SRC yayınlarından yepyeni bir kitap daha okurla buluştu. Avukat Çiğdem Koç’un son eseri Gece Demekmiş Leyla.
Kitabı son sayfasına kadar bir solukta okuduğumu söylemek isterim. Çok katmanlı ve okurda izler bırakacağını düşündüğüm kitabı “yasla geçen bir ömür” diye özetliyorum. Sevgili Çiğdem Koç bu yorumuma katılır mı gelin birlikte dinleyelim.
Öncelikle kitabınızın okuru bol olması dileğimle başlamak isterim. Gece Demekmiş Leyla için yasla geçen bir ömür diyorum ama müthiş bir direnç ve inançla şekillenen bir yas olduğunu da söylemeliyim. Buna katılır mısınız?
Ben de öncelikle teşekkür ederim güzel sözleriniz ve dilekleriniz için. Yas ilginç bir kavram aslında, çoğu insan bazen nedenini bile bilmeden yas tutar gibi yaşıyor hayatının bir bölümünü, belki de tamamını. Yas genelde ölümle bir anılır; ölümler için yas tutmak, neden sürekli yas halinde olduğunu bilmemekten daha sanki. Bazen, neyi kaybettiğimizi, neyi özlediğimizi bilmiyoruz; eksik olanı anlamlandıramıyor ve tamamlanamıyoruz. Galiba en çok kendisi için yas tutuyor insan, eksik yanı için. İlk kitabım İkimizden Daha Büyük Bir Şey, “içinde saplı bir bıçakla yaşayan kadın” anlatısıydı, işte o bıçağı yerinde döndürüp yarayı ve acıyı derinleştiren çok şey oluyor, bazılarının adını biliyoruz ama bazen isim koymaya çalışsak da emin olamıyoruz. Aşk, ayrılık, ihanet, ölüm, hastalık, hayal kırıklıkları, yakalanamayan düşler, yoksunluklar, her biri o bıçağın yerini bulduğu anda insan ölüme daha fazla yaklaşıyor, sadece bildiğimiz anlamda ölüm değil sorun; nefes alırken ölebiliyor insan ve kendi yası başlıyor aslında fark etmeden. Hayatı böyle yaşayan bir kadın romanın kahramanı ve o yas tuttuğunu kavrıyor bir yerde ama sebebini bilmiyor, en azından bu romanda dillendirmiyor. Sadece yas tutmayı kendini var etmeye dair bir yola sokuyor, kendini bozup baştan yaratma sürecinin sancılarıyla birkaç kez ölüyor muhtemelen. Direnç ve inanç dediğiniz tam da bu; varolmaya dair bir inanç ve kendini baştan var etmeye dair bir direnç. Evet, “yasla geçen bir ömür” ama aynı zamanda aşkla geçen bir ömür. Belki bununla ilgili konuşmak lazım, aşkın yas veya yasın aşk haliyle ilgili.
“Mutluluk sandığım ne varsa gölgem kadardı aslında.”[1] diyen kahramanınız kimdir? Yaratanı, yazanı olarak o kahramanı nasıl tarif edersiniz?
Bu çok zor bir soru, çünkü benden de sakladığı şeyler var, kim bilir belki tamamen kendini açacak kadar güvenir bir gün. Karakterleri yaratırken onları tam olarak tanımak bir insanı tanımaya benziyor, emin olun. En azından benim için böyle. Öncelikle şunu söyleyebilirim; çok yalnız bir kadın, hep öyle olmuş. Bu insansız yalnızlıktan öte bir şey, onun içinde varlığını bildiği ve “karanlık” dediği şeyin parçası bence. Ve âşık bir kadın; aşkın en saf, en yalın haline sımsıkı tutunmuş ve bunu âşık olduğu adam olmadan ve hayatındaki her şeye rağmen yapabileceğine inanacak kadar kibirli ama bunu becerebilecek kadar da güçlü. Radarı hep açık, itiraf ediyor zaten bunu da, başka hayatları didiklemeyi seviyor, onlara bulaşmadan çok fazla. Hayatına aldığı insanlara, sevdiklerine çok bağlı olsa da en çok yalnızlığına bağlı. İçindeki karanlıktan zaman zaman korkuyor ama bence o karanlık onu sağlam tutuyor, karanlığa direnmek de onun kibrinin parçası. “İyi insan” denemez ona pek, “mutsuz” da denemez sanki. Mutluluğu ve iyiliği çok önemsemiyor çünkü ve bence bu onu özel yapıyor. Diyorum ya, tanımaya devam ediyorum, belki beni bile şaşırtacak sürprizleri vardır.
