Cenaze törenlerini pek sıkıcı bulurum. Ölen kişi pek sevdiğim biri değilse şayet, can sıkıntısından kimsenin ilgilenmeyeceği eşyaların üzerinde gözlerimi unutur, öylece dalar giderim. Bu durumun kimi kez lehime olduğunu da belirtmeliyim. Bu sözünü ettiğim kimi cenaze törenlerinde, ölü ile ilgili iyi ya da kötü niyet barındıran herhangi bir derin düşünce taşımıyor olmama karşın övgü dolu gözlerle karşılandığımı, böylece dalıp gitmemin ölüye duyduğum ve niyeyse hiç belli etmediğim sevginin bir sonucu olarak görüldüğünü hatırlıyorum. Sevdiğim bir kimsenin cenaze töreninde bulunma talihsizliğini yaşadığımdaysa yaşım henüz yirmi birdi. Bundan önce pek çok yakınımı yitirmiştim ancak yinelemekte yarar var ki, bu ilk gerçek yitimdi benim adıma.
Ne bir ölüm haberi ne bir yıkım, beni uzaktan dahi olsa ilgilendirebilecek bir ölüm söz konusu olmamasına karşın kendimi yine bir cenaze töreninin ortasında buluverdim. Ölünün kim olduğunu bilmiyor olmamın, biraz olsun düşünmek, apayrı düşüncelerle oyalanmak noktasında bir yarar sağlayacağını düşünmeye başladım. Sonra bir kenara geçip oturdum. Töreni izlemeye koyuldum. Yine canım sıkıldı. Bu kez toprağa dalıp çıkmakta olan küreğe takıldı gözlerim. Yeryüzünde bir nesnenin yapabileceği en boğucu ve can sıkıcı iş olsa gerek bu, diye düşündüm.
Yanı başımda bir adam peyda oluverdi. Kim olduğuma, ne olduğuma bakmaksızın elini omzuma attı. “Bir cıgara versene!” dedi, tok sesiyle. Cebimden çıkardığım sigara paketini uzattım. Sigarasını aldı. Yakmamı bekledi. Yaktım. Bir iki nefes çektikten sonra ölünün gömüldüğü yere doğru bakıp derince of çekmeye başladı.
“Ne oldu?” diye sordum. “Yakınınız mıydı?”
“Hayır,” dedi. Şaşırdım. Tanımadığı biri için böylesine sıkıntı duyduysa ya iyi yürekli biri olmalıydı ya da çıkarından olacağını düşünen bir kene. İkisine de benzemiyordu. Şaşkınlığımın nedeni buydu. Ancak sonrasında söylediği söze bundan çok şaşırdım.
“O ölen adam var ya,” dedi. “O adam benim.”
Güldüm. Doğrusu, gülmek için çabaladım. Bunun adi bir şaka olduğunu düşünüyor olsam da bir an için geçirdiğim ürperti nedeniyle, neredeyse bu sözlere inanacağımı duyuyordum. O da gülerek karşılık verdi.
“İnanmadın ya?” dedi.
“Ne tür bir şaka bu?”
“İnanmıyorsun demek! İster inan, ister inanma! Ölüyüm ben. Bak, nasıl da gömüyorlar öyle beni? Hiç acımaları da yok. Bitsin de gidelim diye düşünüyor hepsi.”
Öyle doğrucu görünüyordu ki konuşurken, bunun bir şaka olduğunu düşünmekten çok; bu adamın, bu mezarlığı yurt edinmiş bir deli olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu yüzden artık sözlerinin doğruluğunu sorgulamayı bırakmaya, konuşmalarımı karşısındakinin sözlerine tümüyle inanan birinin duruşuyla süslemeye karar verdim. O, sözüne devam etti.
“Bak! Şuradaki benim karım. Nasıl da yana yakıla çökmüş yanı başımda. Yalan, külliyen yalan.”
“Niçin yalan olsun ki?”
Sorumu yanıtlamasından önce, yanımdaki bu adamın yüzünde belli belirsiz bir sevinç anlatımı görür gibi oldum. Biraz olsun şaşırmıştı da. Kendisine inanıyor olduğumu gösteren bu, sorgulamaktan uzak, oldukça doğal görünen soru karşısında bir an için afalladı. Daha sonra ise kuşkulu kuşkulu bakarak sordu.
“Deli olduğumu düşünüyorsun, değil mi?”
“Hayır,” diye yanıtladıysam da inanmadı. İstersem çevredekilerden birine beni görüp görmediklerini sorabileceğimi söyledi. Önce bunu yapmaya yanaşmamış olsam da onca diretmeye artık bir karşılık vermek gerekliliğini duyarak, sonunda birini yoldan çevirip sordum.
