Fazla düşünüyorum bazen. Aklımdaki tüm ikilemler saman kokulu bir iple birbirine örüşüyor. Birileri aklımın içinde benliğini kaybediyor. Karaltı gibi kalıyor fikirler.  Daha sonra hissediyorum. Bir şehirde yalnızca iki ruh varmış gibiydi. Biri en istemediğimiz tarafımız diğeri ise rüyalara konuk olacak kadar çok arzuladığımız taraf. Varoluş iki dev dalga arasındaki gelgitlerden ibaretti. Ne yok olmak ne de ölümsüz olmak yeterli gelirdi. Belki de yüzyıllardır bu dalga durulsun diye açıkladılar filozoflar varoluşu. Zaman aldıkça tinsel yaratılışımız daha önce hiç tanımlayamadığımız forma bürünür, üç beş insan değişmek fikrini yakıştırırdı üstümüze. Ben bir aitsizliğin insanı kendinden ne kadar uzaklaştırdığına tanık oldum. O raddeden sonra hiçbir kelime ifade edemez bizi, kelimelerin türlü biçimi bir cümle tamamlamaya yetmez. Bizse varoluşumuzu bir ağaç gibi kök salmaya zorlarız. Sanki bu dünya için küçük bir yaprak dahi olsak geçimsizliğimizi temellendirebilirdi. Bilinmek bir işkenceydi kimi zaman. Bir kuş yuvasına sığınıp orada bulunmamayı umardık. Silinmek ise dehşetti. Orada bir yerlerde öylece durmayı, hiç kaybolmamayı da dikte ederdik kendimize. Böyle iki doyumsuz evreni bir minik dünyaya sığdırmaya çalışmak tüketirdi bizi.  Tüm bu duyguların içinde çocuklaşırdık işte. Şehrin karasızlık kokan sokaklarının birinde, sokak lambalarının sönük ışıkları çocukluğumuzu hatırlardı. Belki gülüşünün arkasındaki küçük çocuğu fark ederdik ya da çok büyük suçlar işlemiş adamları parmaklıklara mecbur kılan bir gardiyan görürdük. Tüm mecburiyet bir gardiyan gibi dikilirdi başımıza.

Mutluluğa varmayı dünyanın en çetrefilli işi kabul ederdik. Yola düşerdik. Toz bulutu olduk. Dumanlar çıkardı tüm naçiz bedenlerden. Kavruk bir rüzgâr, dumanın tersi yönden amansız bir yola sürüklerdi bizi. Dengeyi şaşırır, adımlarımız sabitlikten arınırdı. Sanki her adımda yeni bir atomu oluşturmaya malzeme olacak türden parçalanırdık. Sanki varmak istediğimiz yere ulaştığımızda benliğimiz kendi olmaktan çıkmış olacaktı. Tüm duygular canımızı azlettirmeye ant içmiş gibi tuzak kurardı bize. Aitsizliğimiz bize özgü olmaktan çıkardı. Anlayamazdık, nasıl olurdu da tüm hayat böyle çarpık bir düzende raylardan çıkabilirdi? Sonra keskin bir korku sarardı bedenimizi. Her şer, yarı yolda kalmış gibi dikerdi üstümüze gözlerini. Saat durur,  rüzgârın gıcırdattığı kapının sesi kesilirdi. Biz nefes dahi almaya korkar olurduk. Korku zaten hiç olmayan düzeni altüst edebilirdi. Birinin korkuları onun ruhunu altın kafese kapatabilirdi. Korktuğu bir nefesi alsa boğulacak kadar yerde insan, defalarca yaşayabilirdi. Bedeni bir zincir sarardı, korku her akla geldiğinde zincirler sıkışır, insan canı hüküm giyerdi. Bilmez miydik? Korku ölümün en ısrarcı efendisiydi. Kudretli ölüm bir köleydi işte. Belki de beş kuruş etmeyecek bir köle. Varoluşumuz burada anlamını teslim ederdi korkuya. İnsanlar ölümden korkmazdı. Korku ölümü vazgeçilmez yapardı sadece. İnsanların hayattan kopmak istememeleri korkunun bir oyunuydu. Kaba kurallı kazananı olmayan bir oyun.

İrem Gül Yılmaz
Latest posts by İrem Gül Yılmaz (see all)
Visited 2 times, 1 visit(s) today
Close