Yazar: 18:30 Öykü

Zeliha

Zeliha henüz ne dünyanın yuvarlak olduğundan ne de yıldızların uzaklığından haberdardı. Dünya neresidir, diye sorsalar doğudan batıya uzanan iki dağ silsilesi içindeki derin vadinin bir koyağına sıkışmış köyünü bile dünya olarak tasavvur edemezdi. Yıldızlarsa güneşin doğduğu çam ve gürgen ormanıyla kuşatılmış, yamaçlarına yaslanmış kaya kütlesi nedeniyle adı Demirkapı olan tepeyi akşam karanlığında aşınca elle tutulacak kadar yakındı. Zeliha için en tanımlı kavram büyüklerinin her dua ve beddualarında dillerinden düşürmedikleri öbür dünya idi. Vadinin karşısında sulu boyayla boyanmış gibi duran dalgalı tepecikler arasında kuş kafesi kadar küçük evler ve zaman zaman evlerin etrafında görünen karınca büyüklüğündeki insanların yaşadığı yerlerden başka bir yer olamazdı öbür dünya. Çünkü Zeliha’nın küçük dünyasındaki evler, o evlere göre çok büyük, insanlarsa birer devdi. Bir de gerçek dünyası vardı onun. Adını bildiği, hudutlarını bilmediği, dik yamaçların arasından akıp giden küçük akarsuların parsellediği köyün ortasına sıkışmış, üzerinde belli aralıklarla düzensiz demir atmış viran gemiler gibi sıralanan, bir elin parmak sayısı kadar evleri kucaklamış küçük düzlük. Düzlüğün ve evlerin bitip, vadinin dibinde her mevsim çağıldayarak akan dere yatağına kadar kesintisiz inen yamacın başladığı yerde iki derslikten oluşan okul vardı. Evde konuşulanlardan duymuştu. Okul arazisi zamanında kendilerininmiş. 1965’te köye okul yapılma kararı alınınca ailenin çocukları okul için uzağa gitmesin diye babası tarafından bağışlanmış. Bunun gün gelir köye karayolu girerse okula da yol yapılır ve yol mahalleye kadar gelmiş olur kurnazlığı olduğunu ilerleyen yaşında öğrenecekti ama yine de okuma yazmayı ancak öğrenebilmiş babasının bu öngörü ve fedakârlığı saygı duyardı.

Zeliha’nın kendine göre büyük dünyasını oluşturan düzlüğün bir de merkezi vardı. Hayata dair her şeyi gözlemlediği ve son derece tenha sayılacak köy yaşamında sosyal hayat hareketliliğinin döndüğü, en çok da düş ve hayallerinin evi olan yerdi o merkez. Burası, usta bir ressamın hayal gücünün ürünü yağlı boya bir tablo gibi âdeta seçilip yerleştirilmişti köy düzlüğünün ortasına. Bu tabloya bakan, çam ağacından yapılmış bir olukla sürekli akan ve köylünün ihtiyacı için büyük güğümlerle su alınan pınarı, pınarı gölgesinde bırakan ve bir horozun rengârenk, alımlı kuyruk tüylerini andıran canlılıkta dalları huşuyla secdeye varmış gibi her bakana iç huzuru veren bir salkım söğüt ile yüz metre ilerideki okula borularla taşınan suyun biriktiği küçük beton bir depoyu görürdü. Pınar, salkım söğüt ve depo üçlemesinin oluşturduğu dar alan henüz okul çağına gelmemiş Zeliha için bin bir türlü gerçeği- efsaneyi ucundan kulağından duyacağı bir okul rolü oynuyordu.

Kara kışın aman vermez karlı, soğuk günleri, bahar ve güz aylarının günlerce süren bıktırıcı yağmurları dışında Zeliha’nın nerdeyse tüm zamanı burada geçerdi. Sadece Zeliha’nın değil pınardan su almaya gelen genç kızların, yeni gelinlerin, çoluk çocuğa karışmış köy kadınlarının sabah ve akşam rastlaştıklarında iki çift laf ettikleri, o konuşmaların arasında akla hayale gelmez kinayelerin, sır olmayan sırların dudaktan dudağa, kulaktan kulağa yayıldığı yerdi.                 

