Yazar: 19:03 Öykü

Altınyıldız

“Rivayete göre çok eskiden geceleri bizim köyün göğünde toplanırmış altın saçaklı tüm yıldızlar. Gizli saklı buluşan âşıkların içlerindeki alev gibi dilek tuttukları yıldızlar da harlarmış. Gelinlik genç kızlar hayallerinde ipliğe dizilmiş incilere, yaşlılar ise altın sikkeye benzetirmiş bu ışıldayan taneleri. Gün gelmiş lacivert gökten aşağı bizim köye kaya kaya; bir o yana bir bu yana bağa, bahçeye asmaya dökülmüş yıldızlar; kara toprağa atlaya atlaya, koşa koşa. ‘Vardır bir hikmeti,’ demişler köyün ileri gelenleri, ermişleri, sözü dinlenenleri. O yıl bağları basmış çilkim çilkim, sarı ballı çil üzüm. Altın gibi güzelken üzümler bundan böyle bu köyün adı ‘Altınyıldız Köyü’ olsun demişler köyün ileri gelenleri, ermişleri, sözü dinlenenleri.”

Esnaf görünümlü bir adama benziyordu doktor, yaşlıydı. Her konuşmasının sonunda bir kahkaha patlatıp kınalı sakallarını sıvazlıyordu. Kömür karası gözlerinden zekâsının ışıltıları saçılıyordu. Adını bilen yoktu. “Deli Doktor” diye tüm şehre, çevre köylere, kasabalara nam salmıştı. Sönük hayatlarını iki lafın belini kırarak devam ettiren kelli felli adamlar, köy kahvelerinde hâlâ onun gençliğini konuşurdu. Kıvrak zekâsının çözdüğü hadiseler, hafızaları mesken tutmuştu. Sen daha ne düşündüğünü söylemeden senin düşündüklerini şıp diye sana söylemesi ve nerede ne yapacağı belli olmayan fakat yaptığı şeyleri mantıklı bir nedene bağlayan delifişek halleri dilden dile söylene gelmişti. Derdine derman arayıp da bulamayan, yarasına merhem süremeyen, ışıksız gönlüne zerre miskal bir ümit arayan kapısını çalardı Deli Doktor’un.

Orhan’ın ağzında yapışkan, tuzlu bir tat… Meryem’e doğduğu köyü anlatıyor. Yıllar sonra bu topraklara geri dönmüş. Neden gelmiş ki Orhan? Kimse bilmiyor. Zaten Orhan’ın Orhan olduğunu da bilen yok. Okula başlayacakmış o yıl. Anası Zeynep Kadın, sır olmak için almış çocuğunu yanına, düşmüş yollara. Mevsim güz olmasına rağmen erken bastıran kışın ortasında buluvermişler kendilerini. Zeynep’in ağlamaktan, uykusuzluktan ve yorgunluktan gözleri kuytuya kaça kaça, onlar atmış bir adım ileri; şehirler onlardan kaçmış bir adım ileri, derken insanın takatini bitiren yolculuğun sonunda bilmedikleri bir şehre varmışlar.

Yüksek, sarı, solgun duvarlarıyla iki yana açılan boyası dökük, eski kapısıyla otuz yıl önce ne idiyse şimdi de aynıydı. Hastanenin yürüdükçe yükselen duvarları, hastalara çirkin bir telkinle eşlik ediyor. Orhan’a eşlik eden karısı ve küçük çocuğu alçak, emektar iskemleye oturuyor. Kötü bir anı konuyor dudaklarının kenarına. Hatırlamasaydı keşke Orhan. Bir süre konuşmuyorlar.

Karısı Meryem sır gibi bir mahremiyeti aralayarak, “ Bunca yıl geçmiş, hatırlar mı seni acaba?” deyip şöyle bir bakıyor adamının yüzüne.

“Hatırlamaması imkânsız,” diyor Orhan. Gözleri doluyor.

Konuşmalarının içinden geçen aralıksız insan topluluğu, arsız ve dilsiz hareket ediyor. İnsanların uğultusu kendi seslerini işittirmez olduğunda yine susuyorlar.

Deli Doktor’un kapısının ağzı homurdanarak açılıyor. Kapıdan kendi boylarında bir adama bir şeyler anlatarak hantal bir yürüyüşle çıkıyor. O tez canlılıkla Meryem ve Orhan birden ayağa kalkıyor. Küçük çocuk kendi halinde, elinde oyuncak bir kamyon. Deli Doktor bir köşeye sinen bu ani hareketlenmeyi fark ediyor. Göz göze gelip birbirlerinin varlığından haberdar oluyorlar. Öylece durup bakakalıyor Doktor, hatırlamakta zorsunuyor mu bilinmez.

