Yazar: 19:49 Anlatı

Birkaç Biranın Düşündürdükleri

Birinci Bira

Ne zamandır aklımdaydı aslında, ama nedense ayaklarım kendiliğinden buraya getirdi beni. Akılsızca ve saygısızca boş bulunan her yere serpiştirilmiş beton yığınları yüzünden iyice çirkinleşmiş kentte, yazın son bunaltıcı sıcakları hüküm sürüyordu. Belki biraz bu yüzden, yani susadığımdan, eskimiş sandalyeleri ve gösterişsiz masaları olan bu bara atıverdim kendimi. İçeride mutsuz garsondan başka kimse yoktu, sevindim. Hemen bira söyledim.

Tuhaf, henüz gençken, yani dünyada daha yapılacak onlarca şey olduğunu düşündüğüm yaşlarda, yalnız başıma bira içmekten nefret ederdim. Masadaki kalabalık arkadaş topluluğunun neşesinden ve yan masalardaki güzel kadınlara attığım çapkın bakışlardan çok hoşlanırdım. Artık hiç hoşlanmıyorum. Biram geldi.

Geçtiğimiz ay, yirmi yıllık karımla, tek celsede ve anlaşmalı olarak boşandık. Son birkaç yılımızda tek konuda dahi anlaşamayan biz, boşanma üzerine dünyanın en uyumlu çifti oluverdik birden. Oysa bundan yirmi yıl önce, karımın elini tuttuğumda, yani artık eski karımın, pelerinini takmış süper kahramanlar gibi güçlü hissederdim kendimi. Çiçekleri, kuşları, mevsimleri, beraber gezilen kentleri, bulutları, yağmurları… Hepsini ayrı severdim. Zaman geçtikçe önce pelerinimi çıkardım, bir şeylere yenilmeye başladım. Sonra çiçekler külfet gelmeye başladı, kuşlar arabamı pisleten hayvanlar oldu. Mevsimler hastalık, beraber gezilecek kentler yorucu, bulutlar iç sıkıntısı, yağmurlar çamur oldu. Zaman geçti, hayat yordu, aşk bitti. Ama insan önce kendine yeniliyor. Sonrası yalnızlık.

“Bir bira daha alabilir miyim?”

İkinci Bira

Annemi aramadım ne zamandır. Boşandığım için bana kızıyor, üstelik bir torun bile veremedim ona. Anneler ve babalar çocuklarının iyiliğini mi ister gerçekten, yoksa kendilerinin istediğini mi? Aile. Nedir aile? Toplumun en küçük sosyal yapısı. Bir arada yaşayan, birbirlerini genelde mutsuz eden, en büyük sırlarını bile birbirinden gizleyen, en büyük tutkularını anlamsız bulan, temeli çürük bir yapı. Mutlu aileler de vardır elbette ama ben görmedim.

Annem herkesin cefakâr dediği kadınlardandı. Maddi zorluklara, hastalıklara hep göğüs germiş, sadık, evinin huzurundan ve çocuğunun beslenmesinden başka bir şey düşünmeyen mutsuz bir kadın. Üstelik otuzlu yaşlarıma kadar ben de ona hep saygı duydum ve hiç düşünmeden sevdim onu. Sonra anladım. Annem mutsuz değildi, aksine cefakâr olmaktan son derece mutluydu. Etrafındaki insanların onu öyle görmesi gururunu okşuyordu ve bunu sonsuza kadar sürdürebilirdi. Hayatta hiçbir arzusu olmayan, takdir edildiği tek konuda uzmanlaşan, durağan bir hayatı bazen kendi çabalarıyla zorlaştıran biri. Önce ona saygı duymayı bıraktım, sonra birden sevmeyi bıraktım onu. Şimdilerde ayda bir arar, hayatım hakkında son gelişmeleri haber verir, takdirlerini ve yermelerini sabırla dinler, bir sonraki aya kadar rahat hissedeceğimi düşünerek telefonu kapatırım.  Başka ne konuşabilirdik ki? Çocukluktan bu yana en yakın arkadaşım hep kitaplar olmuştu. Elli küsur yıllık annem, bana bir kere bile en sevdiğim kitabı, en beğendiğim yazarı, kitap okuduğumda ne hissettiğimi sormamıştı. Hoş, bütün yükü ona atamam. Ben de onun en sevdiği çiçeği bilmem mesela, artık bilmek de istemem.