Duydun mu, Hatçe’nin kocası, Almanya’da dost tutmuş kendine. Kanayaklı (zavallı, acınası) Hatçe de üç çocukla uğraşsın dursun burada.                                                        

Belliydi kız bu. Herif iki senedir ne izne geldi ne de haber gönderdi. Zavallı kadını da kandırmış, gelirsem bir daha dönemem, diye.                                                                    

Ayşe, haberin var mı? Köselerin Mehmet’in kızı Elif’le Memiş’in Arif’i, ırmağın başında konuşurken görmüşler.                                                                                                      

Ar hayâ kalmamış ki şimdiki gençlerde, ırmağın başında da görüşürler, değirmenin altında da.

Eski muhtarın kan davalısı cezaevinden çıkacakmış. Kitaba el basıp yemin etmiş diyorlar, çıktığım gün muhtarı vuracağım, diye. Muhtar evi, malı mülkü bırakmış. İstanbul’a göç edecekmiş.

Muhtar da adamın kaynatasını öldürüp yıkmasaydı delikanlının üzerine. Çeksin cezasını köpek.

Pınarbaşı sohbetlerinin, dedikodularının yanı sıra su deposunun üzerinde başka bir dünya da akardı. Ne kadar küçük olsa da köyde bulunan en düz ve pürüzsüz alan olan deponun üzeri okuldan çıkan kızların seksek oyun alanı olurdu. Bazen erkek çocuklar buldukları uzun ahşap merdiveni çeşmenin üzerine uzatır, cıncırağın (tahterevalli) keyfini çıkarırlardı. Su deposu kimi zaman da inatlaşmaların, çocuk kavgalarının ve iddialarının mekânıydı.

Bir keresinde Zeliha’nın on iki yaşındaki abisi ile komşuları Balkız iddialaşmıştı da sonunda kavga etmişlerdi. Balkız, evin küçük kızıydı. Babası çok sevdiği için “Bal kızım,” derdi. Adı da öyle kalmıştı. Bir akşamüzeri, iki gün önce çerçiden aldıkları sürahiyle su almaya gelen Balkız, “İki sürahi dolusu suyu içen olursa beş lira vereceğim,” dedi. Zeliha’nın abisi “Ben içerim,” deyince dolduruldu sürahi. İlkini hemen içti. İkinci sürahiyi dinlene dinlene zar zor bitirdiğinde karnı neredeyse deponun yarısıyla dolmuş çıkmayan sesiyle, “Ver paramı,” dedi. Neredeyse üç litrelik suyun içilebileceğini düşünemeyen Balkız kızara bozara, “Param yok ama Mushaf çarpsın büyük agam (baba) Mardin’den, gurbetten dönsün vereceğim,” deyince Ali, midesinde zor tuttuğu suyun neredeyse hepsini, “Yalancı seni!” diyerek üzerine püskürttü. Sudan çok Ali’nin öğlen yediği lahana çorbası kusmuğuyla üstü başı kirlenen Balkız hiddetle yerden bir taş aldı, “Büyük agamın geçen yaz aldığı entarimi batırdın,” diyerek taşı alnının ortasına vurup evinin yolunu tuttu. Ali beş lira için çektiği eziyete mi yoksa alnından sızmaya başlayan kana mı yansın, ne yapacağını bilemeden Balkız’ın ardından yeni öğrendiği küfürleri savurdu. Zeliha ve Ali’nin babası ile Balkız’ın babası iki yıldır Mardin’de çimento fabrikası inşaatında çalışıyorlardı ve yakında döneceklerdi. Geçen yaz geldiklerinde babası Mardin’in çok sıcak olduğunu ve yıkayıp giyindikleri elbiselerin hemen kuruduğunu anlatmıştı. Yağmur ve nem içinde yıkanan tek elbisesi kurumadığından kimi zaman gün boyu yarı çıplak gezmek zorunda kalan Zeliha buna çok şaşırmıştı. Zeliha’nın aklının almadığı başka bir şey daha vardı. Babası Mardinlilerin başka bir dilde konuştuklarını ve zor anlaştıklarını söylemişti. O da çocuk aklıyla “İyi de başka dille konuşuyorlarsa kendi aralarında nasıl anlaşıyorlar?” diye düşünmüştü. Çünkü ona göre tüm insanların anlaşabileceği tek dil kendi konuştukları dildi. Öyle olurdu ki bazen yakın köylerden geldiği söylenen misafirlerin ne dediğini anlamak bile zordu. Zeliha’nın küçük de olsa gerçek dünyası olan pınarın bir de asıl kahramanı vardı. Bu kahramanı hep uzaktan seyrederdi. Bir kere bile konuşmamış, hatta konuştuğunu bile duymamıştı. Sabahları güneş doğduktan akşam da batmak üzereyken pınara öyle bir gelişi vardı ki en az pınarın yakınındaki salkım söğüt kadar alımlı, akan su kadar duru ve sessizdi. Fidan Teyze. Ya da köylülerin alımı ve sadeliğinden dolayı taktıkları isimle Gülfidan Teyze.

