Yazar: 10:50 Biyografi

Heykelin Başkaldıran Dehası: Camille Claudel

“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler… Duygusuz, yavan insanlar… Bu benim ruhum, en kutsal varlığım. Bunlar, çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler. Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım. Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı. Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum.”

Camille Claudel

Cinsiyet eşitsizliği iş hayatında, gündelik hayatta çokça karşımıza çıkan bir açmazdır. Yaşam içinde kendini kadın olarak tanımlayanlar çoğunlukla bir mücadele içinde bulurlar kendilerini. Yaşanılan zorluklar ülkeden ülkeye değişse bile kadınlar en temel haklarını almak için bile savaşmak durumunda kalmışlardır. Yine böyle bir durumda 1857 yılının 8 Mart’ında New York’ta bir tekstil fabrikasındaki 40.000 dokuma işçisi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi sebebiyle greve başlamışlardır. Greve müdahale eden polis işçileri fabrikaya kilitlemiştir ve kurulan barikatta çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi hayatını kaybetmiştir. 1910 yılına gelindiğinde ise Kopenhag’da düzenlenen 2. (Sosyalist) Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden Clara Zetkin ve arkadaşlarının önerisiyle her yıl “Kadınlar Günü” düzenlenmesi oybirliği ile kabul edilmiştir.

Kadınların haklarını alma ve kendileri olabilme mücadelesi her alanda sürmektedir. Bu alanlardan biri de hiç kuşkusuz sanattır. Sanat tarihine bakıldığında yaratıcı edimin erkeklerin elinde olduğu görülmektedir. Sanat tarihçi Linda Nochlin Kadınlar, Sanat ve İktidar isimli kitabında şöyle demektedir;

 “Ancak işin doğrusu, aslında hepimizin de bildiği üzere, yüzlerce başka alanda olduğu gibi sanatlarda da, hayatın günümüzdeki ve geçmişteki düzeni, kadınlar için ve beyaz, tercihen orta sınıf mensubu ve her şeyden önce erkek olarak doğma şansına erişememiş herkes için, hem baskıcıdır hem de heves ve cesaret kırıcıdır. Sorun, bizim burcumuz, hormonlarımız, âdet döngümüzde veya boş, ev içi mekânlardaki varlığımızda değil, bize sunulan kurumlarda ve eğitimdedir.”[1]

Sanatın içinde olan kadınlar hep şu soruyla karşılaşmaktadırlar “Neden büyük kadın sanatçı yok?”  Hem bu soruya cevap olarak hem de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla başarısı sebebiyle engellenmiş bir kadından bahsetmek istiyorum; Camille Claudel.

8 Aralık 1864 yılında Fransa’da dünyaya gelen heykeltıraş Claudel, varlıklı bir aileye mensuptur. Ancak bu onun şansı olmamıştır. Annesinin otoriter oluşu, Camille gibi isyankâr ve asi ruhlu bir kadın için oldukça kısıtlayıcı ve zorlayıcıdır. Babası ise kızını yapmak istedikleri açısından desteklemektedir. Çocukluğunda çamurla oynamayı sevdiği bilinen Camille, heykel eğitimi almak istemektedir ancak o dönemde kadınlar büyük sanat akademilerinde eğitim alamamakta yalnızca sanatçı atölyelerine gönderilmelerine izin verilmektedir. Annesi her ne kadar kızına destek olmuyor gibi görünse de aile, Camille heykel eğitimi alabilsin diye 1881 yılında Paris’e taşınmıştır. Camille’in hayatı Auguste Rodin’in atölyesine gitmesiyle birlikte tamamen değişmiştir. O sırada Camille 19, Rodin ise 43 yaşındadır. Tanıştıkları günden sonra birbirlerinin hayatını şekillendirmeye başlamışlardır. İkisi de hırslı, tutkulu ve işlerine âşıktır. Aynı zamanda Camille’in yeteneği ve çalışkanlığı gözden kaçacak gibi de değildir ve Rodin bunu fark etmiştir. Camille’den etkilenmiş ve o zaman 20 yıllık evli olmasına rağmen sevgili olmuşlardır. Camille uzun bir zaman boyunca Rodin’in kıskançlıkları, sadakatsizlikleri ile uğraşmak zorunda kalmıştır.

Çamur dize gelsin önünde
 Taşlar söze gelsin
 Yükselt onları aşka…
                          Aşkla….

