İnsanlık temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılamaya başladığı zaman, başka ihtiyaçlara yönelir. Bu ihtiyaçların ne ve nasıl olduğu ise her bireyde farklılık göstermektedir. İşte sanat, müzik, kitaplar, bilim ve diğer pek çok dinamik insanın sürekli soru sorma ihtiyacından gelmektedir.
Gelecek nasıl olacak? Daha mı iyi? Daha mı güzel? Yoksa daha mı kötü? Teknolojinin ilerlemesi ve gelişmesi insanlığı iyi bir yere mi yoksa kötü bir yere mi götürecek? Bunlarla ilgili pek çok teori olmasına rağmen Aldous Huxley ve George Orwell gibi düşünürler için gelecek daha kötü olacak ve toplum tektipleşecektir. İnsanlar sürekli olarak geleceği hayal eder ve geçmişi ise özlerler. Kimileri bu hayatın iyi kimileri ise tatlı yanlarını görür. Aldous Huxley gibiler ise hayatı acı-tatlı olarak görmenin yanı sıra eylemlerin gelecek nesillerdeki etkilerini de görmektedir. Kendi düşüncelerinden yola çıkan Huxley, 1932 yılında yayımlanan kitabında savaşın etkileri ile toplumun gelecekteki distopik durumunu ayrıntılı bir biçimde ele almıştır.
Kitabın yazıldığı dönem dikkatle incelenirse ilk olarak savaş etkilerinin yoğun olarak yaşandığı gözlemlenebilir. Avrupa ve Osmanlı’nın ezici üstünlüğünün rolleri değişmekte ve dünyaya kendini yeni tanıtan bir ülke bulunmaktaydı: Amerika Birleşik Devletleri. Birinci Dünya Savaşı tıpkı temel ihtiyaçlar gibi ülkelerin hammadde ve güç arayışından doğmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı ise hammaddelerin işlenmesi ve temel ihtiyacın ötesindeki tartışmalardan meydana gelmişti. Bu dönemde özellikle Nazi propagandaları ve ABD’nin özgürlükçü politikası arasında sıkışan Huxley, tüm sloganların insanları sürü psikolojisine ittiğini hissetmiş olabilir. Huxley, kitabını ortaya koyduğu sırada ABD’de bulunmaktaydı ve herkesin yeni bir umut olarak gördüğü ABD’nin ilerde insanlara zarar vereceğini düşünmekteydi. Ancak Cesur Yeni Dünya’nın şekillenmesindeki en büyük etken hiç kuşkusuz hızla gelişen teknolojik gelişmelerdir. Dönemin, bugününe kadar etki eden en büyük olayı Henry Ford’un tarih sahnesine çıkması olmuştur. Bugün sosyoloji derslerinde “fordizm” olarak incelenen olgunun temellerini atan Ford, yalnızca ticaret değil, felsefik, psikolojik ve sosyolojik olarak günümüzdeki pek çok incelemenin temellerini atmıştır. Huxley’in kitabında da Ford, bir tanrı gibidir- öyle ki normalde kullanılan “Tanrı aşkına!” ifadesi kitaptaki yeni dünya toplumunda “Ford aşkına!” şeklinde kullanılmaktadır. Huxley’in Ford üzerinde bu kadar durmasının nedeni Ford’un o dönemdeki dünyada kimsenin yapmadığı bir şey yaparak yüksek teknoloji, insan iş gücü ve insan özgürlüğünü bir arada kullanmasıdır. Biraz daha geriye gidersek, Sanayi Devrimi’ni kitapla uyarlamak mümkündür. Sanayi dönemi fabrikalarında çarklar hep dönmekte, tek tip malzemeler üretilmekte, ancak malzemenin üretiminde çalışanlar ürettiklerini elde edememekteydi. Bu da aynı ortamda pek çok farklı gelir düzeyinin olmasına neden olmaktaydı. Bu süreç işlerken ortaya Marx çıktı ve günün birinde ürettiğine yabancılaşan işçi sınıfının isyan edeceğini söyledi. Nitekim bu doğruydu, çünkü insan biyolojik olarak eşit, ancak farklı sınıflarda doğan bir canlıydı. Kimsenin kimseden bir eksiği yoktu ve herkes güzel bir yaşam sürmek istiyordu. İşte bu durumun farkına varan Huxley, yazmış olduğu eserde ilerdeki toplumların buna bir “çözüm” bulacağını düşünmüştür. Huxley’in kitabının temeli kuluçka ile doğan insanlar ve bu insanların şartlandırılmasından meydana gelmektedir. Eserde fabrikalarda insanlar üretilmektedir ve bu üretilen insanların toplumsal statüleri daha doğmadan bellidir. Bu statüler Epsilon, Gama, Delta, Beta ve Alfalar olarak sıralanmıştır. Alfalar topluluğun beynini oluştururken, Epsilonlar neredeyse hiç düşünemeyecek biçimde şartlandırılmıştır. Doğar doğmaz çocuklara sürekli tekrar edilen şartlandırmalarla kendi içinde bulundukları topluluğun çok daha iyi olduğu söylenmektedir. Yetişkin olan her birey bu nedenle kendi statüsünde son derece mutludur. Bu durum Marx’ın geleceğe yönelik eleştirisine bir çözüm olarak sunulmuştur. Kitaptaki yeni dünya toplumunda insanlar daha fazlasını istememektedirler çünkü statülerini sevmektedirler.
