Yazar: 20:00 Film İncelemesi, İnceleme

Banshees of Inisherin

 Bağımsızlık sürecindeki İrlanda’yı ustalıkla anlatan, 2023 Akademi Ödülleri’ne dokuz dalda adaylığı olan bir Martin Mc Donagh filmiyle karşı karşıyayız. Daha önce yine hem yönetmenliğini yapıp hem de senaryosunu yazdığı In Bruges filminde kucaklayamadığı heykeli, bu sefer eline alacak gibi gözüküyor. Zira yönetmen filmin başından sonuna kadar izleyiciye bir varoluş şöleni yaşatıyor.

 Adını duyduğum andan itibaren şiir mi bu diye içimden geçirdiğim, afişindeki manzaraya saatlerce baktığım bu filmi bir eleştirmen penceresinden değil de izledikten sonra içimde bıraktığı tatlar açısından anlatmaya çalıştığım bir yazı okuyacaksınız.

 Zamanın izini kaybettiğiniz, rüzgârın uğultusunun kulaklarınızdan bir an olsun ayrılmadığı, kilisenin çan sesiyle günün saatlerini takip ettiğiniz bir yer düşünün. Tek kilise, tek birahane, uçsuz bucaksız yeşillik ve denizin ortasında her şeyden uzak bir ada. Neresinde olduğunu anlamaya uğraşmadığınız bir zamanın içinde, sorgulamadan, telaşsız beklentilerle yaşadığınızı düşünün. Yaşayanlarının “Uzaklarda başka bir hayat mümkün mü acaba?” diye düşünmeyi bile akıllarına getirmediği, ara ara top seslerini duyarak devam etmekte olan savaşın seyrini anlamaya çalıştıkları, görünen dünya ile görünmeyenin birbirine karıştığı, yaşamın başlangıç ve bitiş çizgisi içinde sadece o adada süreceği gerçeğiyle yüzleştiğiniz bir hayatı düşünün. Düşünmesi bile zorluyor insanı öyle değil mi?

 1923 İrlanda’sında iç savaşın hâlâ devam ettiği bir dönemde geçen bu film, izleyiciyi sert bir çizgiyle iki gruba ayırabiliyor. Hollywood’un hızlı tüket, takılma, geç gibi paketlerine alışmış yeni nesil, çabasız izleyiciye, “Pardon ama ben ne izledim böyle?” dedirtme ihtimali varken; görünenden ziyade satır aralarında kaybolmayı seven, şiir izlemek isteyen, varoluşu az ya da çok sorgulamış izleyiciye ise adeta ziyafet yaşatabiliyor.

 Filmde merkeze alınan metafor, ara sıra top sesleriyle izleyiciye kendini hatırlatan savaş. Savaşın bireyin ruhunda açtığı yara ise iki yakın arkadaşın üzerinden aktarılıyor. Her sekansından yalnızlık akan filmde benim için en can alıcı diyaloglardan biri Colm’un Padraic’e onunla artık arkadaş olmak istemediğini, buna ortada hiçbir şey yokken karar verdiğini söylediği sahneydi. Padraic’in ısrarı, Colm’un bir an olsun verdiği karardan şüphe duymaması ve bunu arkadaşına en vahşi haliyle anlatması ise savaşın insan ilişkileri merceğinden izleyiciye yansıtılmasının dikkat çekici örneklerindendi. Bu git gel içerisinde Padraic’in bir türlü içine düştüğü durumu kabullenmemesi ve bir süre hiçbir şey olmamış gibi davranarak hayatına devam etmesi hepimizin zaman zaman içine düştüğü kuyulara tepeden bakmasına vesile oldu.  İnsan ruhunun içine açılan o kocaman yaraya konulan isimdi: kaybeden olma hali. Siz değer verdiğinize kanepedeki en geniş köşeyi ayırmışken, o ise bir sabah sizi sevmekten vazgeçmiş olarak uyanıp, artık sizi daha fazla görmek istemediğine karar veriyor. Siz olmadan kurulan bir mahkemede karar asla sizin hislerinize danışılmadan yazılıyor.  Hepimizin böyle bir hikâyenin kenarından geçtiğini tahmin edebiliyorum.

Film boyunca gözünüzün önüne serilen sonsuz yeşillik, ada durağanlığı, denizin önünde dimdik yükselen fiyortlar, içimdeki yalnızlığı ve “Ben hayatın neresinde duruyorum?” sorgulamasını yapmama vesile oldu. Böyle bir adada, tam da savaşın devam ettiği dönemlerde yaşıyor olsaydım bu tekdüzeliğe, tek arkadaşlığa, her sabah aynı yoldan yürümeye, hep aynı dönemeçte köyün delisiyle ezberlenmiş sohbetler etmeye katlanabilir miydim? Yoksa Padraic’in ablası Siobhan gibi her şeyi -vakit ne olursa olsun- geride bırakıp kendimi temize çekebilir miydim? Ya da değişimin ışığını bile görmek istemeyen, hayatı sadece orada ve olduğu gibi gören, kabul eden, bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini düşünen cehaletin tahakkümü altında bir karaktere mi dönüşürdüm acaba?

Banshees, İrlanda mitolojisinde ölüm perisi anlamına geliyor. Nadir de olsa ölüm perilerinin hikayelerde eril karakterler olarak gözüktüğü söyleniyor. Tam bu noktada filmin son sahnesinde iki erkeğin sahilde yan yana durdukları görüntüye uzun uzun bakıyorum.

Yok sayılmak, en sevdiğin insanları hiç beklemediğin bir sebeple yitirmek de yaklaşmakta olan ölüm perilerinin ayak sesleri olabilir mi?

Editör: Hatice Akalın

Aysim Demiröz Göral
Latest posts by Aysim Demiröz Göral (see all)
Visited 24 times, 1 visit(s) today
Close