Babam. Defalarca iş batırmış, birkaç kez kısa süre de olsa hapishane damı görmüş ama neşesini ve umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen bir garip adam. Anneme hiç âşık oldu mu bilmem mesela, gerçi sevdiğinden bile şüpheliyim.  Neşeli ve umutlu biri olmak insanı iyi eş ve baba yapmaz ki. Babam için en önemli şey daha çok para kazanmaktı. Üstelik bir gün çok parası olsa bile ne yapmak istediğini bilmiyorum. Dünya seyahatine mi çıkardı mesela, lüks harcamalar mı yapardı, parayı yoksullarla mı bölüşürdü? Ne yapardı? Oysa ben babama, henüz liseye giderken, ilk sevgilimden ayrıldığımda hissettiklerimi anlatmak isterdim. Gerçi onun bilmek istediği tek şey, kızla buluşmaya giderken cebimde paramın olup olmadığıydı. Artık babamı aramıyordum bile, annemle konuşurken araya girip on saniye sürecek bir selamlaşmadan ileri gitmiyordu sohbetimiz.

İşte aile, birbirine yabancı üç insan.

“Pardon, bakar mısınız?”

Üçüncü Bira

Onur olsaydı gülerdi halime şimdi. Onur, en yakın arkadaşım. Arkadaşımdı, olsaydı, yaşasaydı… Onur’la ikimiz de henüz on yedi yaşındayken, ortak tutkumuz olan kitaplar sayesinde tanıştık.  Uzun kitap sohbetleri, platonik aşk yaşadığımız kızlar için ağladığımız geceler, ucuz şarap ve tenha park akşamları, adını hiç bilmediğimiz uzak yerlere çekip gitme planlarımız, kavgalarımız, barışmalarımız, nikâh şahitlikleri, beraber gidilen kamplar, darbeler… Neler yaşamadık ki beraber. Sonra ansızın bir haber geldi bana bir gece. Onur intihar etmiş. İnanmadım.

Oysa Onur hayatta tanıdığım en hayalperest insandı. Hayalleri hiç bitmeyen biri nasıl intihar eder ki? Âşık olduğu kadın için, bir sıcak yaz günü kilometrelerce yürüyen biri hayattan nasıl vazgeçebilir? İnanmadım.  Bununla hemen yüzleşemedim üstelik. İnsan, en yakınını, yakından bile yakınını kaybedince ne yapardı? Bir sigara yakmıştım o gece, sigarayı bırakmamdan üç sene sonra içtiğim ilk sigara. Başka ne yapılır bilemedim.

“Ben kötücül düşünceleri olan biriyim oğlum,” demişti bana bir akşam, sanırım otuzlu yaşlarımızın başındayken.

“Kimseyi sevemiyorum, en yakınlarımı kıskanıyorum, uzaklaşmak istiyorum ya da birileri ölsün istiyorum bazen. Bir şeyler yaşanmalı ama ben yaşamamalıyım bunu, anlıyor musun?”
“Hayır Onur, anlamıyorum.”

“Ama seni seviyorum. Galiba bir tek seni seviyorum. Nereden anladım bunu biliyor musun?”
 “Nereden anladın Dostoyevski?”

“Geçen sen büyük projeyi başarıyla teslim ettin de çok sevinmiştin ya, işte o gün ben de çok sevindim. Buradan anladım. Sen bir şeyleri başarınca ben daha çok seviniyorum. Ama başkalarına öyle olmuyor. İşte bu yüzden kötü biriyim ben.”

“Sen otuz yaş sendromu falan yaşıyorsun oğlum bence.”

“Burjuva burjuva konuşma lan, hadi Allah aşkına, sıkılmadın mı sen de tüm bu olup bitenden. Var mısın lan, yarın her şeyi satalım ama her şeyi, karıları da boşayalım, gidelim bir adada yaşayalım. Sen Sait olursun, ben Faik. İkimiz ancak oluruz zaten.”

Gitmedik tabii bir yere. Onur hep böyleydi, önce büyük hayaller kurar, sonra coşkuyla hayallerini planlar, mutlu mesut uykuya dalar, sabah olunca hepsinden vazgeçerdi. Üşenirim ben bunları yapmaya şimdi derdi. Ah Onur! Ölmeye nasıl üşenmedin?  Asıl kötü olan benim Onur. Nasıl fark etmedim artık yaşamak istemediğini. Nasıl izin verdim buna? Şimdi burada olsaydın, sen bana gülerdin, ben de seni çok sevdiğimi söylerdim canım kardeşim Onur. Bak, boşandım da üstelik. Yarın hemen giderdik adaya. Bir balıkçı teknesi alırdık. Alırdık değil mi Onur?