Kitabın ikinci önemli durumu “cinsel dürtülerin kontrol edilmemesi” gerektiğini savunmasıdır. Yeni dünya düzeninin sloganlarından biri “herkes herkes içindir” şeklindedir. Tek eşlilik yasaktır ve hiç kimse romantik ilişkiler yaşamamaktadır. Bu açıdan bakıldığında hedonik tüketimin eserde en üst düzeyde olduğu görülmektedir. Ancak bu durumda da çarkların dönmesi çok önemlidir. Huxley, genel olarak her daim kapitalizm vurgusuna çağrı yapmaktadır. İstikrarın sağlanması ve ekonomik işleyiş için verimlilik ve tüketim çok önemli görülmektedir. Bu nedenle de kuluçkadan çıkmalarından itibaren insanlara eskiyen şeyin yenisi alması şartlandırılır. İnsanlar boş vakitlerinde seks yapabilir, oyun oynayabilir ve istedikleri gibi davranabilirler, ancak çalışmaları da şarttır. Her ne kadar yeni dünya herhangi bir din ögesini kabul etmese de Huxley, dinin yine kendi kendini farklı biçimlerde ortaya koyduğunu burada açıkça göstermektedir. Özellikle feodalite dönemindeki Hristiyan dünyasında cennete gitmesi için bireyin dünya üzerindeki ödevlerini yerine getirmesi gerekmekteydi. O dönemde bu durum bireyin sahibi olmadığı tarlayı sürmekten ya da hükümdarlar için çalışmaktan geçmekteydi. Kapitalist sistemle ile birlikte bu bireysel çıkarlar için olmaya başladı ve din etkisi geri planda kaldı. Ancak tüm dinlerde “Tanrı’nın çalışmayan insanı sevmediği” düşüncesi halen devam eden bir düşüncedir. Cesur Yeni Dünya’da ise bu durum “birey önemli değil önemli olan toplum bekası” düzeni ile pekiştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Ford’un ortaya koymuş olduğu yeni teknoloji ve kapitalist sistem anlayışı onu bir tanrı, sisteme duyulan yürekten inanç ise yine bir din ögesini ortaya koymuştur.
Sevmek, özlem duymak, kıskanmak ve mutsuz olmak gibi, mutluluk ve haz dışındaki tüm duygular kötü olarak nitelendirilmektedir. Huxley’in kurduğu dünya bu şekilde tartışma ve kavgaların olmadığı bir dünya olmuştur. Herkes istediğini elde etmektedir, kimse üzülmemektedir ve farkındalığa sahip olmamaktadır. Bireylerin yalnız kalması ve kendi başlarına zaman geçirmeleri tasvip edilmez. Günümüze bakıldığında, insanın insana zarar vermesi duygular yüzünden meydana gelmektedir. Kadın cinayetleri ve savaşlar gibi insan ölümüne neden olan pek çok eylem insanların duygusal arzularından meydana gelmektedir. Yeni dünya, bu durumu yok etmenin insanların duygularını törpülemekten ileri geldiğini düşünmektedir. Kitap, bu gözle bakıldığında Fringe ile benzerlik göstermektedir. Fringe dizisinde zamansal atlamalar yaşanırken gelecekte insanlık Norveçli bilim insanları tarafından üretilen “gözlemci” adındaki bireylere evrilmişti. Gözlemciler beyinlerinin duygu bölümleri kısıtlanarak ve zeka düzeyleri artırılarak laboratuvar ortamında dünyaya gelmişlerdi. Zamanla üstün zekaları sayesinde dünyanın tamamını kaplamışlardı ve tek tip insan modeli oluşmuştu: Tamamen duygularından arınmış ve şiddetsiz bir toplum. Cesur Yeni Dünya’da ise insan duygularının bir kısmı törpülenerek hazcı tüketim arzusu artırılmış, ancak şiddete neden olabilecek her türlü duygu bastırılmıştır. Bu durum da Huxley dönemindeki kapitalizm algısının ne kadar vazgeçilemez olduğunu göstermektedir.