Gülfidan Teyze çatısı bir insan boyunu ancak geçen küçücük evinde üç çocuğuyla birlikte yaşardı. Herkesin bir eşi ve babası varken onun bir eşi, çocuklarının babası yoktu. Kendi babası yılda bir kez de olsa gelirdi. Onların babası neden gelmezdi? Pınar başında, çoğu zaman evlerde hemen herkes hakkında ileri geri konuşulurken neden kimse onun hakkında bir söz etmez, onu gördükleri yerde herkes saygıyla yol verirdi. Çok anlamasa da erkeklerin yalnız yaşayan kadınlar için kötü konuştuğunu biliyordu. Zeliha nedenini merak etse de bunu onun yıldızlar kadar yakın ama ulaşılmaz güzelliğine, uzaktan seyrine doyulmaz ve çağıltısı zar zor işitilen köyün deresinin akışına benzer yürüyüşüne, en çok da salkım söğüdün gökte başlayıp yerde biten endamı gibi duruşuna veriyordu. Yine de ikna edemiyordu kendini. Herkesin, hatta yerine göre erkeklerin süklüm püklüm gezdiği bir yerde Gülfidan Teyze gibi yalnız bir kadın nasıl böyle bir anıt gibi durabiliyordu?

Aradan yıllar geçti. Zeliha en az Gülfidan Teyze’si gibi alımlı genç bir kadın oldu ama hâlâ onun kadar güçlü görmüyordu kendini. Her yanından ‘erkeklik’ akan bu toplum karşısında güçsüz hissediyordu. Dünyanın yuvarlak olduğunu öğrenmişti. Sadece yuvarlak olduğunu değil, katıldığı basın açıklamalarında yediği polis coplarından, göz altılarda uğradığı şiddetten, ansızın yolunu kesen, laf atan erkeklerden, dünyanın kaç bucak olduğunu da öğrenmişti artık. Hatta dünyada bir değil, iki değil yüzlerce dil olduğunu, ancak en güzel dilin sevgi dili olduğunu da öğrenmişti. En çok da cumartesi günleri artık sahibi olduğu hukuk bürosunun çaprazında Galatasaray Meydanı’nda oturup yıllar önce alınıp götürülen veya bir anda ortadan kaybolan ve faili meçhul denilen kayıp çocuklarını arayan her biri Gülfidan Teyze gibi bir anıt olan teyzelerin yanında öğrenmişti bunu. Evet yıldızlar çok yakın değildi belki ama bazılarına ulaşmak mümkündü. Dünya çocukluğunun pınar, salkım söğüt, depo alanı kadar dar değildi. Yıldızlara ulaşmak, dünyayı anlamak tıpkı köydeki o küçük alanda dönen gerçekleri anlamak kadar kolaydı. Sadece biraz merak ama daha çok da cesaret ve direnmek gerekiyordu. En çok da Cumartesi Anneleri ile Gülfidan Teyze’nin niye bu kadar birbirine benzediğini, dirençlerinin ve her birinin ayrı bir anıt oluşunun nedenini merak ediyor, bazı cumartesi günlerini onların yanında geçiriyordu. O hafta sonu Galatasaray’a değil, üç yüz elli kilometre uzağa, en az gözaltında veya faili meçhullerde öldürülen, kaybedilen çocuklarına yüreği yanan anneler kadar, göçüklerde, grizularda ölen çocuklarına yanan, ağlayan annelerin diyarına, annesinin diyarına gitti. Hoş ne fark eder? Ha gözaltı, ha göçük… Ha grizu, ha faili meçhul… Zeliha’nın asıl öğrenmek istediği anaların, Gülfidan Teyze’nin gücü, güzelliği, yüzlerine vuran anıtsal gururları nerden geliyordu? Annesini alıp denize bakan sakin bir kafeye götürdü. Hiç sözü dolandırmadan, “Anne, Gülfidan Teyze’yi bana anlat,” dedi.

“Kızım, beş yıl oldu rahmetli olalı. Neyini anlatayım günahsız kadının. Anlatıp da günaha mı gireyim?”                                                                                                                       

“Hayır anne. Bırak günahı, ayıbı. Ne biliyorsan anlat ne olur.”