Nice sonra ağzından, “Orhan?” çıkıyor. “Orhan sen misin evladım?”

Orhan’ın sesi çıksa çığlık atacak; ama sesi içine kaçıyor. “Benim ya, benim Doktor’um,” diyor.

“Hoş gelmişsin, hangi rüzgâr attı da geldin buralara?” diyor Meryem’in varlığını o sırada fark edip düzeltiyor. “Hoş gelmişsiniz.”

Genç kadın, başıyla gülümseyerek selam verirken Orhan, “Karım Meryem,” diye belli belirsiz mırıldanıyor. Orhan yedi yaşına gidiyor. Kulaklarında tanyeri ışıyor, köpekler uğulduyor, insanlar tepiniyor kulaklarında. Babasının ölüsü kıvrılıyor, iki büklüm, kulaklarına mezar oluyor. Kurbanlık koyun gibi bel bel bakıyor Orhan.

Deli Doktor anlıyor Orhan’ın yüzüne bakınca hatta apaçık görüyor hissettiklerini, baş döndüren uçurumların kenarında yürüdüğünü. Neden sonra dünyanın yükünü omuzlarından almak için, “Orhan benim bugün bir ameliyata girmem gerek, seni ve eşin Meryem’i yarın saat birde bekliyorum,” diyor babacan gülümsemesiyle.

Ayağının altında sarsılan yer geri geliveriyor Orhan’ın. Rahat bir nefes alıyor. “Tamam Doktor’um,” diyor.

Düdük çala çala kalkıyor tren. Makine yağının kokusuyla köy insanının üzerine sinen koyun kokusu birleşiyor inceden. Yerleştikleri kompartımanı boş buluyorlar haybeden. Yıllar sonra eşi ve çocuğuyla doğduğu köye gidiyor Orhan. Meryem, kocasının yüzünü daha evvel hiç böyle görmemişti. Ne zaman çocukluk anıları açılsa Orhan düğüm düğüm olur açılmazdı. Meryem fukara bir sevdicek gibi boynunu eğer konuşmazdı, bir düğüm daha atmaz, ses etmezdi kocasına. Ama şimdi o kör düğümler çözülüyordu taammüden.   

“Gözlerimi altın yıldızların ışığından açamıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum: Altın yıldızlar yerinde yok, onun yerine lacivert gökte bir salkım üzüm var ve o ışık yayıyor. İnanamıyorum. Tekrar tekrar bakıyorum ve o bir salkım üzümü görüyorum, bu üzümden ömür boyu kurtuluş yok artık! Ben bunları düşünürken arkamdan birisi dürtüyor. ‘Orhaan kalkıvee guzum, bağa gitcez!’ Rahmetli anamın sesi geliyor kulağıma uzaklardan. Tabii çocuksun daha oyun oynucak yaşta, tozlu bağların arasındasın.” Orhan, küçükken gördüğü; fakat unutamadığı bir rüyayı anlatıp karısının yüzüne bakıyor. Karısı nedense durgun bir su gibi kederleniyor. Devam ediyor Orhan, demirden atın açık pencerelerinden onları tülleyen rüzgâra aldırmadan. “Avazım çıktığı kadar bağırmaya başlardım bağ aralarında tozlu tozlu öksürürken.‘Suuu, suuu, suuuu! Su isteyen var mıı?’ Ötelerden tiz bir ses duyulurdu. ‘Sucuuu, öldük biz sen napıveriyon?’ Asmaların altından bir bir, eğile eğile sesin geldiği yöne doğru ilerlerdim.

Tiz sesli bir kadının yanına vardığımda susuzluğunun getirdiği öfkeyle, ‘Ne sümsükleniyon enkirlerde, öldük susuzluktan böğün, bitirdin bizzi!’ deyiverirdi.

Çocuk ses tonumla, alçacık, ‘Deyze kuyu uzak böğün yetiştiremiyom tüm ameleye suyu, ikinciye gittiğimde su veremediğim diğer ameleler susuyo; ben napıyım,’ derdim.

Beni orada unutmuş gibi yaparak bir elinde tas, diğer eli belinde asmaya karşılıklı durduğu kişiye eğilerek, ‘Anası olacak Zeynep Kadın buncağızı da çalıştırıyo. Onca mala mülke karşı bi de.’ dedi.

Karşıdaki kadın, ‘Yaa, napacağıdı, Zeynep Kadın! O kocası olacak varyemez Hacıbey’den oluyo. İnsan kendi öz evladına acımazsa kimse acımaz.’

Tiz sesli kadın ben orada dikilmiyormuşum gibi devam ederdi. ‘Hadi biz yokluktan çalıştırıyoz çoluk çocuğu da bu Orhan’a pek acırım. Çocuk var da yiyemez babası olacak Hacıbey’in pintiliğinden.’