“Yanımdaki adamı gördün mü?”
Soruyu böyle sormamın nedeni, eğer yanımda biri gerçekten varsa soruyu “Daha önce gördün mü?” sorusuna çevirmek, eğer gerçekten böyle biri yalnızca benim için varsa da “Nerelere gitti bu adam?” diye yakınabilmekti. Karşımdaki adamın oldukça yardımcı olan yanıtıyla karşılaştım. Çünkü belirsiz bir yanıt vermesi sorumun havada kalmasına neden olabilirdi. Tüm bunların yanında, iki olasılığı da böylece düşünerek bir soru hazırlamış olmam, bende hiç ummadığım bir etki bırakmıştı. Nasıl bir işti böyle? Nasıl oluyordu da böylesi bir saçmalığı sarsılmaz bir inançla karşılamaya başlamıştım?
“Yanınızda biri mi var?”
Deli olduğumu düşünmüş gibiydi o da. Bir silsile durumunu almıştı bu bizde. Kim bilir, bu adam da kime bir ilginç soru sorarak deli durumuna düşecekti! Gerekli yanıtı vererek, arkadaşımı aradığımı, biraz önce burada olduğunu ancak şimdiyse ortalarda görünmediğini söyledim. “Yok,” diyerek uzaklaşmaya başladı. “Kimseyi görmedim ben.” Sıkılmıştı besbelli.
“Gördün mü?” diye sordu ölü adam, utkusundan ötürü neşeli bir yüzle. Sonraysa, artık beni buna inandırmak işinden vazgeçtiğinden olsa gerek, dizlerini dövüp yakınmaya devam etti.
“Niye yalan olsun, he! Niye olacak? Bu karı severek varmadı ki bana! Bak, anlatayım. Gençten bir adam gelmiş o zamanlar bizim kasabaya. Allem etmiş kallem etmiş, bizimkinin aklını çelmiş. Bizimki de evleneceğim, bu kasabadan çekip gideceğim diye öyle sevinmiş ki, peşine düşmüş bu çocuğun. Artık çocuğu sevdiğinden mi çekip gitmek istemiş, çekip gitmek istediğinden mi bu çocuğu sevmiş, orasını bilemem. Ne olsa, sevmiş işte! İkisi de bir. Kaçmışlar, etmişler. Sonra çocuk yitip gitmiş. Korkmuş demek. Bizimki de ne etsin, gerisin geri köye. Ölüyüm, şu dünyada sırtı yere gelse de öte dünyada aksamaz ölünün ayağı. Anlamamışsındır, topalım ben. Kim evlenir topalla? Aha işte bunu da bana verdiler, karıdır diye. Biz de aldık, ne yapalım? Bakma öyle ağladığına! Ağlamak zorunda ya, ondan ağlıyor. Yoksa nasıl konacak paracıklarıma. Onca eziyet gördü benden, şimdi de buna değsin istiyor. Hakkıdır da. Ama bak, nasıl da iyi rol yapıyor gözünü sevdiğim!”
Bu sözlerden sonra kadının ağlayışını izlerken, ne denli istediysem de içimden inanmak gelmedi bir türlü. Bunun yanında, insan bir ölüyle konuşma şansına eriştiğinde, bunun saygıdeğer bir an ve karşısındakinin de saygıdeğer bir kimse olmasını umar. Benim ölü ise hiç de böyle düşünecek bir ortam oluşmasına olanak vermemişti. Her ne olursa olsun, yalandan ağladığı, gözünün yalnızca ölünün ardında bıraktığı paralara erişmekte olduğu söyleniyor olsa da ben bu karşımda dövünen kadına daha büyük bir saygı duyuyordum.
“Böyle söyledik de iyice günahkâr belleme bizi. Eziyet dediysem, yanımda durdu öylece. Beni sevmez, aksayan ayağıma kötü kötü bakar. Böylesine, yalnızca yanımda durmak eziyet değildir de nedir? Neyse, bak bunlar da akrabalarım! Şu amcamın oğlu, sağlığımda bir kez hatırımı sorduğu olmamıştır. Ne müthiş gözyaşları bunlar, ya Rabbi! (Gülüyordu.) Dayı oğulları desen öyle! Bak, şu eski ahbaplar! Onlar yok mu, onlar! Her türlü dümeni çevirdiler ardımdan. Onlar da ağlıyor. Yahu bunlar sanki ağlamıyor, etimi yemek için sıra bekliyorlar. Ah, ben niye öldüm? Şunların yüzüne son bir söz etsem, ne hoş olurdu! Fena bir söz ama, şöyle afili bir söz olacak. Yalnız karımı tenzih ederim içlerinden. Onun suçu günahı yoktur. Şöyle yalandan ağlaması bile kabahat değil ya, insan ne olsa üzülüyor.”