Eserinizde küçük bir kız çocuğunun hayat hikâyesinde, yetimlik, ait olamama, aşk, Kürt sorunu, Cumartesi Anneleri, eşcinsellik gibi birçok konuyu derine inmeden ama en hassas yerlerinden okura sunuyorsunuz. Böylece okur bir tek olayın peşinde değil birkaç olayın varlığıyla eserinizi yorumluyor. Bu durum yazar açısından birçok gelişmeye hâkim olmasını da gerektiriyor kuşkusuz. Bu hazırlık sancılı mıydı? Ne kadar sürdü?
Aslında etrafımıza dikkatli baktığımızda tüm bu “öteki” hikâyelerin tam da yanı başımızda durduğunu görebiliriz. Bazılarımız çok daha içeriden yaşarken, duymaya hazır olanlar o sesleri mutlaka duyar ve bir kere duyunca da gerisini öğrenmek ister. Ben aynı zamanda uzun yıllardır avukat olmanın getirdiği bir kaygıyla belki, içinde yaşamadığım her hayatı, özellikle yaralı hayatları duymaya, hatta içinde durmaya çalıştım, çalışıyorum. O nedenle hazırlık süreci diyebileceğim şey benim hayatım bir bakıma. Bu coğrafya insana öğretiyor, öğrenmek isterseniz; kitapta da yazdım bu cümleyi. O kadar çok hayat ve o kadar çok acı birikti ki tarihimizde, duymayanı, görmeyeni anlayamam asıl olarak. Bu kız çocuğu da içine kapatıldığı fanusta önce kimsesizliği, yalnızlığı ezberledi, sonra acının acıyı duyması, takip etmesi, kokusundan tanıması gibi başka acılarla sınadı kendisini. Hayatına giren insanların da etkisi var elbette, başka başka mahallelerden insanlarla kesişti yolu ama onların peşinden gitmek, yani anlamaya çalışmak kendi çabasıydı, kendini öyle var etme çabası. Kendi yaralarını başkalarının yaralarıyla kapatmaya çalışmak yerine, yüzleşmeyi seçti, dinlemeyi öğrendi, kendi acılarını daha büyük acılar karşısında küçümsememeyi başardı, ki bu çok kıymetlidir. Sancılı mıydı onun hikâyesini yazmak? Yaşamak başlı başına bir sancı zaten, o sancıyı neye evrilteceğimizi biz seçiyoruz. Ben yazmayı seçiyorum genelde.
Yine aynı başlıklar dahilinde, (bu başlıkların hâlâ güncel ve devinim içinde olmasından dolayı) yazdıklarınızla yazmak istedikleriniz birbirini tamamladı mı? Bunu yazmayayım dediğiniz olay ve kişiler var mıydı?
Yazma süreci bana hep kendini dayatır, güçlü duramıyorum karşısında. O nedenle bir kere başlayınca “bunu yazayım ya da yazmayayım” deme şansım olmuyor. O karakterler canlanıyor, onlarla yaşıyorum; kanlı, canlı yanıbaşımda duruyorlar, evimi işgal ediyorlar ve ben yazmayı bitirmedikçe huzur vermiyorlar. Bir ara, karakterlerden birinin beni her sabaha karşı dürtüp uyandırması ve aklıma soktuğu şeyleri yazmaya zorlaması çok ürkütmeye başlamıştı, bende bir sorun var diye düşünüyordum. Hayatımda çok önemli birisi bunun gayet normal olduğunu söyleyince kabullendim ki yazmak, en azından bazıları için, kendi gerçekliğini de yaratan bir iş. O nedenle yazıya teslim olmak gerekiyor galiba zaman zaman, direnmemek. Hep söylüyorum; edebiyatın kendi gerçeği var ve o gerçeği kabullenmediğinizde o dünyada var olamıyorsunuz. Bana gerçek denen şeylerdense edebiyatın gerçeğini tercih ediyorum. “Yazmak istediklerim yazdıklarım mı?” sorusunun yanıtı burada olsa gerek.
Müthiş karakterinizin bir adı yok, kitabınızın adı buna mı işaret ediyor?
Karakterimin insan adlarıyla tuhaf bir ilişkisi var. Bu kadar söyleyeyim, gerisini okur istediği gibi kursun.