‘Benden duymuş olma da Hacıbey de bulmuş da bunuyor. Kızı olacak yaşta gencecik fidan gibi Zeynep’i al, dünyalar güzeli topaç gibi erkek çocuk da ver kucağına. Sonra da ikisini de ırgat gibi çalıştır.’

Dedikodu uzar giderdi sonra…

‘Eve vardım mıydı, üstümü başımı leğene ıslıyyom. Kapkara su beliriyyo, onu döküp tekrar ıslıyyom. Aldığımız paralar hep su parası oluyyo, bunlar hep karın tokluğu, Allah yine de elden ayaktan düşürmesin.’ derlerdi.

Ben orada öylece durmuş onları dinlerken tiz sesli kadınlardan biri bir hışım bana dönerek, ‘Sen laf mı dinliyyon öyle dikilip durun!’ derdi.

Kendime çeki düzen vererek tekrar, ‘Suuu, suuu, suuu! Su isteyen var mıı?’ diye bağırmaya başlardım. Kendimi kaptırmış bağırırken dilimin damağıma yapıştığını fark ederdim. Suyu ameleye yetiştirememekten korktuğum için susuzluğa dayanabildiğim kadar dayanmaya çalışırdım.”

Kapkara bir yılan gibi uzanırken raylar, bitip tükenmek bilmeyen ovalar, yüce dağlar geride kalırken Orhan devam etti; karısının kucağında gözleri kapanmış yarı uykuya düşen çocuğuna bakarak “Tan yerinin ağarmaya başlamasıyla birlikte dünün yorgunluğu çıkmadan, hiç ara verip eve gitmemişiz gibi, tekrar Altınyıldız kesmeye başlanırdı. Sabahtan kimse su istemediğinden anamın üzümleri kesmek için durduğu bağın karşı tarafına ben geçiyordum, elimdeki bağ makasını oynatmaya çalışıyordum. Kırağı düşmüş olan bağlar üzümleri keserken kollarımı ıslatıyor, saçlarımın aralarında ise su damlaları yürüyordu. Bağlardaki ayazla birlikte hafif yel de arkama vurunca içime bir üşümek girerdi. Bağ yapraklarına atılan asma ilacıyla birlikte yemyeşil yaprakların kokusu birleşip keskinleşerek burun deliklerimden içeri girip genzimi yakardı. Yüreklerimizin ağızda olduğu o günü hatırlarım daa,” ıslıklı bir şekilde iç çekerek devam etti Orhan,“Boğazımı birisi sıkıyormuş gibi hissettiğimden anama seslenmiştim. ‘Ana ben şöyle gidiyom, hemencik gelcem.’

‘Çişi geldiğinde kimse eve gitmiyor, enkirleğe işe işte, kimse görmez seni,’ diye rahmetli anamın ağzından her zamanki cümleler çıkmıştı. Üzüm kesenlerin yanından uzaklaşıp eve gittiğimde uykulu uykulu azıcık işeyip geri dönmüştüm. Bağ yapraklarına pare pare ışığın düşmesiyle birlikte uyanan küçük sinekler fıskiyeden suyun çıkması gibi üzerime gelmişti, bağ aralarından geçerken. Ben sineklerle savaşırken anam yazmasıyla elini yüzünü kapatmış, üzüm kesmeye devam ediyordu. O sırada gözümde tarifi olmayan bir acı duymuştum.

Başparmağımla ovuştursam da gözümün yanması geçmeyince korku dolu, titrek sesimle kimseye duyurmadan kafamı asmanın altına sokarak anama seslenmiştim. ‘Anaa! Gözüme bi şey kaçtı, çok acıyo.’

Annem eğilerek, ‘Az daha yanaş da bakayım,’ demişti. Eliyle göz kapağımı kaldırarak yazmasının ucuyla gözüme kaçan siyah sineği çıkarmıştı.

‘İşemeye gittiğimde babam evdeydi, yere uzanmış uyuyo. O uyuyosa ben de uyucam,’ demiştim.

‘Güpegündüz Hacıbey uyumaz, ne uykusuymuş bu böyle!’ deyip üzüm kesmeyi bırakarak, koşup gittikten sonra son kez üzüm kestiğini ve hayatımızın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını bilmezken.

Uzaktaki köy göründü. Yağmur damlaları demirden atın camlarında inledi. Orhan’ın başında uğultular. Kalbi yerinden kalkıp dönmeye başladı. Yeşil bağ yaprağı kokan bu yaşamlar, günlerce konuşarak dilden dile yaydıkları o tevatürü unutmuşlar mıydı?