Başım dönüyor gibiydi. Bezmiştim. Bezginliğimin nedeni asla bu adam ile konuşuyor olmak değildi. Bu ilginç aile trajedisini dinlemekte büyük bir keyif olduğunu görebiliyordum. Yine de içimde bir yerde, aynı şeylerin benim de başıma gelebileceğini, bir gün benim de etimin böylece yenebileceğini, birtakım kimselerin, hatta daha korkuncu benimle yüz göz olmuş herkesin ikiyüzlü gözyaşlarına bile gerek görmeksizin doğrudan ardımdan konuşmaya, beni yerin en dibine sokmaya başlayabileceğini duyuyor, anlamsızca korkuyordum.
“Bak! Şuradaki de kızım olur. Pek güzel değil mi?”
Dediği kadar vardı. Pek hoş bir kadındı bu. Güzeldi, gençti. O, ötekiler gibi bir gösteriye girişmemişti. Bu yüzden daha içten görünüyordu. Öyle ki, yalnızca dikkatlice bakan bir kimse görebilirdi gözünden akmamakta direten gözyaşlarını. Şu da görülüyordu ki, onun üzüntüsü, babasının ölümüne üzülememiş olmasından ileri geliyordu. Benim ölü, bu düşüncemi okumuş gibi onayladı doğruca.
“Öyle. Sağlığımda yüzüme de söylerdi, ‘Nasıl babasın sen öyle?’ derdi. Nasıl üzülürdüm, nasıl üzülürdüm! Şu aklım olsa üzülmezdim ya. Meğer bizim kız iyilik ediyormuş bana. Ötekiler gibi mi yapsaydı ya? Sağ olsam, kızımla evlenmeni isterdim. İyi adamsın, hoş adamsın.”
“Senin kız beni sevmezdi ya, sevseydi ne iyi olurdu! O vakit evlenirdim onunla. Aman! Ne olsa sevmezdi beni.”
“Severdi severdi. İnanmazsan git de gör!”
“Çirkinim ben, ihtiyar! Baksana durumuma. Bir şey oldu, ne oldu bilmiyorum. Sonra herkes yüz çevirdi bana. Seninkiler hiç değilse toprağın altında unutacaklar seni. Beni nerede unuttuklarını görüyorsun ya! Çöktüm, hâlim kalmadı. Yüzüm gitgide çirkinleşti, konuşmalarım bayağılaştı, bir kimseye sunabileceğim tek bir şeyim kalmadı.”
“Yok, yok! Ben, benim kızı tanıyorum. Yine de severdi seni o. Git de gör! İnanmıyor musun? Git de gör, haydi!”
Yerimden kımıldamadım. Bunu görünce benim ölünün sinirleri bozuldu. Biraz olsun darıldı bana. Yalnız ben, her şeye karşın bunun gerçek olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum.
“Niçin beni seçtin? Şurada onca insan var. Eşin var, kızın var. Ben senin var olduğuna inanmıyorum bile.”
“O yüzden seçtim ya seni. İnançsızlığın seçtirdi seni bana. Ötekiler öyle mi? Beni görseler, hortlaktır diye yeri göğü inletirler, biri de anlattırmazdı derdimi. Sen ne bana, ne edilen dualara, ne de şu ellerin açıldığı göğe inanıyorsun. Bundan iyisi bulunur mu? Hortlaktır demedin, korkmaktır demedin, tutup beni dinledin. Ölü olduğumu anladığında bile kaçıp gitmedin. Vallahi severdi bizim kız seni!”
Pek içten güldü bu son sözü ettiğinde. Sonra gözden yitip gitti. Öylece kalakaldım. Cenaze alanına baktım. Aynı gösteri devam ediyordu. Ölünün kızı ise yine aynı dik duruşuyla, gözlerinden belli belirsiz okunan aynı derinlikli öyküsüyle dalgın dalgın izliyordu toprağı. Neden sonra uyandım. Tüm gördüklerim bir düşmüş yalnızca, hemen anladım. Gözlerim güneşten kamaşa kamaşa baktım karşıma. Aynı gösteri devam ediyor, yalnız ölünün kızı da dik duruşlu olmaktan ya da derinlikli bir öyküye sahip olmaktan pek uzak, bu gösterinin bir parçası olarak boy gösteriyordu.
- Bir Olay ve Dört Ağız - 27 Temmuz 2022
- İki Yolcu ve Bir Köylü - 20 Mayıs 2022
- Gün Işığı - 27 Nisan 2022