İlişkileri sırasında Claudel ve Rodin birlikte eserler üretmeye başlamışlardır. Rodin’in en önemli eserlerinden olan “Cehennem Kapısı’nın bir bölümünü Claudel’in yaptığı ancak Rodin’in sahiplendiği iddia edilmiştir. Buna benzer iddialar çoktur. Öyle ki bu sahiplenmenin tek olmadığı söylenegelmiştir. Claudel bu süre içinde Rodin’i çok kez terk etmiş olsa da her defasında tekrar barışmışlardır. 1889 yılına gelindiğinde ise Camille bir daha görmemek üzere terk etmiştir Rodin’i. Bundan sonraki yıllarda tek başına sanat hayatına devam etmeye çalışmıştır. En güzel eserlerini de bu dönem içinde verdiği bilinmektedir. Çalışmalarını ilk olarak 1903 yılında “Salon des Artistes Français” ve “Salon d’Automne” isimli sergi salonlarında sergilemiştir. Buradaki sergilerde “Vals”, “Clotho”, “Olgunluk Çağı”, “Kayıp Tanrı”, “Geveze Kadınlar” ve Sakuntala (Sakountala)” gibi önemli eserleri yer almıştır. Onun heykellerinde göze çarpan en önemli nokta harekettir. Figürleri hareket halindeymiş gibi yontmayı seçmiştir. Heykellerindeki dans eden figürler, konuşan kadınlar, oynayan çocuklar her an hareketleneceklermiş gibidir. Böylesine başarılı eserler ortaya koymasına rağmen çalışmaları cinsellik içerdiği sebebiyle eleştirilmiştir.  İsmi hep Rodin’in gölgesinde bırakılmıştır. Sanatını övenler ise daha çok Rodin’in öğrenci yetiştirmedeki ustalığı üzerinden yapmışlardır bunu.

“Kadın olmak acı verir,
Bir genç kız olduğunuzda, acı verir,
Bir sevgili olduğunuzda, acı verir,
Bir anne olduğunuzda, acı verir,
Ama yeryüzündeki bütün acıların en dayanılmazı,
Bir kadının, bir gün biteceğini
Bilmeden çekmesidir
Bütün bu acıları…” (Blaga Dimitrova)

Camille Claudel’İn hayatına baktığımızda diyebiliriz ki çağının en büyük heykeltıraşları arasında olabilecek olan bu dehadan korkulmuştur. Hem sanatı hem kendisi susturulmaya çalışılmıştır bu nedenle 1913 yılında bir akıl hastanesine kapatılmış ve ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. Bu kapatılmanın annesi ve Rodin’in iş birliği ile yapıldığı iddia edilmiştir ve bazı kaynaklara da böyle geçmiştir. Her zaman yanında olmuş olan kardeşi şair Paul Claudel’in de bu kapatılmada imzası olduğu söylenmektedir. Ancak Camille’in bunu bilmediği onunla mektuplaşmaya devam etmesinden anlaşılmaktadır. Bir mektubunda şöyle der Camille;

”Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar

Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar…

Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte!

Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”[2]

Camille Claudel’in adı her zaman Auguste Rodin ile birlikte anılmaktadır. Rodin’in hayatından bahsederken de Claudel’den söz edilmediği zaman eksik kalmaktadır. Dönemin iki başarılı heykeltıraşı… Biri büyük bir üne kavuşmuş… diğeri ise erkeklerin egemenlik sürdüğü bir alanda “susturulmuştur”. Camille Claudel’in hayatı, kadın emeğinin sömürülmesinin, başarılarının ve yeteneklerinin yok sayılmasının önemli bir örneğidir. Döneminin kurallarını hem bir sanatçı hem de bir kadın olarak mücadele ederek yıkmaya çalışmış bir kadındır Camille Claudel. Yaptığı heykellerde de görünen bu çaba, onu sanat tarihinin önemli heykeltıraşları arasına taşımaktadır. Rodin ile olan ilişkisi kadınların sanat uğraşı içinde nasıl sorunlarla başa çıkmak zorunda kaldıkları anlamında da önemlidir. Üzerinde durulması gereken nokta da budur. Yalnızca çok ünlü bir heykeltıraşın sevgilisi olmanın dışında erkek egemen bir toplumda ve sanat alanında kadının kendi var olma mücadelesinin çok önemli bir ismidir Camille. Sadece sanatını yapmak isteyen ama sanatı elinden alınan bir sanatçıdır o.


[1] Linda Nochlin, Kadınlar, Sanat ve İktidar, çev. Süreyya Evren, İstanbul, YKY, 2020, s.150

[2] Anna Delbee, Camille Claudel, Bir Kadın, Everest Yayınları, 2002

Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close