Yazar: 20:20 Öykü

Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Masallarla büyümedim ben. Ninniler söylenmedi kulağıma. Ağaçlar yoktu, gerçekler ulu ortaydı. Saklanamayacak, görmezden gelinemeyecek ya da yok sayılamayacak gerçekler. Peki ya çiçekler? Hani, kızlar çiçektir söylemi? Çiçeklerin de yetişmediği bu yerde, olmayan şeye benzeyen ya da benzetilen kızlar da yoktu.

Koyu gri mi kahverengi mi olduğu belli olmayan, bana sorarsanız bok rengi toprak damlı bir evimiz vardı. İki anneli, on iki kardeşli. Tek babalı diyeceğim ama baba tanımım belki sizin lügatinizdekine uymaz diye dilim varmadı. Evimizin adamı, diyeyim ben ona. Bu, evimizin adamı, bir gün, komşu köydeki başka bir evin adamını cehennemin dibine yollayınca hapse atıldı. Çocuk aklımla, her iki evin annesi ve bizler için belki de masal şimdi başlıyordur, diye düşünmüştüm. Geceleri, dip dibe sıralanmış yer yataklarımızda, kardeşlerimin osuruklarının, önce ikaz mahiyetindeki sesi sonra önlemini almazsan burnuna sızan kokusu ve bunlara eşlik eden annemin yorgunluk horlamaları arasında uyuyamayan sadece bendim.  Her yağmurda damımız aktığı için tavandaki kirli sarı lekeler sürekli değişirdi. Bu lekelerle birlikte hayat bulan melekler ve periler de her seferinde başka yüzlere ve kıyafetlere bürünürlerdi. Kafasında tacı olan bir prenses bir gece aniden elinde yıldızlı sopa tutan bir periye dönüşürdü. Sağlık ocağımızın tek hemşiresinin kızı Seval Abla’nın bize okuduğu masal kitaplarındaki karakterler evimizde cirit atar, bok rengi pembeye, annem kraliçeye dönüşürdü. Bense prensese tabii. Gecenin sihri, elindeki tespihi sallayarak, boncuklarını şakırdata şakırdata gelen devle yok olurdu.  Melekler ve periler, devin arkasına bastığı ayakkabılarının altında ezilmesinler diye gözlerimi kapatırdım hemen. Ben gözlerimi kapatınca ortadan kaybolurlardı. Artık geceleri dev gelemeyeceğine göre, onlar da rahat rahat çıkabilirlerdi saklandıkları yerden.

Çıktılar da. Bir sabah, Seval Abla, yanında dört kadınla birlikte kapımızı çaldı. Bu dört kadın, bir vakıf aracılığı ile geldiklerini, kız çocukları okusun diye bir okul açtıklarını, okulun, köyden gitmesi zor diye yatılı olduğunu, her türlü imkânı sağlayacaklarını anlatmışlar bizim hemşireye. O da Seval Abla’yı tercümanlık yapsın diye yanlarına katıp bize göndermiş. “Bilmem ki,” dedi annem, “Bizim herif istemez öyle kızlar okusun.” “Onunla konuşalım o zaman,” dediler. “Konuşamazsınız, içeri attılar onu. Çıkmaz epey.”

Bir süre durdu, düşündü annem.  Sonra, “Tamam okusun kızım, kalmasın buralarda. Zaten deli deli konuşuyor geceleri tavanla. Daha fazla delirmeden kurtulsun buradan,” dedi. Bana baktı, “Ne dersin Sarya? Okumak ister misin?” diye sordu. Her şeyden çok, dedim. Kulağıma tespih tanelerinin sesi geldi bir an, duraksadım, “Ya babam…” dedim. “Onu o zaman düşünürüz, epeyce çıkamaz o delikten zıbarasıca,” dedi güzel anam.

On sene süren bir masal benimki. Kendime güvenmeyi ve var olmayı öğrendiğim bir masal. Ha bir de meleklerin kanatsız da olabildiklerini.

Şimdi bu taburede, başıma kırmızı bir tül örtülmüş halde otururken avucumun içinde okula başladığım ilk gün okulun kurucusu Türkan Öğretmen’in saçıma taktığı pembe kurdeleli toka var. Bugün yapacaklarım için ondan güç alıyorum. Atları yangından çıkarırken de böyle başlarını örterlermiş ki, alevleri görmesin, ürkmesin diye. Ben görüyorum. Her yer kıpkırmızı, yanıyor, yanıyorum. Kıpkırmızı kadınlar konuşuyor kulağımın dibinde, “Bak bak, avucunu açmıyor, altın istiyor açmak için,” diyor biri. Alev alev her yer. Bir anda fırlıyorum tabureden, “Çişim geldi, tuvalete gitmem lazım,” diyorum. Tutamıyorlar beni. Ellerindeki mumlarla odaya giren kıpkırmızı kızlara çarparak dışarı atıyorum kendimi. Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…. Kurmasınlar… Devi affettiler… Tespih taneleri şakırdıyor… Arkasına bastığı ayakkabılarıyla eziyor dev… Eziyor da eziyor… Tülüm düşüyor… Yerler kan içinde şimdi… Tokam avucumun içinden düşüp kana karışıyor.  

Visited 66 times, 1 visit(s) today
Close