Tahta kapının tokmağını çaldıktan sonra tırkazını kaldırdı. Kapı uçar gibi elinden kayıp duvara çarptı. Büyükçe bir bahçenin ağaçları ardındaki üzeri şiltelerle dolu kereveti gördü. Tokmak sesine ayaklanan adam, bir ayağında terlik diğer ayağına geçireceği terliğinin tekini arayarak gövdesini onlara doğru yöneltti.

“Buyrun kardeş, kime bakdıydınız?”

“Amcam Rüstem’in evi değil mi burası?”

“Babam geçen yıl sizlere ömür, ben oğlu Saffet,” dedi, terliğinin diğer tekini bulduğunda öylece donup kalarak mırıltıyla. “Hacıbey amcamın Orhan mısın sen?” Gözlerine inanamayarak, “Orhan sen misin essahtan?” diye sordu tekrar.

“Benim ya amcaoğlu benim,” dedi, inceden gülümserken gözleri kısılan Orhan.

Saffet iki adımda yanına geldiğinde sımsıkı sarıldılar. Gökler delirmiş, yağmur bastırmıştı. Ama bu havada daha fazla kapıda kalmasınlardı. Hemen içeri geçtiler. Soğuk havanın esrikliğini üzerlerinden atmış, kurulanmıştılar.

“Zeynep yenge nasıl, iyi mi?”

Mengene acısı gibi burulmuş yüreğiyle, “Anacağzım vefat edeli üç yıl oluyor,” dedi.

Çaydanlık suyu tıslarken Saffet de tıslar gibi, “ Neyden ötürü ya?” dedi.

“Kötü hastalık.”

“Başımız sağ olsun, hiç duymadık.”

Sessizlik.

Saffet merak ettiği şeyleri hissettirmeden sormak ister gibi, “Yıllarca sizden haber gelmedi. N’aptınız el memleketlerinde? Tutunabildiniz mi?” diye sordu.

“Balıkesir’e gittik. Güleç yüzlü, yaşlıca bi kadın karşıladı bizi önce. Sonra bi göz oda bulup başımızı soktuk. Daha sonraları anam çevre edindi. Ev temizliğine, çocuk bakmaya gider oldu. Ben de bi yandan okuyup arta kalan zamanda kahvede çay dağıtmaya başlamıştım. Bi koşuşturmacayla geçti günler.”

Saffet karısının elinden gece gibi simsiyah çayı alırken, “Zeynep yengem senden için ‘Okuyacak benim oğlan,’ derdi, yüksek tahsil yapabildin mi oralarda?” dedi.

“‘Üç gün kuru ekmek kemirsek de okuyacaksın, her şeyi unutup okuyacaksın,’ deyip beni de okuttu ya. Ziraat mühendisi oldum.”

“Vayy amcaoğlu tahsil yapmış. Biz okuyamadık. Kaldık buralarda. Biz olmasak kim Altınyıldız’ı toplucak da kurutuvercekti?” Saffet ortaya saçılan gevrek gülüşüyle devam etti. “Yarın şu köy meydanına çıkalım da şöyle bi dolaşalım senlen. Millet okumuş adam görsün.”

“Ondan gelmedim Saffet. Pederden on dört dönümlük bağ kalmıştı, ne zamandır duruyor. Bizim de işler pek yolunda gitmedi şu sıralar, sana zahmet onu acilen satışa çıkaralım dicektim, elimiz rahatlasın.”

“Hee, senin o pederden kalma şu yol kıyısındaki bağ…” dedi Saffet hayretle başını sallayarak. “O kolay, satarız, düşünme onu sen.” Dokunulmaması gereken bir yaraya dokunuyormuş gibi sorulmaması gereken bir soruyu sordu Saffet. “Ben pek hatırlamam da Hacıbey amcam…” dedi, duraksadı.

Durgun bir sessizlik…

“Sor bakalım, çekinme,” dedi Orhan, “neymiş diyeceğin?”

“Hacıbey amcam nasıl öldürüldü? Ben bilmem de sen bilirisin ya, el kadardık; ama sen gördün her şeyi, sen bilirsin.” Kalbinin üzerindeki kaya kalkmış gibi rahatladı Saffet soruyu sorduktan sonra.

İç çekti Orhan. “Sen bilmezsin,” dedi kırık sesiyle, “Nereden bileceksin ki! Ben bile unuturum arada, hatırlamak istemem olanları.”

