ve ardından üçgen prizmayı çemberden geçirmeye çalıştı. Geçemeyince de ağladı.

“Allah kahretsin!” diye söylendi Erkan. Ayağa kalktı. Bultak oyuncağı topladı. Mutfağa götürdü ve çöpe attı.

Erkan’ın Baturay’la baş başa kaldığı o hafta, Melisa için göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Başarılı meslektaşlarını, veterinerlik fakültesinden arkadaşlarını görmüştü. İstanbul’un keşmekeşinin, çocuk bakmanın zorluğunun, Erkan’la olan tartışmalarının ardından kongrede kısa süre de olsa soluklanmıştı. Bir haftadır görmediği oğlu Baturay’ı özlemiş, Erkan’ı ise içten içe affetmişti. Sabah eve dönüş yolunda huzurlu hissediyordu. Fakat bu his, pek de uzun sürmeyecekti. Havalimanına indiği gibi karşısına çıkan ilk taksiye atladı. Eve dönüş yolunda haftalık harcamalarını, Ankara gezisinin mali yükünü merak etti. Telefonundaki bankacılık uygulamasını açıp Ankara’da yaptığı harcamaları incelemeye başladı. İncelerken gözü Erkan’la ortak hesabının bakiyesine kaydı. Banka ekstresine göre iki gün önce hesaptan on beş bin dolar çekilmişti. Melisa’nın gözleri büyüdü. Şaşkınlıkla uygulamadan çıkıp yeniden giriş yaptı. Ama sonuç değişmedi. Telaşla Erkan’ı aradı fakat ulaşamadı. Tekrar aradı ve yine ulaşamadı. Aklına en kötüsünü getirmemeye çalışıyordu.

Taksi evinin önünde durunca Melisa hışımla kapıya koştu. Anahtarı deliğe sokup kapıyı açtı.

“Erkan!” diye bağırdı. Mutfağa koştu. Kimseyi göremeyince salona baktı. Ev sessizdi. “Erkan, neredesin?”

Salonun arka bahçeye bağlandığı doğu cephesindeki cam kapıdan içeri Erkan girdi. Üstü başı toz toprak içindeydi. Sırılsıklam terlemişti.

“Hesaptan onca para çekmişsin,” dedi Melisa, “ne yaptın sen?”

Erkan ifadesizce Melisa’ya baktı. Soluklandı.

“Hoş geldin,” dedi Erkan, “çam ağacını arka bahçeye diktim sonunda.”

Ardından ağır adımlarla banyoya yöneldi. Melisa da onu takip etti. Lavabonun çeşmesini açıp eline sabun sıktı.

“Sen beni duymuyor musun?” dedi Melisa, Erkan elini yüzünü yıkarken, “parayı neden çektin?”

Erkan yanıt vermedi. Çeşmeyi kapayıp elini ve yüzünü havluya sildi.

“Doktora mı götürdün Baturay’ı? Konuşsana Allah’ın cezası!”

“Benimle gel,” dedi Erkan, ağır adımlarla koridorda ilerlerken. Melisa denileni yaptı. Baturay’ın odasının önünde durdular. Baturay yere oturmuş, bultak oyuncağıyla oynamaktaydı. Eline bir silindir aldı ve yuvarlak delikten başarıyla geçirdi. Ardından bir küp aldı ve onu da kare delikten geçirdi. Sonra annesinin ve babasının onu izlediğini fark etti. Gülümsedi.

Melisa çocuğunun yanına koştu ve sımsıkı sarıldı. Kokladı. Biraz bekledi. Ardından doğrulup nefret dolu gözlerle Erkan’a baktı.

“Ne yaptın sen?” diye sordu kısık sesle. “İyileştirdin mi yavrumu? Söyle.”

Erkan gülümsedi. Sonra Melisa beklenmedik bir ses duydu: “Anne.”

Melisa oğluna döndü. Gözleri doldu. Oğlunu sıkıca göğsüne yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Öptü. Kokladı. Yaşadığı karmaşık duyguların şokuyla fenalaştı. Elleri titredi, ayakları uyuştu. Melisa için o an akan sular durdu. Her şeyi unuttu.

Melisa ağlayarak banyoya koştu. Yüzüne su serpti. Dengesini kaybedecek gibi olduğunda lavabonun kenarlarına tutundu. Ne düşüneceğini, ne hissedeceğini bilmiyordu. Derin nefesler alıp verdi. Bir süre sonra sakinleşti. Aynaya baktı. Birdenbire ürktü. Ağlamaktan göz makyajı yanaklarına kadar akmış, gözleri kızarmıştı. Banyo dolabını açıp bir şişe makyaj temizleme suyu ve bir parça pamuk aldı. Suyu pamuğa döküp yüzünü temizledi. Makyaj temizleme suyunu banyo dolabına koyarken dolaptaki stembarbital şişesine gözü ilişti. Şişeyi alıp koridora çıktı ve arka bahçeye bakan pencereye doğrulttu. Melisa, pencereden süzülen ışıkla beraber içindeki sıvının bir miktar azaldığını fark etti. Başta anlamlandıramadı. Ardından pencereye, arka bahçedeki çam ağacına baktı. Donakaldı. Çam ağacının kökleri, yeni ekildiği toprağı hemen sahiplenmişti. Sanki toprağın derinliklerinde yatan bereketi çam ağacına aniden bir yaşam bahşetmişti.

Editör: Elif Türkoğlu

Berkay Oğuz Aykan
Latest posts by Berkay Oğuz Aykan (see all)
Visited 45 times, 1 visit(s) today
Close