“Kardeşim bir bira daha getirebilir misin?”

Dördüncü Bira

Şimdiden sarhoş oldum, düşüncelerimin izini kaybetmeye başladım. Mutsuz garson dördüncü birayı getirmeden önce sanırım Allah’ı düşünüyordum.

Allah’ı bana, ben dokuz yaşındayken, babamın dördüncü işini batırınca, elindeki son tarlayı da yok pahasına satıp daha fazla dayanamayan dedemin kalp krizi geçirip ölmesi sonucu bir süre bizim yanımıza taşınan babaannem sevdirmişti. Babaannem hayatta iyi ya da kötü her şeyin Allah’tan geldiğine sonsuz bir bağlılıkla inanır, olan biten her şeye müthiş bir sabırla yaklaşırdı. Hiç isyan etmez, isyan edene kızar, Allah’ı gücendirmemek için büyük çaba sarf ederdi. Henüz çocuk aklımla onu gözlemler, bitmek bilmeyen tespih çekmelerini ve Kuran okumalarını izler, bu adanmışlığa hayran olurdum. Üstelik onun hareketlerini taklit ederek kıldığım namazlardan sonra aldığım harçlıklar ise yanıma kâr kalırdı. Bazen onun Allah ile olan ilişkisini kıskanır, ama bunu ona söylemeye cesaret edemezdim.

Bir gün babaannemi yatağında ölü bulduk. Onun bütün sabrına ve her şeyi kabul etmişliğine rağmen kalbi ondan habersiz yorulmuş, tıpkı dedem gibi o da daha fazla dayanamayıp bizi bırakmıştı. Allah’a ilk defa o zaman kızdım. Babaannem gibi birisinin ölmesine nasıl izin verirdi, aklım almıyordu. Babamın, annemin hatta ufak yaramazlıklar yapmama rağmen benim bile ölmemize izin verebilirdi, ama babaannem olmazdı. Kızgınlığım bir süre sonra küskünlüğe dönüştü.

Uzunca bir süre adını anmadım Allah’ın. Bir süre olmadığına karar verdim. Babaannemin hayatını isyansız geçirmesine kızdım. Bazen isyan iyidir, bizi hayata bağlar. Yıllar geçti gitti böyle. Sonra bir şey oldu. Büyülü ya da mucizevi bir an değil, hayır. Cennet, cehennem, melekler, şeytanlar, namazlar, günahlar, sevaplar da değil. Bir şeye inanmanın güzelliğini, babaannemin tüm dünyaya inat, huzurlu oluşunu tekrar keşfettim. Belki peygamberlerin gözde adamı hiçbir zaman olamazdım ama benim düşündüklerim zaten bunlar değildi. İnanıyordum işte, seviyordum Allah’ı. Kızgınlığım da geçmişti. Hem babaannemin inandığı Allah babaannemi mutsuz etmiyordur şimdi. Değil mi? Hay Allah, bu bira ne zaman bitti?

“Kardeşim!”

Beşinci Bira

Ben buydum işte. Parasız günler, paralı günler, ölümler, aşklar, evlilikler, nefretler, sevgiler, küsmeler, barışmalar… Bir yaşantıyı yaşadım o kadar. Oysa bu birkaç biranın düşündürdüklerine inat yarın sabah bambaşka biri olarak uyanabilirdim. Bir çiçek alıp anneme gidebilirdim mesela. Babamla tavla oynar, ona ilk aşkımı anlatabilirdim. Babaannem için Fatiha okurdum. Onur’un mezarına gidebilirdim ilk defa. Eski karıma bir ihtiyacı olup olmadığını sorardım. Sonra tüm bu olanlar için Allah’a şükrederdim. Ya da hiçbirini yapmaz, her şeyi olduğu gibi yaşardım.

Gülümsedim. Kalan birayı bir dikişte bitirdim. Mutsuz garsonu aradım etrafta, başım dönüyordu. Mutsuz garson sarhoş olduğumu ve onu aradığımı fark etmiş, hemen yanımda bitmişti. Hesabı istedim, hemen getirdi, ona da yüklü bir bahşiş bıraktım. Artık mutlu bir garson olmalıydı. En azından bunu yapabilirdim. Adam akıllı sarhoş olmuştum sanırım. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Ellerim ceplerimde, hafiften sallanarak evin yolunu tuttum.

Evde bir bira daha içecektim.

Editör: Onur Özkoparan

Mehmet Aycan
Latest posts by Mehmet Aycan (see all)
Visited 12 times, 1 visit(s) today
Close