Acı bir durgunluk…

“Yakıcı bir çığlık geldi önce. Tiz sesi duyuldu, uzaklara duyuldu. İki oda, bir sofalı eve vardığımda sofanın ortasında anam gözlerini yerden ayırmadan elleriyle dizlerini dövüyordu. Dövündü, dövündü. Hacıbey’in upuzun bedeni uzanmış yere. Ağzından köpük köpük tükürükler saçılmış peşi peşine. Anamın bağırtısı her yeri tutmuş. Kötü haber tez duyuldu. Kulaktan kulağa yayıldı. Cesedin başına üşüştüler. Gelip geçtiler, bağırdılar, ağladılar, dolaştılar, fırdöndüler başında. Kadınlar toplanıp hep bir ağızdan çığrıştı. Ben de oda kapısıyla bütünleşmiş öylece kalakalmıştım, olduğum yere sinmiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordum içten içe.” Orhan’ın gözleri boşluğa takılı kaldı bir müddet, devam etti sonra. “Şaşkınlık insanların dudaklarının kıyısında uzun süre gezindi. Kovana çokuşan arılar gibi işi gücü bırakıp eve doluştu amele. Hacıbey’i diriyken görmek istemeyen insanlar, ölüsüne pek bi rağbet ettiler. Görmek için birbirlerinin tepesinden başlarını uzatıp ne olup ne bittiğini kendi gözleriyle tartıyorlardı basitçe. Ölüye bakan evin dışına çıkıyor, çıkar çıkmaz birilerine haber veriyor. Dışarıdan konuşulanlar içeri kadar duyuluyordu. Ayağı yaralı it gibi dolanıp durdular. Başını iki elinin arasına alan anam olduğu yerde ağlamasını sürdürdü. Bazılarının kıpır kıpır dudakları uzun bi duaya başlamıştı bile. Giden gitti, kalan kaldı. Bi vakit sonra ellerinde koca koca tüfeklerle iri yarı, güçlü kuvvetli adamlar geldi. Attıkları art arda adımlarla kol kola girmiş gibiydiler. Buz gibi bir sessizlik çöktü baştan başa. Normalde görseydim tüfekli adamları, anamın arkasına saklanırdım korkudan yekpare. Ama gözümü kırpmadan bakıyordum ‘jandarma’ dedikleri bu adamlara. Bütün hareketleri önceden planlanmış, denenmiş, tekrar edilmiş, kerelerce provası yapılmış gibi önce etrafta dolanan efendileri, konu komşuyu dışarı çıkarıyorlar. İpi silindir şeklinde dolaştırıyorlardı Hacıbey’in yattığı yerin etrafına. İp dolanıyordu gözümde bir kez daha bir kez daha. Üzerine beyaz tül gibi bi çarşaf serdiler hafifçe. Onların gelmesiyle anamın ağlaması kesilmiş. Bir sır verir gibi sessiz sessiz anlatmıştı yaşadıklarını. Koltuğun arkasına pusmuş kül rengi yüzüyle küçük Orhan yani ben de orada öylece duruyordum.

Karanlık kavuşunca kapı önünde bekleşen köylüyü yara yara; asma yaprağının yeşiline çalan koyu yeşil bir paltosu olan, uzun boylu ince bıyıklı bir adam ile bizim Deli Doktor çıkageldi yan yana. Sonradan öğrendiğim kadarıyla uzun boylu ince bıyıklı adam görevine yeni başlayan Savcı Bey’miş. O, konuşurken anamla şimdi olduğu gibi karardı ortalık aniden.

‘Hey mübarek köy! Karakışın ayrı zor, kavuran sıcağın da, zamansız giden elektriğin de,’ diye söylendi Deli Doktor. Bütün gün kendimi yağmur bulutlarında bekleten sağanak gibi ağlamaya başlayan beni fark etti. İç çekiş seslerini takip edip beni bulduğunda kucağına aldı. Fısıltıyla kulağıma, ‘Korkma, ben yanında olacağım,’ dedi. Paltosunun yünlü iç kısmına sardı beni. Kucağında uykuya daldım.

Her yer aydınlanır aydınlanmaz, ben de uyandım. Eli önce saçlarımda geziniyor sonra kıvrık olan çene çukuruma kayıyordu Deli Doktor’un. Evimize saçlarımın yumuşaklığı gelmişti sanki her şey durulmuş, tenhalaşmıştı.

Uyandığımı fark edince, ‘Vayy erkek uyandın mı sen? Adın ne senin söyle bakalım?’ demişti Deli Doktor, cam gibi parlayan siyah gözlerini benden ayırmadan.

Konuşamadım tabii. Bi suskunluk musallat oldu bana o yıllarda. Yalnız bana değil anama da. Uzun zaman sesi sedası çıkmadı ağlamaktan gayrı. Buralardan gidince dilimiz çözüldü. Onulmaz dertlerle imtihan olduk hep.