 Derin bir nefes aldı annesi. “İyi dinle o zaman kızım,” diyerek usul usul konuşmaya başladı. Gülfidan benden birkaç yaş büyük. Bizim aklımız ermeğe başladığında o köyün en güzel, en endamlı kızıydı. Kendisi de yetim öksüz büyümüştü. On sekizine girmeden babanın uzak akrabalarından Yusuf’la evlendirilmişti. İkisi de çok sevmişti birbirini zamanla. Ama bu dünya kavanoz dipli kızım. Üç yılda üç çocuk doğurdu Gülfidan. Yine de endamından bir şey kaybetmedi. Ama o yıl Kore Savaşı çıktı. Yusuf asker oldu, Kore’ye gönderildi. Askerlik, Kore derken üç yıl ayrı kaldılar. Dönüşünde de kömür ocaklarında çalışmak zorunda kaldı Yusuf. Ne elde vardı ne başta. Savaştı, askerlikti, madendi derken köye hasta döndü. Çok yaşamadı. Bir yıl dolmadan Gülfidan’ını üç çocukla yalnız, çaresiz bırakıp çekip gitti bu dünyadan. Gülfidan dul kaldı yani kızım. Göz koyan mı dersin, kapısına dayanan mı… Sessiz sedasız hepsini savuşturdu. Köyün zengin ailelerinden Kerimoğulları vardı. Gülfidan baskıyla, korkuyla biraz da çaresizlikle onun ikinci karısı oldu. Ama çocuklarını almasına izin vermedi yeni kocası. En büyüğü on beş, en küçüğü beş yaşında üç çocuk yapayalnız kaldı. Gülfidan çok dayanamadı bu duruma. Zaten zorla götürülmüştü. İlk fırsatını bulunca kaçıp döndü çocuklarının yanına. Bütün köy ayağa kalktı. Yeni kocasının ailesi, köyün tüm meraklıları gelip Gülfidan’ın kapısına yığıldı. O zamanlar babanların ailesi köyde çok etkiliydi. Ama iki amcan hapishanedeydi. Bir de Kerimoğulları ile aralarında değirmen yüzünden sürtüşme var. Çok karışmak istemediler meseleye. Gülfidan kaçıp evine gelince deden çıkıp gitti o kalabalığın içine. “Bakın bu kadını bu evden gönüllü alıp götürürseniz götürün. Ama aksi olursa, gelmek istemiyorsa saçına dokunursanız hiçbiriniz buradan çıkamazsınız,” dedi. İki oğlu cezaevinde olduğu için fazla ileri gidemeyeceğini hesap eden, Gülfidan’ı ikinci eş yapmak isteyen Yakup, “Bizi buradan hangi güç çıkaracak,” diye gülünce deden okulun karşısındaki tepeyi göstererek “Bak amcaoğlum Mustafa orada mavzerle bekliyor, sadece işaret vermem yeterli,” dedi. Yakup bir kahkaha attı. “İyi de siz daha bir ay önce Mustafa ile sınır kavgası ettiniz, Mustafa seni niye korusun,” diyerek diklendi. Deden de “O bizim kendi kavgamız. Kavga sizinleyse biz o kavgayı unuturuz,” dedi ve devam etti. “Şimdi Gülfidan’ı çağıracağım, gelmek isterse götürebilirsiniz. Yoksa çekip gidersiniz.” Kadınlardan biri Gülfidan’ı evden dışarı çıkardı. Gülfidan asla gitmeyeceğini söyledi. Çaresiz diğerleri toplanmaya başlamıştı ki onlardan bir kadın Gülfidan’a dönerek ve hakaret ederek “Madem öyle üzerindeki elbiseler bizimdir, ver onları,” dedi. İşte Gülfidan o gün orada köyde hiçbir kadının cesaret edemeyeceği bir şey yaptı ve çocuklarının yanına döndü. Ondan sonra da Gülfidan’a köyde ne yan bakan olabildi ne bir söz eden. O da sessiz ama artık boyun eğmeyecek bir abide olarak tüm köye varlığını kabul ettirdi.

“Ne yaptı ki Gülfidan Teyze?” diye inatla sordu.

Kızım o kadın o lafı edince Gülfidan onlarca erkeğin de olduğu topluluğun ortasına geldi. Üzerinde ne varsa orada soyundu. Çırılçıplak kaldı. Elbiseleri alıp onların suratına fırlattı ve “Alın elbiselerinizi,” dedikten sonra büyük bir gururla çırılçıplak evine döndü. Ondan sonra Gülfidan bütün köyden ölene kadar büyük bir saygı gördü.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Başak Canda
Latest posts by Başak Canda (see all)
Visited 105 times, 1 visit(s) today
Close