Eserinizde aile ilişkilerine derinden vurgu yapıyorsunuz ve anne baba kadar dede ve babaanne de unutulmaz karakterler oluyor. Kahramanınızın annesi ile bir ilişkisi yokken onu hiç tanımamışken onun varlığı boynuna asılıyor tüm yargıların hedefi oluyor. Ve babaanneyle vedalaşması okurun aklından kazınıyor. “Asla sahip olamayacağın şeyi anneme verdim ben; onu affettim. Onun kadar değerin yok senin. … İntikam duygusunu bile hak etmiyorsun.” Diyen bu kız çocuğunu yazarken neler hissettiniz?
Benim annemle ve tüm ailemle; babam ve kardeşlerimle yani, her zaman çok sıkı bağlarla kurulu, sevgi dolu bir ilişkim oldu. Bu anlamda çok şanslıyım. Belki de yine bu nedenle, yani varlığını çok iyi bildiğim bir şeyin yokluğunu kurarken daha can yakıcıydı bu çocuğun yoksunluğu. Çok derinden hissettim annesizliğini özellikle. Babam annesini bebekken kaybetmiş, onun annesizlikle ilgili hep taşıdığı gölgeyi izledim mesela, bildiğim bir acı oldu ömrümce bu. Kitabın bir bölümünü yazarken bacağını kırmış annemin yanında refakatçiydim, onu izleyerek yazıyordum bir yandan, onsuz kalmanın endişesini de hissediyordum. Bir de işin şu yanı var tabii; mutlu aile her zaman avantaj değildir, bazı kimlikler mutsuzlukla şekillenir. Sevgi genelde bir otokontrol geliştiriyor insanda, sevdiklerinize duyduğunuz bağla hayatla kurduğunuz bağ her zaman olumlu orantıda olmuyor. Özellikle özgürlük duygusunu sevgiyle barışık hale getirmek pek kolay ve mümkün değil ama bir yol bulmaya çalışıyor insan. Karakterim annesini hiç tanımamış, terk edilmişlik duygusu ona yerleşmiş ve sakatlamış onu bir yerinden. Babaannesi ile orada, bu sözleri söylerken vedalaştığını sansa da aslında tam öyle değil. Okur onu dilediği yerde, belki kendisiyle ortaklaştırdığı yerde bulacaktır mutlaka. Yazarken bu yoksunluk duygusu canımı çok yaktı, bu doğru, ama aynı zamanda özgürlüğünün başka yolu olmadığını da içimden biliyordum.
İnsan ilişkilerinde affetmek, yaşamı kabullenmek, zorluklara baş eğerken içinde derinde bir yerlerde dik durabilmek, aşkı tüm imkansızlığa rağmen sevmek, tanrının adaletsizliği, şeytanın bile haklı olduğu birçok nesne ve maneviyatı derinden bizi etkileyen cümlelerinizle anlattığınız bu kitabı kimlerin daha çok okumasını istersiniz?
Çok kolay bir soru; herkesin okumasını isterim çünkü. Ama çok zor bir soru; yazar olarak kendimi sorgulatıyor şu anda bana. Bunu biraz düşüneyim izin verirseniz.
Eseriniz, ben diliyle yazılmış “bir günce” gibi tarif edilse de üslubunuz öyle kuvvetli ki okur olarak hiçbir satırda “bu bir ömrün anlatısı,” demeden kurgunun içinde oluyoruz. Aslında en zor anlatı dilidir ama siz bunu büyük bir yetkinlikle yapıyorsunuz. Bu akıcı anlatımı neye bağlıyorsunuz, çok okumak mı çok yazmak mı?
Teşekkür ederim, böyle hissetmenize sevindim. Bilerek yapılabilecek bir şey mi, emin değilim o nedenle övgüyü üzerime almaya hak kazanmış olamam şu anda. Yazmakla ilişkim sanırım böyle hissetmenize sebep oldu. Ne yazarsam yazayım; bir deneme, makale, dava dilekçesi ya da roman; sahici olmaya çalışıyorum. Çok sevdiğiniz ve asla vazgeçemeyeceğiniz, ömrünüzce birlikte yaşadığınız ve birlikte öleceğinizden emin olduğunuz biriyle kurduğunuz ilişkiye benziyor bu; yalan yok, yargılama yok, tüm dünyaya karşı sen ve ben varız. Yazı ile inişli çıkışlı ve magazin deyimiyle fırtınalı ama sağlam ilişkimiz böyle. Aşkı da böyle bilirim mesela; koşulsuz ve mutlak sadakatle yaşanabilir ancak. Yazmak da aşk gibi yani. Bu işin bir kısmı, elbette çok ve kaliteli okumak olağanüstü kıymetli. Kendimi bildim bileli okuyorum, okumadan uykuya daldığım gün sayısı sınırlıdır. Aynı zamanda da yazıyorum, başkalarına okutmayacaksam bile mutlaka her gün yazarım. Klişe olacak ama; okumadan yazmanın mümkün olduğuna da inanmıyorum. Hâlâ bir yazar olmaya çalışıyorum ama tevazu göstermeyeceğim tek şey iyi bir okur olduğumdur.