Etrafta dolaşan köylülerin yerini, olay yerini inceleyen sakin insanlar almıştı. O zaman kavrayamamıştım her şeyi, sonradan aklımda olayları seyrede seyrede anladım. Bahçede oturup karşılıklı usul usul konuşurken Savcı Bey yüzünü karartarak, ‘Bu işi yapanı bulmak zor,’ demişti.

Deli Doktor bedeniyle bahçede; lâkin ruhuyla çok uzaklarda olan sesiyle, ‘Bulacağız elbet,’ demişti.

Aradan ölü gibi kıpırtısız, sudan başka boğazımıza bi şeyin girmediği günler geçti.

Karakolda bulduk kendimizi. Bi odaya aldılar anamı. Savcı Bey’in, ‘Kocan zehirlenmiş. Kimedir şüphen? Kocanı kim öldürmüş olabilir?” diyen sesi geliyordu belli belirsiz.

O gün simsiyah bi başörtüsü bağlamıştı anam. Yüzü çalışmaktan güneş yanığı. İncecik yüzlü, kara başörtüsünden kara perçemi sarkıyordu. Cinayetin olduğu günkü olayları anlatıyordu sanki.

‘Bilmiyom ben kimin yaptığını, hiçbi şey bilmiyom, hiçbi şeycikkk.’

Ağlaya ağlaya morarmış yüzü, susuzluktan çatlamış dudakları ve kıpkırmızı gözleriyle çıktı odadan. Sonra beni tek çağırdılar. Ben yine tek laf etmedim. Suskunluk…

Köy yerini ağır ağır bi korku sardı sonraları. Köyden biriydi yapan. İçlerinden biri. Kendilerini bu kadar ölüme yakın hissetmemişlerdi belki de. Ama kimdi? Birisinin uzattığı suyu içmez, önlerine açılan çıkından bi şey yiyemez, kimsenin evine giremez olmuşlardı. Kapıdan karşı kapıya, pencereden karşı pencereye giden laf birken iki, ikiyken beş oluyordu. Köy yerinde insanların birbiriyle uğraştığı, kuyusunu kazdığı doğruydu. Savcı Bey’le yanından ayrılmayan bu işi çözmeye ant içmiş Deli Doktor ameleyi, konu komşuyu bir dizi sorgudan geçirince hep aynını demişler, zapta hep aynı ifadeler geçmiş.

‘Zeynep Kadın zaten sevmezdi Hacıbey’i.’

‘Zeynep Kadın kaç yaş küçüktü Hacıbey’den, aklı beş karış havadaydı onun.’

‘Zeynep Kadın var ya, o Zeynep Kadın hep kavga ederdi kocasıyla, seslerini duyardık, adamcağızın da gıkı çıkmazdı buna.’

Şimdi olsa, ‘Zeynep Kadın kadar taş düşsün kafanıza!’ derdim, ‘N’aptı size bu kadın nankörler? Ama yo! İlla bi kara leke çalacaksınız siz, belli. Düne kadar domuz Hacıbey, varyemez Hacıbey. Şimdi badem gözlü Hacıbey. Koca katili Zeynep Kadın!’”

Orhan sağ elini kaldırdı bi an. Şimdi duyduğu öfke, o zamanki hissettiği öfkesini aşmış gibiydi.

“Olaylar huysuz, aksi bi hayvan gibi geviş getirirken başımız garabetten kurtulmadı. Damdan düşüp başımı yardım. O zamanın şartlarında anam tütün basıp kanı durdurmak için uğraştıysa da yok Allah, yok. Kan durmadı. Bi hışım tuttu Deli Doktor’un yolunu.

‘Varım yoğum bu çocuk, kurtar onu,’ demiş anam ağlamaklı.

‘Kan lazım,’ demiş, ‘Senin kanın tutmazsa acele köye haber sal, yakınlarınızdan kanı tutan varsa o versin kanını.’

Anamın yüzü sapsarı kesilmiş. Gözlerinin beyazı karaya çalmış. Elinde avucunda kalan tek evladını kurtarmak için çırpınmış. Ne yapsındı kadın?

Kan bulunmuş köyden. En acılı, en zor zamanları atlatarak kurtulmuştum. Nicedir sonra Deli Doktor’un yanına vardık. Anam sıcak ekmek yapmış, teşekkür için. Odasına girer girmez, beni kucağına aldı. Siz de bilirsiniz nasıl müşfik olduğunu. Yine saçlarımı okşadı, yüzümü sevdi, arada bir de işaret parmağı çeneme kaçtı. Sonra indirdi beni kucağından. Gözlerini bi anamın bi benim üzerimde durdurarak uzun zaman baktı. Konuşmaya başlamadan önce de son bir kez yıldırım hızıyla göz gezdirdi üzerimizde. Sonra gözlerini açıp sesini yükselterek hemşire hanımı çağırdı. Kazadan sonra son bir kez beni kontrol etmesi için.”