Kitapta dikkat çeken bir diğer öge ise Marx’ın bahsettiği yabancılaşmanın bu dünyada da var olmasıdır. İnsanlar kuluçka merkezlerinde çalışmaktadır ancak merkezdeki kurallara yabancıdır. Kendi statülerini seçemedikleri gibi kimin hangi statüde olacağını ya da nasıl şartlandırılacağını da belirleyemezler. Hedonik tüketime sahip olan robotlar gibi yaşamaktadırlar. Tek ve mutlak bir otorite vardır ve tüm dünyayı o yönetmektedir. Bu açıdan bakıldığında ise aşırı gelişmiş dünya düzeninin de Huxley’e göre totaliter bir anlayışına dönüş olduğu söylenebilir.
Kitabın olay örgüsünü çevresinde kurduğu karakterler Alfalar olmuştur. Ancak kitapta dikkate değer tek kadın karakter olan Lenina ise bir Beta’dır. Çeşitli etkinliklere Alfa erkekleri sayesinde katılmaktadır. Yeni dünya düzeni ve cinsiyet farkının olmadığı bir yerde yine Huxley kendi içinde bulunduğu 1932 dünyasından bağımsızlaşamamış ve kadını erkeğin bir adım gerisine koymuştur.
Her ne kadar bu düzen içinde şartlandırılmış insanlar olsa da özellikle Alfa kesiminde çatlamalar meydana gelmektedir. Alfa olan Bernard toplumu eleştirmekte ve tam olarak kendini bu yeni dünya düzenine ait hissetmemektedir. Bernard’ın arkadaşı olan Watson ise akademisyendir ve içinde bulunduğu durumdan daha fazlasını istemektedir. Bernard’ın kendini farklı hissetmesinin nedeni ise diğer Alfalardan farklı olarak, toplumun diğer statülerine göre üstün fiziksel özelliklere sahip olmamasıdır. Tüm Alfalar fiziksel olarak üstün özelliklere sahip bir biçimde üretilirken, Bernard kısa boylu ve tıknazdır. Bu nedenle de kendi topluluğunda dışlanmaktadır. Ancak kitabın ilerleyen bölümlerinde sahip olduğu fırsatlarla herkesin hayranlığını kazanan ve bütün kadınların hayran olduğu bir karakter olan Bernard bir anda eleştirisini yaptığı sisteme tapar olmuştur. Bu durum kapitalizm anlayışının değişmediğini ve insanın riyakarlığını gözler önüne sermektedir.
Kitap, Bernard ile Lenina’nın Vahşi Ayrıbölge’ye gitmesi ile heyecanını artırmıştır. Vahşi Ayrıbölge, halen daha insanların kabileler şeklinde yaşadığı ve doğumla dünyaya geldiği bir bölgedir. Burada insanlar pislik ve sefalet içinde ve oldukça ilkel olarak yaşamaktadır. Huxley burada, medeniyetin gerekliliği üzerine de vurgu yapmıştır. Medeniyetin olmadığı yerlerde insanlar pis ve insani olmayan şartlarda yaşamaktadır. Vahşi Ayrıbölge’de kitaba sonradan dahil olan bir vahşi bulunmaktadır. Söz konusu Vahşi, yıllar önce Vahşi Ayrıbölge’de kaybolan bir Yeni Dünya kadınının çocuğudur ve bölgede dışlanmaktadır. Bernard ve Lenina ile Yeni Dünya’ya gelen Vahşi, toplumun çok ilgisini çeker. Ancak Vahşi, kabilede bulduğu bir Shakespeare kitabı ve ilkel kabile kuralları ile büyümüştür. Namus, sevgi, erkeklik ve kahramanlık gibi duygular onun için çok önemlidir. Huxley kendi düşüncesini bu olay örgüsünde ortaya koyarak semavi dinler dışındaki ilkel dinlerin abartılı ritüellerine dikkat çekmiştir. Vahşi, kendisine ters bir durumla karşılaşıp bir günah işlediğini düşündüğünde kendine fiziksel cezalar vermektedir ve bu abartılı bir davranış olarak lanse edilmektedir.