Çok üretken, haklının yanında ne pahasına olursa olsun duran ve sesini yükselten yani cevval bir avukatsınız. Son dönemde hukuk sistemimizin adaletle ilişkisi temelde zedelenmişken mesleğinizi yapmak zor ama önemli olduğunu düşünüyorum. Son sorum yine mesleğinizle ilgili olsun. Yazmak mı zor, savunmak mı?
Böyle övgüler karşısında utanıyorum çok. Çünkü aslında işimi yapıyorum sadece ve onu becerilerim, aklım ve koşullar çerçevesinde elimden geldiğince doğru yapmaya çalışıyorum. İnsanların sadece işini yaptıkları için alkışlanmaları o toplumda işini yapmayanların ya da doğru yapmayanların fazlalığındandır, o yüzden de üzülüyorum açıkçası. Olağan dışı bir şey yaptığımı düşünmüyorum kısaca. Ben hem hukukçu olarak hem yazar olmaya çalışan, aydın olmaya uğraşan biri olarak bir etiğe uygun davranmanın peşindeyim. Aslına bakarsanız insan ne yaparsa önce kendisi için yapar, ben de yaptığım her şeyi, bu yazmak ya da savunmak olsun, kendim için, kendi haysiyetim için yapıyorum. Utanılacak duruma düşmek kadar korkutucu bir şey yok, var olan ömrümü de ne kadarsa bu gaye ile geçiriyorum ve bir hukukçu ve insan olarak haksızlık karşısında susmak ya da haksızlığa uğrayanlar arasında kimlik ayrımı yapmak kadar utanılacak çok az şey olduğunu sanıyorum. Yazmak da savunmak da her anlamda zor bu coğrafyada. Yargının durumu ortada, toplumun adalet duygusunun iki yüzlü hali de ortada. Okumakla ve kitaplarla ilişkisi zaten belli; her iki durumda da “yaptığım şey boşa mı” duygusuna düşmenin tehlikesi çok fazla ve çok yakın. Buna düşmemeye çalışıyorum. Evet, hukuk yok ama varmış gibi ve olması gerektiği neyse ona yaklaşmak adına mücadele edebilmek; evet, okumayabilir insanlar ama yazmak dışında bir var oluş yok madem yazabildiğimce yazmak… Zor mu? Zor, ama ne kolay ki? Ve üstelik, hak mücadelesi verirken de yazmanın ve okumanın sevincini yaşarken de azımsanamayacak kadar insan var etrafımda, onların varlığı bu zorluktan daha kuvvetli. Avukatlık yaparken beni sağlam tutan müvekkillerim, mücadele sebebi dostlarım var. Yazdıklarımla ilgili çok özel cümleler kuran sahici okurlarım var. Bizler az görünsek de bazen az daha çoktur. O nedenle karamsarım, evet ama asla yılgın değilim. Hak mücadelesine de yazmaya da yetecek nefesim oldukça zorluk dediğim her zaman yenilir. Ben kıyamet kopsa, sadece edebiyatın ve aşkın ayakta kalabileceğine inanırım; ikisi için de mücadele etmek yaşamanın kendisi, ben de kendimi böyle kurgulamaya çalıştım bu yaşa dek.
Diyarbakır Surları’nın dibinde açan “unutma beni” çiçeklerini hatırlattığınız bu güzel eser için, tüm cevaplarınız için teşekkür ederim.
O çiçeklere hep birlikte ve huzurla dokunacağımız günlere… Ben çok teşekkür ederim, kitabımı bu kadar güzel okuduğunuz ve bu güzel okumadan böylesi sorularla beni buluşturduğunuz için.
[1]Çiğdem Koç, Gece Demekmiş Leyla, SRC Yayınları, 2024, s. 67.
Editör: Melike Kara
- Çiğdem Koç Söyleşisi - 15 Eylül 2024
- Hatice Günday Şahman Söyleşisi - 13 Temmuz 2024
- Gülizar Irmak Söyleşisi - 6 Temmuz 2024