Keşke biraz daha konuşsaydı Orhan. Biraz daha anlatsaydı. Kalan düğümlerini de çözseydi bir bir. Ama orada kaldı, boğuk sesiyle o da nereye devam edeceğini bilmiyordu. Döşeklerin en rahat olanı atıldı, temiz yorganlar serildi. Uykunun koynuna girildi.

Herkesin bildiği tek güneş işçilerin tam tepesinde duruyor, yukarıda saatlerce asılı kalıyor. Yeni yıkanmış yeşil sabun kokulu anasının pazen, çiçekli eteğini güneşin üzerine geçiriyor. Sonra da işçilere dönüp, “Çalışın, çalışın. Ben güneşi oyalarken siz de bizimle uğraşmayın. Çalışın.” Orhan gecenin kuytu bi vakti kendini uykudan dışarı attı. Kısacık tutmuştu uykusu, boş gözlerle karanlığı seyretti. Çocukluktan kalma yaralarının kapanmadığını fark edecekti, uykuya tekrar dalmadan önce.

                               ***

“Ufaklık aynı sen Orhan. Keskin bakışlı, dimdik siyah saçlı, çatallı çene.”

“Öyle ya Doktor’um, bana benzetirler.”

Eski ama örtüsüyle, çiçeğiyle mükellef bir doktor masasının başındalardı. Meryem ile Orhan karşılıklı alçak, demirden yapılmış sandalyelere oturmuşlardı.

“Zeynep Kadın niye gelmedi? Onu da getirseydiniz ya?” derken onun artık dünyada olmayacağı ihtimalini düşündüyse de yine de böyle sormaktan başka seçeneği yoktu Deli Doktor’un.

“Annem sizlere ömür, üç yıl önce vefat etti.”

“Başınız sağ olsun. Bizlere verilen ömrü yaşıyoruz biz de,” derken sesi pürüzlü çıktı.

Alt dudağı sarktı Orhan’ın. Nereden başlayacağını, ne soracağını bilemedi. Doktor, hemen anladı durumu o sormadan anlatmaya başladı.

“Bilirsin Orhan, burası uçsuz bucaksız Altınyıldız…” Meryem’e dönerek devam etti. “ Köylüler çalışmaktan birbirinin yüzüne bakmayı bırak kendilerine bakamazlar burda Meryem kızım.”

Meryem, Deli Doktor’un kendisinin adını unutmadığını görünce biraz şaşırdı, biraz da sevindi ve daha dikkatle dinledi Doktor’u.

“Çalışarak günü bitirirler de dibini sıyırırlar günün,” derken hafiften kahkahasını patlatıp kınalı sakallarına karışmış aklığı belirgin olan sakallarını sıvazladı. “Sonra gün biter. Son akşam kızıllığını da tükettiklerinde uyuklamaya başlarlar. Gerisi hep uykulu olma halidir. Bi koca kova suda kırık bi tasla banyo yaparken, yemeğin ne olduğuna bakmadan kaşığı aşa sallarken yani yatana kadar uykuyu üzerlerinde taşırlar. O ustura karası, uykulu gecelerin birinde gördüm Orhan’ı.” Orhan’ın yüzüne baktı. Donup kaldı.

Orhan,“Doktor’um,” diye girdi araya, “anamla gelmiştik buraya son kez, hatırlarsınız. Odadan dışarı bi hemşire çıkarmıştı, beni de siz anamla kaldıydınız. Anam sizin odanızdan çıktıktan sonra yüzü sapsarıydı, ölüm sarısı. Hastaneden çıktıktan sonra tekrar köye bile dönemedik. Hacıbey’i öldüreni siz bulmuştunuz, biliyorum. Ben yıllaar yıllaar sonra öğrendim kimin öldürdüğünü, neden kaçar gibi gittiğimizi.” Acısının aslını hatırladı Orhan, ama söyleyeceği kelimeleri tam çıkaramadı, durdu.

Bunun üzerine anlatmayı sürdürdü Deli Doktor. “Yaa öyle olmuştu Orhan. Zeynep gelmişti buraya.” Meryem’e dönerek, “Meryem’in oturduğu yere oturdu,” diye devam etti, “elinde kokusu üzerinde sıcak ekmek. Gözlerinin feri gitmiş ama yine de bi ışık oturmuş gözbebeğine. Seni kurtardığım için dualar ediyor. Benim de üzerimde de bi tatsızlık var, fark ediliyor. Bütün metanetimi toplayıp, Hacıbey’i kimin öldürdüğünü söyledim. Şaşkınlıktan gözleri açıldı, korkudan kirpiğini kirpiğinin üstüne indiremedi. İçini çekip yutkundu ve başını önüne eğdi.”