Kitabın odak noktasında olan Vahşi, her ne kadar eski dünya ve yeni dünyanın sorgulanabilmesi için odak noktası gibi gözükse de bu karşılaştırma sağlıklı olmayacaktır. Nitekim kitapta ele alınan eski dünya, şu an içinde bulunduğumuz ya da kitaba göre 1900’lerde milat olan Ford’un yeni sisteminden önceki eski dünya değildir. 1900’lerdeki dünya medeni ve toplum anlayışına sahip olan ve kabile yaşamını karanlık dönemlerde bırakmış bir dünya idi. Bu açıdan bakıldığında Huxley’in yer verdiği Vahşi Ayrıbölge’deki ilkel kabilelerin Amerika’nın orta yerinde ne aradığı ve yeni dünya düzeni ile dışlanmalarına rağmen binlerce yıl gerilemiş olmaları ile ilgili bir açıklamanın olmaması bir olumsuz eleştiri konusudur. Bunun yanı sıra farkına varmadan Amerikan propogandasından etkilenen Huxley, Vahşi Ayrıbölge’deki ilkelliğin ve pisliğin Kızılderililerden geldiğini belirtmekte ve onları kötü göstermektedir.
Vahşi ile birlikte Huxley’in Shakespeare hayranlığı gözler önüne serilmektedir. Vahşi sürekli olarak elindeki tek basılı yayın olan Shakespeare eserleri ile mest olmakta ve kendini onun hikayelerindeki karakterlerle özdeşleştirmektedir. Bu da Huxley’in, romantik yanını okuyucuya göstermektedir. Ancak Vahşi, hoşlandığı Lenina’yı Shakespeare karakterlerindeki “namuslu” kadınlarla özdeşleştirir ve Lenina’nın davetkar olması ve Vahşi’yi arzulaması Vahşi’nin ondan nefret etmesine ve şiddet uygulamasına neden olmaktadır. Bu arada kuluçka merkezinde insanların çeşitli hastalıklara karşı bağışıklığı olması için aşılama görevinde olan Lenina, hayatında ilk defa birini elde edememe duygusu ile boğuşurken, bir yumurtayı atlayarak, 25 yıl sonra söz konusu yumurtadan çıkan insanın ölmesine neden olacaktır. Lenina’nın özlem çekerek hata yapması, Bernard ve Watson’un sistemi sorgulaması ve daha fazlasını istemesi Huxley’in insanı tamamen duygulardan arındırılamayacağını anlatmak istemesinden doğmaktadır. İnsan bir robot değildir, hata yapar ve duyguları hisseder.
Kitaba genel olarak bakılırsa anormali normalleştirmenin ve normali anormalleştirmenin tamamen toplumsal değerler ile mümkün olduğunu anlattığını görmekteyiz. Şu an içinde bulunulan toplum düzeninde Cesur Yeni Dünya yaşantısı namussuz ve yoldan çıkmış bir yaşam biçimi iken, Yeni Dünya’da ise geçmiş yaşantı ayıp ve ahlaksızca karşılanmaktadır. Huxley’in anlatmak istediği de şartlandırma ile her şeyin doğru kabul edilebileceğidir. O halde toplum normları ne kadar doğrudur ve insanlık ne kadar doğru bir yolda ilerlemektedir?
Pek çok ütopik ve distopik eser, gelecekte şiddetsiz ve kimsenin ölmediği, yaşlanmadığı, hastalıklarla boğuşmadığı toplumlardan bahsetmektedir. Ancak Huxley, bunun ancak insan olmaktan çıkmakla mümkün olduğunu vurgulamaktadır. İnsanı insan yapan nedir? İnsan, duyguları ile var olan bir canıdır. Duygular olduğu sürece ise mücadele etmekten vazgeçmeyecektir. Bu da toplumdaki şiddetin son bulmayacağının bir göstergesidir. Eseri yazarken Huxley’in Platon’un Devlet’inden esinlendiğini söylemek de mümkündür. İnsanların sınıflarının olması, tamamen sağlıklı bir toplum anlayışı, eğitimin sınıflara göre verilmesi ve gerekli görülenden daha fazla bilginin insana verilmemesi Devlet’te de Platon’un çokça ele aldığı konulardandır. Ancak Huxley, bundan farklı olarak teknolojiyi de işin içine katarak şartlandırma ve kuluçka ile insanların duygularını köreltmeyi amaçlamaktadır.
Cesur Yeni Dünya bir teknoloji eleştirisi kitabı olarak da incelenebilir. Teknolojinin fazla ilerlemesi ile insanlığın sonunun geleceği düşüncesi pek çok eserde ele alınmaktadır. Nitekim, insanlık hayal ürünü olarak gördüğü pek çok şeyi günümüz teknolojisinde hızla elde etmektedir. 21. yüzyılda artık insanlar her konuda doyumsuz olarak ve istediği şeyi hemen elde etmek isteyerek yaşamaktadır. Bunda da teknolojinin etkisi çok büyüktür.
