Yazar: 20:31 Öykü

Yükler

Ayşe, camın buğusunu hırkasının yeniyle silip erkenden çiçeklenmiş erik ağacına, dallarında yer yer biriken kara baktı. En cılız, en taze dal karın yükünden nasıl da eğilmişti. Başı önde, savruluyordu rüzgârda. “Üstündeki karı silkelesem rahata erer mi ki?” diye düşündü. Sigarasından son bir nefes aldı, dumanı üflerken kesik kesik öksürdü. İzmariti cam kül tablasında eze eze söndürdü. Tütün kokan soğuk elini yumruk yapıp dudaklarına götürdü, sıcak nefesini üfledi. Bir türlü bitmek bilmemişti şu zemheri soğukları.

Camın önündeki kanepeden kalkıp odanın ortasında yanmakta olan sobaya bir odun daha attı. Çaydanlık fokurduyordu üzerinde lakin Ayşe’nin içi ısınmıyordu bir türlü. Kırlaşmaya yüz tutmuş saçlarından kayan başörtüsünü tekrar yerleştirip çenesinin altından sıkıştırdı. Göbeğinde Raks yazan duvar saatine endişeyle göz attı; dördü on geçiyordu. Hamza bugün biraz gecikmişti. Düşündü: Az sonra gelecek, kapıda bekleyen terliklerini ayağına geçirecek, televizyonun düğmesine basacak, dert solumaktan desenleri solmuş kanepeye oturup kanlanmış gözlerini ayırmadan ekrana bakacaktı yine saatlerce. Önüne ne koyarsa yanağında şişirerek birkaç lokmasını zorla yutacak, sonra da bütün akşamın tek cümlesi olan “Allah rahatlık versin,”i havada asılı bırakıp yatmaya gidecekti. Yattıkları somya yatak, gece boyunca sıkıntıyla gıcırdamaya devam edecek, odaya sinen tütün kokulu öksürük nöbeti gitgide daha da koyulaşacaktı.

İlkin, Fuat’ın ani ölümü allak bullak etmişti onları. Hamza’nın paketinden çekip ilk sigarasını yaktığı o günden beri yıkkındı Ayşe. Bakışlarındaki buğu hiç kalkmadı; kulaklarındaki çınlama, burnundaki kesif hasret kokusu da… Hamza’ya gelince. O, evlat acısını Yaradan’dan ötürü tevekkülle kabullenmeyi bilmişti de, “anarşistin babası” diye parmakla gösterilmeler, tehdit kokan bakışlar, bıyık altından gülmeler fena kanına dokunmuştu. İki gün önce de şu soruşturma işi çıkmıştı başlarına. Haksız yere hırsız damgası yemeyi sindiremiyordu Hamza. Depo şefi Hamza… Fabrikadaki sayımda bazı malzemeler eksik çıkıvermişti sözüm ona. O da bir numaralı şüpheli oluvermişti işte. O gün bugündür sesi soluğu çıkmaz olmuştu Hamza’nın.

“Ah benim güzel Hamza’m. Değil harama el uzatmak, eldekini avuçtakini saçar delik cebine bakmadan… Bugün yarın bitiverse şu iş artık. Ah bir de üstüne kalırsa, iyice yıkılır alimallah,” diye iç geçirdi Ayşe sobayı karıştırırken.

İçinin sıkıntısı çaydanlıkla bir olup fokurdamaya devam etti. Bir sigara daha çekti canı ama vazgeçti hemen. “Gideyim de şu gariban dalı karın yükünden kurtarayım,” diye düşündü.   

Hırkasına iyice sarınıp bahçeye çıktı. Bahçe dedikleri bir erik ağacı, bir de sıra sıra yağ tenekelerine dikilmiş üç beş kurumuş çiçek. Birini Fuat dikmişti. Şimdi beyaz kar öbeğinin altında gömülü kalan gülü. “Devrimlerimiz gibi filizlenip çiçek açacak bu gül!” demişti sol elini yumruk yapıp havaya savururken. Ne o gül çiçek açtı, ne de Fuat. Hep 19 yıllık bir fidan olarak kaldı, polis kurşunuyla sırtından vurulalı… 

“Allah bizi kahretsin! Ne demeye göçtük geldik buralara? Taşı toprağı altınmış! O toprağın altında kaldık, ziyan olduk be!” demişti bir akşam Hamza’ya haykırışlar içinde. Fuat’ın ölümünden iki ay sonraydı. Depo defterindeki açığın ortaya çıkmasından bir hafta önce… Hamza, ıslak gözlerle Ayşe’ye bakmış, sonra başını önüne eğip bedenini sarsan çaresiz gözyaşlarını beyaz atletine yol yol akıtmıştı. Hamza’yı o halde görünce karar vermişti Ayşe. Yarasını içine içine akıtmaya ve Hamza’ya dayanak olmaya… Kimi kalmıştı ki O’ndan başka…

“Kulların bu dünyada sınanması hiç bitmiyormuş meğer.”

Erik ağacına doğru yürüdü. Karın ince beyazına karışmış, rüzgarda salınan çıtır çiçeklerine baktı. Zarif gövdesini okşadı. Yarısı kışa durmuştu, yarısı bahara. Yerde erik toplamak için zamanını bekleyen uzun sopayı eline aldı. Karla eğilmiş cılız dalı incitmekten korkarcasına sopanın ucuyla hafifçe dürttü. Ağaç ile hemhal olmuş koca kar öbeği silkelenerek toprakla buluştu. Cılız dal, kamburundan kurtulup güzelce gerindi. Derken çıt diye kırıldı zayıf düşmüş orta yerinden. Ayşe, kalakaldı. Kurtaramadığı o cılız dala içi yandı.

Rüzgârı da peşine katarak, ev dedikleri bir göz odaya geri döndü. İçerisi sanki daha da soğumuş gibi geldi ona, ürperdi. Tik taklarıyla evi dolduran saate baktı göz ucuyla. “Bulguru ısıtadurayım,” dedi. “Yanına da soğan kırarım.”

Mutfağa yollandı. Ocağı açtı. Tencereyi tam ocağa oturtacaktı ki salondaki telefon zır zır ötmeye başladı. Fuat’ın haberini yetiştirmek için aylar önce yeri göğü inleten, sonra bir daha hiç çalmayan çağla yeşili telefon… Tekrar çalıyordu işte. Kesik kesik bir telaşla… Yoğun kekremsi bir tatla… Boğaz yakan kırçıllı bir hisle… Yine kapkara, yapış yapış bir haber verecekti belli ki. Ama bu defa açmayacaktı Ayşe. Susmasını bekleyecekti.  

Editör: Çisem Arslan   

Banu Balaban
Latest posts by Banu Balaban (see all)
Visited 23 times, 1 visit(s) today
Close