Orhan, anlatılanları gür kaşının altındaki her şeyi ifade eden gözleriyle dinledi.

“Ne yapacağını bilmiyordu zavallı Zeynepcik. Utancın vermiş olduğu ağırlıkla hüngür hüngür ağladı. Bir taraftan da tir tir titriyordu. Ellerini görünmemesi için masanın altında saklıyordu. Cebimden bi miktar para çıkarıp verdim. Balıkesir’e annemin yanına gönderdim sizi.”

Orhan ilk anda, “Yanlış mı duydum acaba?” diye geçirdi içinden. Bekledi birkaç saniye. Ama yoo, doğru işitmişti. “Zekiye Teyze sizin annenizdi, demek,” dedi.

“Annemdi ya.”

“Peki Hacıbey’i öldürenin kim olduğunu nasıl anladınız?” dedi Orhan güçlü bir merakla.

“Sana kan ararken köyden geldi, hem de hemencecik. Biz onu ararken o bizim ayağımıza kadar gelmişti. Kanı seninkiyle tuttu ama bu yeterli değildi. Zaten ben de buradan anlamadım. Önce adama baktım. Israrlı bi bakış değildi benimkisi. Öylece bakıp kafamı çevirmiştim. O esnada gözüm çenesine takılmış, dönüp bir daha bakmıştım. Tıpkı seninkisi gibiydi. Uzun uzun bir daha baktığımı hatırlıyorum. Zihnimin karanlık dehlizlerinin en kuytusunda bir köşeye sinen o his belirdi sessizce. Hani seni kucağımda uyuttuğum o akşam saçlarını uzun uzun okşamış, yüzünü severken elim çukurda kalan çenenin çatalına gitmişti. O his o adamda da vardı, yani senin gerçek babanda. Sanki başparmağımı çenesinde dolaştırsam o hissi yakalayacaktım.”

Orhan canının, üzüm salkımlarının asmadan düşmesi gibi, salkım salkım çıkacağını sandı. Ağırlaştı.

“Evlat, anan ya da babandan biri çift çeneliyse sen de çift çeneli olursun. ‘Otozomal dominant,’ diyoruz biz buna. Neyse bunlarla başınızı ağrıtmayayım ben. Tabii benimkisi kuvvetli bi insiyaktı. Annen Zeynep güçlü, aynı zamanda hakkaniyetli bi kadındı. Hacıbey’i zerre sevmemişti. Cemşit’i sevmişti o. Ama Hacıbey paralıydı; kaç dönüm bağı, bostanı var Allah bilirdi. Üstelik adından önce itibarı gelirdi. Hacıbey derler miydi herkes hürmet ederdi. Zeynep’e talip olmuş. Vermesinler miydi? Zeynep’i karnında senle Hacıbey’le evlendirdiler. Cemşit’le birbirlerine sevdalı oldukları unutulup gitti. Ama Cemşit unutmadı. İstediği hayatı Hacıbey gözlerinin önünde yaşıyordu. Elinden sevdiği kadını ve çocuğunu almıştı. Bir fırsatını bulup işçiler bağdayken zehirlemiş Hacıbey’i. Evine gittik sonra ani bi baskınla. Çöp kovasına bulaşmış zehrin kalıntısını buldular ustalıkla.”

Hastane kokan yaşamına neler sığdırdığı bilinmezdi Deli Doktor’un ama Orhan’ın hayatına çok şey sığdırmıştı.

Demirden yapılmış atla yaşadıkları şehre geri dönerlerken, tüm yaşananlar bir hayal gibi göründü gözlerine. Düğümlerin tamamı çözülmüştü ama Orhan’ın susmaya niyeti yoktu bu kez.

“Sabahın alacakaranlığı dağılmamışken hepimiz bir fotoğraf karesine sığmak istermişiz gibi yan yana dururduk. Aralara sızmaya çalışan arsız rüzgâra yüz vermez, tavır alırdık. Bu halimize dışarıdan baksan siyah beyaz bi film afişi gibiydik. Afişte durgun bi sessizlik görülse de filmi izlemeye başladığında aç karınların gurultusundan başka bi şey duyamazdın Meryem.”

Pencereye dayadı başını. Son kez gözünün önünde yitip giden köylere baktı. Şimdi bu ter kokan insanlar, çok çalışmaktan hissizleşen kuru kalabalık, Altınyıldız üzüm hangi dünyaya aitti; bunu düşünüyordu Orhan. Kucağına oturttuğu oğlunun çenesini başparmağıyla okşayarak…


Editör: Mete Karagöl

Güneş Barguş
Latest posts by Güneş Barguş (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close