Tektipleşmiyor muyuz?
Sosyal medya ağlarını kullanırken her pazar serpme kahvaltıya gidip pazartesi günleri bir beyaz yaka çalışanı olarak “yine pazartesi off” “storyleri” atıp boş vakitlerimizde gereksiz bir sürü kişisel gelişim eğitimlerine gitmiyor muyuz ve bunları yapmayanları “garip” olarak nitelendirmiyor muyuz? Lenina ve Bernard gibi toplum önünde sürekli gülümseyerek her şey normalmiş gibi davranıp kendi halimize kaldığımız o kısacık anlarda yüzümüzdeki maskeleri indirmiyor muyuz? Her ne kadar yararlı bir şey olsa da bizi bu duruma getiren şey teknoloji mi?
Teknolojinin daha tehlikeli bir durumu ise elbette ki otoritelerin bunu kendi lehine kullanmasıdır. Kitapta bahsedilen durum da bu olmuştur. “Herkesin iyiliği için” kişisel düşüncelerini herkese uyarlamak isteyen otoriteler, teknolojik güçleri elinde barındırırsa geleceğimiz nasıl olacak? Bunun en çarpıcı örneği nükleer silahlardır. Nükleer silahların atası olarak bilinen Oppenheimer acaba hiç bilimle uğraşmasaydı ve teknolojiyi geliştirmeseydi daha mı iyi olurdu? Ya da Einstein, atomu parçalama fikirlerini Oppenheimer’e verirken bunlara neden olacağını bilseydi ne yapardı? Nitekim kitap, en sonunda bir “Denetçi” ile bu durumun eleştirisini de yapmaktadır. Denetçi, önceleri bir bilim insanı olan, ancak insanlığın refahı için bilimin daha fazla ilerlememesi ve denetlenmesi gerektiğini savunan bir karakterdir ve yeni dünya düzenine sıkı sıkıya bağlıdır. Tüm insanların barış içinde yaşaması için sanat, edebiyat, güzellik ve bilimsel ilerleme gibi dinamiklerden fedakarlık yapmak gerektiğini savunmaktadır. Böylece Oppenheimer gibi bilim insanları, otoritelerin isteklerine yönelik teknolojik ilerlemelere sebebiyet vermeyecekler ve binlerce canın yok olmasına sebep olmayacaklardır.
Elbette ki yeni dünya düzeninde, koyun sürüsü gibi yaşayan kitaptaki insanlara bizim gözümüzle baktığımızda yaşamlarının değeri var mı diye düşünmek gerekmektedir. 2020 yılında pek çok insana kitaptaki gibi bir düzende yaşamak isteyip istemedikleri sorulduğunda, hemen hemen hepsi şiddet ve anomaliye rağmen içinde bulunduğumuz dünya düzeninde yaşamak istediğini söyleyecektir. İnsan olarak yaşamının temelinde düşünmek ve duygular yoksa var olan canlıya insan demenin çok bir anlamı olmayacaktır. Ancak belki de bundan 5 asır önceki insanlara 2020 yılının yaşantısı aynı şekilde insanlık dışı olarak görülecektir. Burada da Huxley’in şartlandırmasını düşünmek gerekir. Her ne kadar makineler ve ses sistemleri ile kafamıza birtakım düşünceler sokulmasa da toplum ve kültür şartlanması her bireyin yaşadığı ve kaçamadığı bir durumdur. Bu açıdan bakıldığında Cesur Yeni Dünya, teknoloji ve ABD gibi devletlerin otoriter tehlikesinin yanı sıra Nietzsche’nin de düşündüğü gibi toplumun olgusunun kendisine de bir eleştiri niteliğinde olabilir. İnsanlık nereye gidiyor? Toplumdaki eksikleri düzeltmek için Cesur Yeni Dünya ya da Fringe serisindeki gibi bir toplum düzeni mi olmalıdır? Ya da filozoflar gibi etik üzerinde mi durulmalıdır? Bunların hepsi bilim ve sanat tarafından etraflıca ele alınmakta ancak bir nihai cevaba ulaşamamaktadır. Dünya neye gebe? Ya da Cesur Yeni Dünya’nın temel sloganı olan “Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar” insanlığı kurtarabilir mi? Yakın gelecekte gelinebilecek durumun tahmin edilebilirliği mümkün olsa da uzak geleceğin tahmin edilebilirliği mümkün değildir.
Maalesef insanlar, bunun cevabını bilmeden dünyadan ayrılacaktır.
- Dünya Neye Gebe? – Cesur Yeni Dünya Üzerine - 8 Temmuz 2020